KOMPLO TEORİSİ #2 – Assassin’s Creed
Öncelikle belirtmek isterim ki, Geçen hafta başladığım yazı serisi ile Call of Duty: Advanced Warfare’in hikâyesi ve oyun mekaniklerine bir bakış açısı sunma fırsatı buldum. Kullandığım görsellerden olsa gerek makale bir karşılaştırma yazısı hisse verse de amacım oyunları kötülemek veya savunmak değil. Her yapım kendinden önce gelenlerden esinlenerek ortaya çıkmıştır ve bu son derece olağan bir durumdur. Bu serideki amacım oyunların geliştirilme süreçlerini ve hikâyelerini size anlatmak ve bu aşamada çıkan bazı soruları gündeme getirmektir. Afiyet olsun…
Her sene olduğu gibi bu sene de Ubisoft bizi yeni çıkacak Assassin’s Creed oyunu için hazırlamakta. Ancak bu sene bir değil iki adet Assassin’s Creed oyunu bizleri bekliyor. Eski nesil konsollardaki sınırlamaların yeni oyunu etkilememesi ve ayrıca oyuncuları efsanevi deniz savaşlarından mahrum bırakmak istemeyen yayıncı şirket bu sene 2 ayrı oyunu oyunculara sunma kararı almış. AC: Unity ile Fransız devrimine adım atarken, AC: Rogue ile bir Tapınak Şövalyesini canlandıracağız. Unity ile uzun bir sürenin ardından (ben de dahil) birçok kişiyi tekrardan heyecanlandırmayı başaran Assassin’s Creed serisi köklerinden uzaklaşıyor mu? Suikastçılar ve Tapınakçılar aslında kimlerdi? Peki ya, her yıl ve birden fazla oyun çıkaran seri tükenme eşiğine mi gelecek? İsterseniz hep beraber inceleyelim…
Masyaf Kalesi’ne yolculuk
2007 yılında bizi Desmond Miles’ın anılarını takip ettiği Altaïribn-La’Ahad’ın efsanevi yolculuğu ile tanıştıran seri ilerleyen zamanlarda aldığı kararlarla çok tartışılsa da birçok kişiyi kendine hayran bırakmayı başardı. Ubisoft Montreal’in bu açık dünya macerası, ilk başlarda bazı oyun mekanikleri açısından çuvallasa da orijinal hikâyesi, gizlilik ve parkur alanına getirdiği yeniliklerle dikkatleri üzerine toplamıştı.
Oyun aslında Prince of Persia serisinin The Sands of Time’dan sonraki devam oyunu olarak geliştirilecekti. Hatta oyunun adı Prince of Persia: Assassin olarak belirlenmişti. Oyunun direktörü, Patrice Désilets bir prensin hikâyede güçlü bir başkarakter olamayacağını düşünüp, AI olarak tanımlanan prensin kullanıcının kontrol ettiği bir Suikastçı tarafından kurtarılmasını konu etmişti. Ancak başkarakterin Pers Prensi olmadığı bir Prince of Persia oyunu yapmak istemeyen Ubisoft, prensi hikâyeden çıkartıp, yapımı başka bir oyun olarak piyasaya sürme kararı almıştı.
İlk oyunun geçtiği 12. Yüzyılda suikastçıların karargâhı olan Masyaf Kalesi ise, Suriye’nin Akdeniz kıyı kesimi ile Hama şehrinin arasında kalan bölgede konuşlanır. Oyunun kurgusunda adı geçen “Dağın Yaşlısı” olarak bilinen, Altair’in akıl hocası Al-Mualim yani gerçek adıyla, Rashid ad-Din Sinan 1192 yılına kadar kalenin efendisi olmuştur. Bizans kökenli olduğu düşünülen kale, 3. Haçlı Seferi döneminde Sinan’ın adıyla ve liderliğindeki reformlarla isim yapmıştır.
Gizemli Kardeşlik: Haşhaşiler
Suikastçıların asıl ve ilk yerleşkesi İran’ın Kazvin Bölgesi’nde bulunan Alamut Kalesi’dir. 1090 yılında tarikatın kurucusu Hasan ibniSabbah tarafından fethedilen kale adını “Aluhāmūt” yani, Kartalın Yuvası isminden alır. Bir rivayete göre Deylem krallarından biri ava çıktığı sırada evcil kartallarından biri kalenin bulunduğu dağın üzerinde uçmaya başlamış. Bu yerin manzarasından çok hoşlanan hayvan evcilliğini unutup dağın üzerine yuva yapmaya başlamış. Bunu bir işaret olarak gören Kral buraya zapt edilemez bir kale inşa etmelerini emretmiş. Kalenin adını da Alamut koymuş. Kartal figürü, Alamut kalesi ve suikastçılarla özdeşleşerek zamanla bir simgeye dönmüştür. (Bknz: Eagle Vision)
Alevilik mezhebinin İsmaili koluna bağlı, Nizariler olarak adlandırılan bu tarikat Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ni fethetmesinden sonra müthiş bir güç kazanmış, dönemin ortaçağ Avrupası’na özellikle de B. Selçuklu Devleti’ne eşi benzeri görülmemiş bir korku salmıştır. Fedai diye nitelendirilen bu savaşçıların çevrelerine bu denli korku salmasının en büyük sebebi ise suikast anında olay mahallinden ayrılmayarak hiç tereddüt etmeden ölümü kucaklamalarıdır.(Eğer oyun bu mekanikler üzerine kurulacak olsaydı herhalde ortaya Dark Souls gibi bir seri çıkardı…) Etkisinde oldukları düşünülen Haşhaş otu sebebiyle bu fedailer, Haşhaşi olarak adlandırılmıştır. İngilizcesi “Hashshashin” den gelen kelime, okunuş sebebiyle H’lerin düşmesiyle zaman içerisinde, “Assassin” (Suikastçı) halini almıştır.
Ancak suikastçılar haşhaştan çok daha büyük bir sihrin etkisindeydiler. Kendisine Cennetin Anahtarı’nın verildiğini ve Mehdi olduğunu iddia eden Hasan Sabbah, kalenin arka bahçesine kurduğu muhteşem haremini fedailerinin hizmetine sunmaktaydı. Cenneti kendi gözleri ile görüp geri gelmiş bir asker için ölümden daha büyük bir ödül olabilir miydi?
Oyundakinin aksine suikastçılar bilekliklerine monte edilmiş bıçaklar kullanmıyorlardı. (Bknz: Phantom Blade) Ancak hedeflerini, suikastlarının simgesi haline gelmiş çok ince, sivri ve kısa hançerler ile öldürüyorlardı. Bu özel (kimi zaman zehre bulanmış) hançerleri avuç içlerinde yâda haber süsü verdikleri parşömenlerin içine gizliyorlardı. Giysileri Altair’in ki gibi beyazdı ancak yüzlerini gizleyen bir kapüşon kullanmıyorlardı, genel olarak derviş veya ulak kılığında seyahat etmekteydiler. 13. Yüzyılda Moğol istilasına yenik düşen Alamut’dan ayrılarak merkezlerini Masyaf kalesine taşıdılar ve kardeşlik için yeni bir dönem başlamış oldu.
Tapınak Şövalyeleri
Seriye bir “Spin off” niteliğinde gelen ve ilk defa oyuncuların bir Tapınakçı rolünde oynamalarına imkân verecek olan Assassin’s Creed Rogue bizi biraz şaşırtmıştı. Kardeşliğe sırtını çevirerek ezeli düşmanlarına katılan Shay Patrick Cormac, bizi serinin kötü karakteri olarak gördüğümüz Tapınak Şövalyeleri’nin yerine koyduğunda oyuncunun motivasyonu ne olacağı söz konusuydu. Buna karşılık yapımcı Ubisoft Sofia, “Mesele, iyi, kötü, yanlış veya doğru değil. İki taraf da aslında aşağı yukarı aynı şey için savaşıyorlar, sadece yöntemleri farklı.” diye açıklamıştı. Peki ya tapınak şövalyeleri aslında kimlerdi ve ne için savaşıyorlardı?
“İsa’nın ve Solomon Tapınağı’nın fakir şövalyeleri” olarak tanınan bu tarikat, 1. Haçlı Seferi sonucunda fethedilen Kudüs’e gelen Hristiyan hacılarının güvenliğini sağlamak amacı ile 1119 yılında kuruldu. İlk başta 9 Frenk askerinden oluşan bu birlik, 13. Yüzyıla doğru elde ettikleri ekonomik ve politik güç ile dikkat çekmeye başlamıştı. Tapınakçılara, Hıristiyanlar tarafından paralar, araziler, ticarethaneler ve hatta soylu genç askerler bağışlanıyordu. Tarikata katılanlar servetlerinin yarısını birliğe bağışlamak ve zorlu testlerden geçmek zorundaydılar. 1312 yılında “yozlaştıkları” iddia edilen tarikat üyeleri Fransa kralı IV. Philip tarafından tutuklandılar ve oldukça güçlenen örgüt, dönemin Papası V. Clement tarafından resmi olarak dağıtıldı. (Örgüt, 1853 yılında III. Napolyon tarafından farklı isimde yeniden organize edilmiştir.)
Tapınakçılar, sadece hacıları değil aynı zamanda kutsal mabetleri ve kutsal eşyaları da korumakla yükümlüydüler. Hatta hacıların Kudüs yolunda soyguna uğramamaları için paralarını kredi karşılığında emanet ettikleri (tarihteki ilk bankacılık olarak nitelendirilen) bir senet sistemi bile geliştirmişlerdi. Sadece Papa’ya hesap verirlerdi, ancak rivayete göre kendi aralarında “İsa tanımaz” olarak nitelendiriliyorlardı. Çünkü onlara göre tarikat tüm güçlerin üstündeydi. Sanılanın aksine birliğin çok küçük bir bölümü silahlı askerlerden oluşuyordu. Diğer üyeler finansal, lojistik ve diğer hizmetlerle ilgileniyorlardı.
Yani 14. Yüzyılın başlarından sonra ortalıkta tiril tiril gezen Tapınak şövalyesi görülmemiştir. 400 yıl boyunca tarikatın akıbeti belli olmasa da faaliyetlerini yeraltından sürdükleri rivayet edilmektedir. Kuruluş amacı olarak Tapınakçılar da Suikastçılar da ilk başta Ortadoğu ve Mezopotamya’da Selçuklu ve Sünni akınlarına karşı bölgede bir karşı güç oluşturma amacıyla örgütlenmişlerdir. Ancak aynı bölge üzerindeki ortak çıkarlarının çatışmasından ötürü zaman içerisinde birbirlerine düşman olma ihtimalleri yüksektir. Hatta kendi içlerinde ajanlar bile oluşturduklarına dair hikâyeler mevcuttur. (Bknz: Alamut’a Dönüş, Ernst W. Heine – AC: Rogue’un aksine Suikastçı’ya dönüşen bir Tapınakçı’nın hikâyesini anlatır.)
Bir Fedai mi yoksa bir Maceracı mı?
Serinin ilk oyunu hikâye ve oynanış açısından oyun dünyasına birçok yenilik getirse de bir başyapıt olmayı, çuvallayan dövüş sistemi ve tekrar eden görev yapısı nedeniyle ucundan kaçırıyordu. Neyse ki 2 yıl sonra gelen Assassin’s Creed 2, seriye karizmatik bir başkarakter, Rönesans döneminin büyüleyici dünyası ve oldukça çeşitli bir oyun evreni katmış, akıbeti belirsiz olan oyunu güçlü bir seriye dönüştürmüştü. (Hatta Ezio’nun hikâyesinin son durağının İstanbul’da geçmesi gönüllerimizi fethetmişti.) Ancak oyunun yapımcısı Patrice Désilets’ın 2010 yılında Ubisoft’dan ayrılması ve Brotherhood’dan sonraki oyunların genel ilgiyi kaybetmesi serinin gidişatını sorgulatır olmuştu. Özellikle AC: 3’ün hikâye, dönem, karakter ve (fazla karmaşık) oyun mekanikleri açısından istenileni verememesi oyuncuları seriden biraz soğutmuştu.
Geçen sene çıkan AC 4: Black Flag ile oyuna getirdiği korsan teması ve tadı damağımızda kalan deniz savaşlarıyla tekrardan oyuncuların gönlünde taht kurmayı başardı ama bu sefer de özünden fazla uzaklaştığı için eleştirildi.
Bana soracak olursanız,Relevations’dan sonra seri özünden epey uzaklaşmış durumda. Özellikle donuk Amerikan iç savaş evreni ve Haytham gibi bir karakter’den sonra seriyi ve gittikçe azalan suikast girişimlerini sorgulamaya başlamıştım. Black Flag’in çıkışıyla beraber neden Prince of Persia’dan vazgeçtikleri gibi bu oyunu da ayrı bir korsan oyunu olarak piyasaya sürmediklerini düşünmüştüm. Ancak uzun zaman sonra Assassin’s Creed beni tekrardan heyecanlandırmayı başarıyor. Seriden yakın zamanda Hassan Sabbah’ın gizemli örgütüyle ilgili pek bir şey beklemesem de Paris’i ve Fransız devrimini yaşayacak olmak, oyunun daha suikast ve gizlilik odaklı mekanikleri, 11 Kasım’ı iple çekmemi sağlıyor. Evet, serinin meraklıları Şarkın mistik ve acımasız döneminden ziyade ikonik ve akılda kalmış dönemleri ve şehirleri görmeyi tercih ediyorlar. Ancak Altair’den önceki zamana yani, Alamut’a ve ortaçağ dönemine yolculuk etsek fena olmaz mıydı?
Böl ve Yönet…
Hem yeni hem de eski nesli kaçırmak istemeyen seri bu sene iki oyun birden çıkaracak. Aslında, bu yeni ve cesur bir yaklaşım: Aynı oyunun daha düşük, birçok özelliği kısılarak port edilmiş versiyonlarından ziyade yapımcının bize 2 ayrı hikâye sunması güzel bir lütuf. Birçok oyun firması “Bu tam anlamıyla yeni nesil bir oyun, bu içeriği sadece yeni nesil ile başarabilirdik” nidaları atıp, aynı oyunun beraberinde PS3 ve Xbox360 versiyonlarını da piyasaya sürerken Ubisoft elindeki ürünün gerçek değerini ortaya koyuyor. Ancak bu çözüm ortaya başka problemler çıkartıyor: Bu sene rafta bir “next-gen” oyunu varken AC: Rogue’u neden satın alalım? Ayrıca her sene en az bir oyun çıkaran yapımın ileride Call of Duty gibi bir tıkanıklık yaşaması da olası.
Yapımcılar bu soruna çözümü Rogue ile daha önce tecrübe etmediğimiz ve seriye yenilik getiren Tapınakçı rolü ile sunuyorlar. Ayrıca AC: Rogue’un öyküsü AC: 3 ile AC: 4 Black Flag’in arasındaki boşlukları doldurarak konuyu Unity’nin hikâyesine bağlayacak. İsim yapmış bir seri bu denli satarken o markadan uzaklaşmak veya bir yıl ıskalamak ticari açıdan pek akıllıca bir karar değil. Ubisoft’un önümüzdeki yıllarda konsept sıkıntısına düşeceği, deniz savaşları gibi seride yeni formüller deneyeceği, serinin köklerinden uzaklaşıp tekrar döneceği, farklı şehirlerin ve dönemlerin hikayeye kalıp uyduracağı muhtemeldir. Görünen o ki sattığı müddetçe ki bence en az bir 5-6 yıl daha Assassin’s Creed oynayacağız. Yapımcı şirketim henüz açıklanmamış Assassin’s Creed oyunları üzerinde çalıştıklarını söylemesi de bunu kanıtlar nitelikte…
Acaba Ubisoft, Watch Dogs ve The Division gibi IP’lerle yoğunlaşarak seriyi yavaş yavaş terk edecek mi? Peki siz, her sene yeni bir Assassin’s Creed oyunu görmek istiyor musunuz? Ya da ileriki serilerde en çok oynamak istediğiniz dönem ve şehir hangisi? Yorumlarınızı merak ediyorum, haftaya görüşmek üzere…