Silent Hill 4: The Room
Üçüncü oyunun ardından bir sene kadar bir vakit geçmesinin ardından Silent Hill serisinin dördüncü oyunu olan The Room nihayet PS2 için piyasaya çıktı. Üçüncü oyunun aksine The Room’un önceki oyunlarla doğrudan bir bağlantısı bulunmamakta, sadece bazı küçük ortak temalar bulunuyor ki bunlarda yok denecek kadar az; yani The Room senaryo olarak bağımsız bir oyun olarak görülebilir. Bu kez başına binbir türlü bela musallat olacak şanslı kahramanımız ise Henry Townshend…
Room 302
Henry Townshend, South Ashfield Heights’daki, 302 numaralı odasına iki sene önce taşınmıştı. Burası Ashfield’da, orta büyüklükte bir apartman dairesiydi. Henry mutluydu ve yeni hayatından zevk alıyordu. Fakat beş gün önce garip birşey oldu: Henry her gece tekrarlanan rüyalar görmeye başladı. Dahası… 302 numaralı odayı terk edemiyordu. Kapısının türlü kilit ve zincirlerle kapalı olması bir yana, zaman zaman Henry’i merak edip kapının hemen önüne gelen ve ona bakan apartman komşularına, bilinmeyen bir güç nedeniyle sesini bile duyuramıyordu. Henry için asıl uğursuzluk ise banyosunda oluşan geçidi keşfetmesinden sonra başladı…
Rüyalar ve karabasanlar…
Aslında bu boyut kapıları Henry’nin bir şekilde rüyaları arasında dolaşmasına olanak tanıyor. Henry bu portalları her kullandığında kendini bir şekilde farklı bir kabusta buluyor denebilir. Olayların temel noktası ise seri katil Walter Sullivan’ın cinayetleri.
Oyuna ilk başladığınızda hemen farkedeceğiniz gibi artık sadece kendi evimiz gibi kısıtlı bir mekanda da olsa oyunu birinci kişi bakış açısından oynuyoruz (Diğer bölümler eskisi gibi.). Gerçi ‘’oynamak’’ doğru bir kelime mi bilinmez; çünkü evimizde geçen kısımların oynanış adına çok fazla bir etkisi bulunmamakta; özellikle de oyunun ilk kısımlarında. Bu noktada yapımcıların birinci kişi bakış açısını oyuna dahil etmelerinin en büyük sebebi de kuşkusuz senaryo gereği ‘’kapana kısılma’’ duygusunu daha iyi hissettirebilmekten ileri geliyor. Third person bir görüş moduyla bu duyguyu yaşatmak gerçekten de pek mümkün olmazdı; bu yüzden tahminimce eğer olursa sonraki SH oyunlarında first person görüş açısı kullanılmayacaktır.
Göze çarpan diğer bir yenilik ise inventory/menü sisteminin oyun içine adapte edilmiş olması, bu şekilde artık elimizdeki nesneleri kullanmak için oyunu durdurup menüye girmemize gerek kalmıyor; bunun yerine doğrudan oyun sırasında elimizdeki nesneleri kullanabiliyor veya da silah değiştirebiliyoruz. Sistemin bence can sıkan tek yönü yanımıza sınırlı sayıda nesne almamıza olanak tanıması. Oyun boyunca yanımıza en fazla on tane nesne alıp, fazlalıkları ise daha sonra kullanabilmek amacıyla evimizde bulunan bir sandığa bırakıyoruz; aynı Resident Evil’daki gibi. Daha önceki SH oyunlarından böyle bir sisteme alışık olmadığımız için başta biraz yadırgasanızda bu olay bir yere kadar göz ardı ediliyor; asıl bomba ise aldığınız aynı türden nesnelerin bile inventory’nizde ayrı bir yer tutmasıyla patlıyor. Daha açık söylemek gerekirse yeni bir kutu mermi bulduğunuzda bu mermiler daha önceden elinizde olanların üstüne eklenmek yerine, ayrıca depolanıyor; böyle olunca da sık sık evinizi ziyaret etmek zorunda kalıyorsunuz.
Oyun sırasında önceki SH oyunlarında karşılaştığınız save dosyalarının sıklığında daha önce bahsettiğim portallarla karşılaşıyorsunuz. Bu portallarla da istediğiniz zaman odanıza dönebiliyorsunuz., tabi evinize sık sık dönmenizin tek sebebi sandık ihtiyacınız değil; bunun dışında oyunu sadece burada save edebiliyorsunuz ve kapınızın altından size atılan çeşitli notları buluyorsunuz, ayrıca bir kaç küçük şey daha; en önemlisi ise oyunun büyük bölümünde evinizde bulunduğunuz sırada sağlığınız iyiye gidiyor, zaten bu nedenle ilk bölümlerde bulacağınız çok az sağlık paketi var. Bahsettiğim gibi oyunun senaryosundan ileri gelen bu eve dönüşler, işin gerçeği bir yerden sonra sıkabiliyor.
Sanki gizemini kaybetmiş?
Atmosfer her zaman Silent Hill’in bu kadar prim yapmasının en büyük sebebi olmuştur; çünkü oyunu oynarken ciddi anlamda ruhunuz daralır, oyunu hem oynamak hem de oynamamak istersiniz; yani Silent Hill’in kendine has bir çekiciliği vardır; fakat üzülerek söylüyorum en azından ben The Room’da biraz hayal kırıklığına uğradım. İlk oyunla The Room’u kıyaslamak zaten bir hata olur, bu yüzden iki ve üçüncü oyunu göz önünde bulundurursak The Room’un bu iki oyundan da geride kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İlk olarak hikayede bazı ortak temalar ve dokundurmalar olsa da bence oyunun Silent Hill kasabasıyla pek alakası kalmamış, ilk oyunda en üst seviyede olan ve diğer oyunlarda gittikçe azalan kasabada dolaşma olayı The Room’da son bulmuş. Bunun yerine oyunda Silent Hill’deki gölün kıyısında bulunan bir orman, metro istasyonu, hastane ve hapishane gibi mekanlar kullanılmış. Ormanda az miktarda kullanılan sis efektini saymazsak Silent Hill’i Siilent Hill yapan bu temanın da artık öncelikli olarak kullanılmadığını söyleyebiliriz. Huzursuz edici alternate mekanların da pek olmaması oyunun bu yönünü açıkça zayıflatmış. Bunun arkasından da kapalı mekanlarda karanlık ortamların kullanılmadığını, dolayısıyla da oyunda bulabileceğiniz bir fenerin olmadığını söylersem belki biraz afallayabilirsiniz, bitmedi, artık zırıldayan bir radyomuz da olmayacak; nasıl beğendiniz mi?
Değinmek istediğim diğer bir nokta ise karakterler; bu oyunda ne Dahlia ne de Claudia gibi gizemli bir karakter göremedim, diğer üç oyunda da sanki göründüğünün dışında bir şeyler saklayan karakterler vardı, SH4’teki karakterler ise bence ne olduklarını daha bir açıkça belli eden kişiler…
Değişim iyidir, de…
Değişim zaman zaman iyidir de, aldığınız şeylerin yerine, o açığı kapatacak bir şey koyacaksınız; fakat ben bunu Konami’nin tam anlamıyla yapabildiğini göremedim, oysa Akira Yamaoka’nın yapım aşamasında sound’ların dışında da önemli bir rol üstlendiğini duyunca büyük beklentiler içine girmiştim. Mekanlar ve oynanışta göze çarpan diğer bir nokta ise mekanların iyice dar bir hale getirilip sınırlandırılması. Oyunun bir çok bölümünde sanki çizgisel bir rota oluşturulmuş ve özellikle oyunun ilk başlarında sanki ilerlemeli bir oyun oynuyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Adventure öğelerinin azaltılması da canımı sıktı açıkçası, çünkü çözeceğiniz adam gibi bulmaca bile yok oyunda. The Room bu yönden ilk üç oyunun çok gerisinde. Sonuç olarak Silent Hill’i ilk oyundan beri oynayıp beğenenlere The Room’un atmosferi bence yeterli gelmeyecektir; konu ve korku dozundan, mekan ve oynanışa kadar…
Oyunda karşılaşacağımız yaratıkların bir çoğu yine Silent Hill konseptine uygun, bunlar; başınıza öncekilerden çok daha dert olacak yılan dilli köpekler, iki kafalı bebek yüzlü yaratıklar, orangutanvari şeyler… Alışılagelmişin dışında olan tek şey ise ölümsüz olan hayaletler(uçan zombiler demek daha doğru olur); ki bence bunlar oyuna hiç uymamış, uyumsuzluk bir yana oyunun oynanışını da negatif yönde etkilemiş bu mahluklar; çünkü duvarlardan istedikleri gibi geçip başınıza sürekli musallat olan bu ölümsüzler bir yerden sonra sıkmaya başlıyor. Madalyon gibi bazı nazarlıklarla bunlara bir süre katlanabiliyorsunuz ama bir yere kadar; burada ufak bir hatırlatma: Oyunun aksiyon yönünün sanki oyuna katkısı olmamış.
Silah seçeneklerimiz arasında ise her zaman yanımızda olan demir çubuğumuzla, beyzbol-golf sopası, kürek, balta, handgun ve revolver gibi silahlar bulunuyor. Inventory’nizin sınırlı sayıda nesneyi taşımanıza olanak vermesi ateşli silahların arka plana atılmasına sebep olmuş, bu nedenle oyundaki en büyük yardımcınız kesinlikle balta olacaktır.
Bu noktada belirtilmesi gereken diğer bir yenilik ise balta, ve çeşitli sopalarda beliren power göstergesi. Bu tür silahları kullanırken saldırı pozisyonu aldığınızda bir güç göstergesi doluyor ve Henry bu göstergenin seviyesindeki şiddetle vuruş yapıyor, tabi her silahın etkisi ve güç dolum şiddeti farklı oluyor. Yalnız anlamadığım bir şekilde bu olay oynanışta bir probleme sebep olmuş, bazen güç barını tam doldurup düşmanın yaklaşmasını bekliyorsunuz ve hamlenizi yaptığınızda Henry zaman zaman ıska geçiyor, daha doğrusu silahınız yaratığın içinden geçiyor ve sanki ıska geçmişsiniz gibi hiç etki etmiyor. Oynanışa geçmişken inventory kontrolü controller’a iyi oturtulmuş, bu yönde pek sorun yok, oyun içi karakter kontrolü ise analog çubuklarda ve öncekilerden çok çok az farklı olsa da hemen alışıyorsunuz. Kamera açıları ise hala zaman zaman sıkıntı yaratabiliyor ama genelde iyiler.
Grafikler ve animasyonlar ise SH3’ün kalitesini devam ettirir şekilde; fakat SH3’ten fazlasını ben pek göremedim, ara demolar ise SH3’te sanki biraz daha kaliteliydi. Görsellik konusunda en beğendiğim nokta karıncalanma efektinin çok daha iyi kullanılması, ayrıca eski filmlerde olan çizgilenme ve eskitme efekti de çok iyi oturmuş bence. Sesler ise yine aynı kalitede devam ediyor, müzikler de iç karartıcı, bildiğiniz Akira Yamaoka işte…
Sonuç olarak ortaya biraz karamsar bir tablo çıkmış olabilir, ama The Room kesinlikle kaliteli bir oyun, sadece seriyi başından beri oynayanları bazı konularda hayal kırıklığına uğratabilir. Bu hayal kırıklığının tek sebebi de bence atmosfer, oyunu oynarken eskisi kadar çekinmediğimi hissettim, dahası Silent Hill’in gizemli ve mistik havası eskisi gibi değil; yinede seriyi yeni oynayacaklar eminim SH4’ü çok beğenecektir.