Call of Juarez: The Cartel
Call of Juarez’den geleceğe dönüş
Bir serinin devam oyununu yapmak her zaman zor olmuştur. Özellikle önceki oyunlar iyi inceleme puanları ile ödüllendirilmişse işler daha da karışıktır. Zira oyun yapımcıları, yeni oyuna ekleyecekleri en ufak olumsuz bir unsurun bile serinin devamlılığını yok edeceğini düşünmek zorunda kalır.
Call of Juarez: The Cartel, sanıyorum ki tam olarak bu düşünceye esir olmuş bir oyun. Yenilik yapmak adına oyuna eklenenler ve eski oyunlarda olup da bu oyundan çıkarılanlar, sanki “Hızlıca bir oyun hazırlayın da piyasaya sürelim” diye başının etini yemekte olan dağıtımcı firmaların kölesine dönüştürmüş The Cartel’i ne yazık ki.
Ubisoft ve Techland, serinin üçüncü oyununda kendilerini tekrar etmemek adına geliştirmeler yapmak ve yenilikler getirmek istemiş, ama pek de başarılı olamadıklarını bence kendileri bile kabul etmek zorunda. Neden mi? Nedenlerinin hepsi aşağıda…
Geri dönmeliyiz Kate!
Öncelikle oyunun tanıtım videoları yayımlandığından beri, serinin hayranlarının tepkisini çeken en önemli konu The Cartel’in günümüzde geçiyor olmasıydı. Bir anda yıllarca ileri giden seri, o Vahşi Batı havasını kaybettiğinde nasıl olacaktı ki?
Nasıl oldu söyleyeyim: “güzel oldu” demek imkansız. Meksika ile Amerika sınırı arasında geçen The Cartel, bütün havasını kaybetmiş, günümüzde geçen basit bir FPS oyununa dönüşmüş. Hem de çok basit. Basit dememin sebebini, en temel anlamıyla bile düşünürseniz oyunun aşırı kolaylığı diyerek açıklamaya başlayabilirim sizlere.
Yaklaşık altı – yedi saatlik bir oynanış süresine sahip olan The Cartel’de, bu süre zarfında kendi yaptığım abuk subuk hareketler veya “şu uçurumdan kendimi bıraksam noolur ki he he” gibi mantıksız fikirler haricinde toplarsanız 3 ya da 4 kez öldüm. Bu ölümlerimin sebebi ise, düşmanlara bodoslama dalarak kendimi Rambo gibi hissetmemden kaynaklandı.
Yapay zeka ise bu basitliğin çok daha ötesine geçmiş durumda. Özellikle
düşmanlarımızın zekası bir fok balığından daha geride. Otuz santim
dibinize kadar girerek sizi ıskalayan, hatta bırakın kurşunu,
yumruklamak için gelip de sizi ıskalayınca arkanıza geçerek boş boş
duvara bakan düşmanlarımız var.
Örnekleri çoğaltırsak siper almak adına ağacın arkasına geçip çok afedersiniz kendi kaba etini açıkta bırakabiliyorlar ya da attığınız bombanın patlayıcı bir özelliğe sahip olduğunu anlayamadıkları için öyle boş boş bombanıza bakıp, patlayıp ölebiliyorlar. Kısacası Allah herkese böyle düşmanlar nasip etsin arkadaşlar.
Bir kartelin, üç kase balı varsa, hepsini yesin, cırcır olsun
Aslında oynanışa ve yapay zekaya “basit, kötü” gibi sıfatlar yapıştırarak konuya giriş yaptım, ama oyunun en güçlü tarafından bahsederek devam etmek istiyorum. Hikayesi çok iyi denemese bile iyi düzeyde. Güzel bir senaryosu var ve önceki oyunlardan en büyük farkı üç ayrı karakteri yönetebilmemiz olan The Cartel’de, üç farklı sonu izleme şansı elde ediyoruz.
Oyunun hikayesi bu üç karakterin kişisel özelliklerine göre şekilleniyor ve hangisini seçerseniz ona göre aynı görevler, farklı yan görevlerle işleniyor. Bu sayede hikayeye derinlik katılıyor ve başarılı bir sonuç elde ediliyor diyebilirim.
Peki senaryo? Senaryodan kısaca bahsetmemiz gerekirse, Mendoza karteli “Indenpendence Day” yani “Kurtuluş Günü”nde federal binaları bombalar ve işler Amerika içerisinde çok karışır. Bunun üzerine devlet desteği ile kurulan bu üç kişilik özel tim, kartele verilebilecek en büyük hasarı vererek tamamen yok etmek amaçlı olarak yollara düşer. Zaten hikayenin başında gidip uyuşturucu tarlalarını yakarak saldırıya geçtiğimiz kartelin tepki vermesi de gecikmez.
Daha fazla bir şey söylemek istemiyorum, zira bundan sonrası tamamen Spoiler olacaktır. Fakat söyleyebileceğim son söz, üç karakter ve onların hikayeleri güzel işlenmiş, karakteristik özellikleri güzel yansıtılmış. Her karakter, içerisinde bulunduğu duruma karakteristik özelliklerine ayna tutan konuşmalar yaparak ve çözümler bularak yollarına devam ediyor.
Cartel bir numara en büyük, cehennemden çıkan çılgın Türk!
Eh oyunun ismi The Cartel olunca, bu espriyi yapmamak imkansız oluyormuş yahu. Paragraflar boyunca kendimi tutabildim, ama buraya kadarmış maalesef sevgili okuyucular.
The Cartel’in en büyük artısı olan senaryo ve hikaye yapısını geride bıraktıktan sonra, oyunun grafikleri ve sesleriyle devam edelim. The Cartel’in grafik motoru bir önceki oyunla tamamen aynı olup azıcık makyajlandığından, çağın gerisinde duruyor. Zaten günümüzün en büyük tartışmaları haline gelen, “yeni konsollar gelsin mi gelmesin mi?” sorularının tam ortasına düşen bir oyun The Cartel. Birçok grafik hatası mevcut ve can sıkıcı bir hal almaya başlıyor bir süre sonra. Silahlar, silahı tutan eller, düşmanlar ve çevre grafikleri zamanın bir hayli gerisinde kalmış durumda. Işıklandırma problemleri, karakterlerin uzuvlarının sürekli olarak iç içe geçmesi gibi hataları da göz ardı etmek imkansız.
Silah modellemeleri kötü ve özensiz hazırlanmış. Girişte de dediğim gibi, sanki aceleyle hazırlandıklarından bir şeyler eksik kalmış gibi görünüyor. Haliyle bu da insanın gözüne çok batıyor. Örneklemem gerekirse, Half-Life’ta gördüğümüz MP5 silahı, The Cartel’de bulunan MP5’ten daha iyi çizilmiş diyebilirim sizlere.
Karakterlerin yüz hatları tamamen sabit gibi duruyor ve mimik denilen olaydan habersizler. Diyaloglar sırasında karakterlerin ağızları o kadar alakasız oynuyor ki, eski dandik seslendirilmiş Türk filmlerini anımsatıyor hemen. Bir de hepsinin görme engelli gibi boş boş etrafa ve saçma sapan noktalara bakıyor olmaları da cabası olmuş. Seslendirme demişken, oyunun sesleri vasatın biraz üzerinde. Silah sesleri ise “eh işte” denebilecek düzeyde. Atmosfere hiçbir katkı sağlayamadığı gibi bir şeyleri de alıp götürmüş.
Ajandamı bir kontrol edeyim
Oyunda her karakterin kendine özel görevleri var. Bu görevleri telefona gelen mesajlar ve gelen çağrılar üzerinden alıyoruz ve ne hikmetse bu görevler hep o an bulunduğumuz yer neresiyse orada beliriyor.
Bu görevler ne derseniz, öncelikle sizlere karakterleri tanıtmak
gerekiyor. Karakterlerden ilki LAPD’nin azman dedektifi Ben McCall. 30
yaşında, ama ben 30 yaşında olduğunu öğrenene kadar 230 yaşında falan
zannetmiştim açıkçası. Zira ölmüş, ama gömeni olmamış gibi duruyor. Daha
önce Mendoza karteline karşı kazanılmış bir zaferi var ve ikincisini
kazanmak için daha da aç görünüyor. Ayrıca Ray McCall’ın ruhani akrabası
da diyebiliyoruz kendisi için. McCall’ın bu görevi kabul etmesinin
sebebi, kendisini Vietnam’da zor durumda bırakan bir adamı yakalamak.
Diğer karakterimiz FBI’ın seksi ajanı Kim Evans. Bu kadın karakterimiz, küçük kardeşi kartelin tam içerisinde yer alan ve doğal olarak kartelle bağlantıları bulunan bir FBI yıldızı. Amacı kardeşini ve kendisini bu uyuşturucu çemberinin içerisinden çıkarabilmek.
Son karakter ise ağır bir kumarbaz, bahis delisi bir DEA. Yani uyuşturucu ile mücadele timi görevlisi olan Eddie Guerra. Guerra, diğer karakterlere göre biraz daha “Dirty Cop”, yani kirli işler peşinde koşan polis kavramına uygun biri. Kumar borçlarını ödeyebilmek adına yeterli parayı kazanabilmek için göreve dahil oluyor.
Her karakterin oyun içerisinde diğerlerine çaktırmadan toparlaması gereken eşyalar var. Eddie Guerra için bu esrar paketleriyken, Evans FBI soruşturmasına yardımcı olacak işaretli silahları, McCall ise neden olduğu bilinmese de Walkie-Talkie, yani telsizleri topluyor.
Burada dikkat etmeniz gereken, diğerlerinin siz bu işleri yaparken sizi görmemesi gerektiği konusu. Görmedikleri sürece deneyim puanı almaya devam ediyorsunuz. Bu olayın güzelliği, oyunu arkadaşlarınızla oynarken ortaya çıkıyor aslında. Zira bir yandan kartelin birliklerine karşı savaşıp kendi arkanızı kollamanız gerekirken, aynı zamanda da arkadaşlarınıza göz kulak olmalısınız ki, sağdan soldan eşyaları çarpamasınlar.
Biz tam üç cüceyiz, altı kollu bir deviz
Oyunun çoklu oyunculu özelliklerinden bahsederek yazımı tamamlamak istiyorum. Oyunun çoklu oyunculu hikaye modunu ben Left 4 Dead oyununa çok benzettim açıkcası. Hikaye moduna girerek diğer iki arkadaşınızı da yanınıza alarak görevleri tamamlıyorsunuz. Az önce bahsettiğim gibi, diğerlerinin gizli işler
çevirmesine engel olmak adına göz kulak olmanız ve aynı zamanda çok sayıda
düşmanla kapışmanız gerekiyor. Bunların haricinde klasikleşmiş çoklu oyunculu
modları mevcut, ama pek başarılı değiller.
Son sözlerimi ise, Lost dizisinde Jack’in Kate’e söylediği
gibi söylemek istiyorum. We have to go back Ubisoft! (Geri dönmemiz gerekiyor
Ubisoft). Zira The Cartel günümüze pek yakışmamış. Eski Vahşi Batı gitmiş,
yerine Amerika-Meksika sınırındaki yapay bir uyuşturucu kartel bölgesi gelmiş.
Gangsta’lara karşı mücadele ediyoruz ve oyunun havasına hiç yakışmıyor.
Olmamış Techland ve Ubisoft. Sanıyorum ki Techland, Dead
Island’ı geliştirmekle oldukça meşgul olduğundan bu oyunu aradan hızlıca
çıkartmış ve önümüze “nasılsa oynarlar” diyerek yarım yamalak bir
oyunu atıvermiş. Belki yalnızca hikayesini bir kez öğrenmek adına
oynayabilirsiniz, ama emin olun ki diğer iki karaktere neler olduğunu merak
bile etmeyeceksiniz.