Adadaki Ayak İzi
İnsanın da içinde olduğu hemen tüm canlı türleri genel olarak yeni bir
durumla karşı karşıya kaldıklarında içten gelen bir hisle hareket eder ve
savunma mekanizmasını kullanır. Doğal olarak korkuyla birlikte bir panik ve
yalanlama sürecine gidilir. Hatta saldırı dürtüsü bile bununla ilintilidir.
İnsan kendinde olmayan yeni bir fikre alışana kadar belli bir süre geçer. Tarih
işte bu alışma süreci içinde yaşanan kanlı sahneleri anlattı bugüne kadar. Demek
ki daha tam olarak uyum sağlanamamış. İnebildiğimiz kadarıyla iki ya da üç bin
sene… Devasa bir kum saatinde olsa olsa küçük bir “momentum”.
Ünlü roman Robinson Crusoe’u bu denli önemli kılan da belki de yukarıda
belirttiğimiz duyguyu çok iyi işlemiş olmasıdır. Nasıl bir şeydir o duygu?
Robinson önce adada mahsur kaldığı gerçeğini kabul etmek istemez. Sonra yaşamak
için temel ihtiyaçlarını giderebileceği bir düzenek oturtmaya çalışır. Yağmurdan
korunup ısınabileceği bir çatı yapar. Avlanmaya ve ihtiyaçlarını gidermeye
başlar. Adanın hâkimi olduğu ve tek güç olduğunu hisseder. Ne zaman ki Cuma’nın
ayak izini görür. Korkudan mağaraya saklanır.
İşte insanlık tarihinde mağaraya kaçış ve adaya sahip oluş süreçleri gelgit gibi
tekrar edip durur. Bilgisayar ise modern zamanların Robinson’larını mağaradan
çıkaracak ve aydınlığa götürecek yegâne araç sayılabilir. Evet, artık
kanatlarımızı duvara asıp ayaklarımızı yere basacak olursak, aynayı biraz da
günümüze ve ülkemize getirmemiz gerekmekte. Bilgisayarla ilk temasın
gerçekleştiği 80’li yıllar, o dönem için bilim kurgu filmlerinde uzay gemisinden
inmiş, arkadan gelen güçlü ışık nedeniyle ancak silüet olarak belli belirsiz
seçilebilen yaratıklarla temastan farksızdır. Doğal olarak insan kaçtı ve
kendini korudu. Şimdilerde ise kendi yarattığı bir nesnenin kölesi olmaya yakın
durumda. Belki de son çizgiyi geçtik de farkında değiliz. Hayatımız,
hobilerimiz, alış verişlerimiz ve hatta arkadaşlarımızdan oluşan sosyal çevremiz
bile bilgisayar ve internete bağlı halde.
Tuhaf olan tüm bu süreçlerin son derece normal olması ve akla dayalı bir
açıklamaya dayanması. Yani internet ve bilgisayara bağlı bir nesli direkt olarak
suçlamak kime ne kazandırabilir? Bu eleştirileri gerçekleştiren bir önceki
kuşağın televizyona olan düşkünlüğünü ne kadar da çabuk unutuyoruz. Onun yerine
tarihi ve süreci irdelediğimizde ortaya çok daha net sonuçlar çıktığı gibi bir
sonraki hamleye dair öngörülerimizi de geliştirmiş oluruz. Yeni bir kavramı tam
olarak kavrayana kadar yaşanılanların hepsi aslında olağan dışı değil. Önce
reddettiğimiz bir gerçeği ardından körcesine kabullenmek. Daha sonra da durulmak
ve onu olağan bir parçamız olarak yorumlamak. Uydu televizyon sistemleri
önceleri tek tük çatılarda yerini alırken, bugün uçakları etkileyecek yoğunluğa
vardığı tartışmaları yapılmakta. Cep telefonunda da durum değişmedi. Başta bir
tedirginlik hâkimdi. Ardından ufak ufak cep telefonları alınmaya başlandı. Şimdi
de cep telefonu piyasası olarak yerli ve yabancı sermaye açısından en iştah
açıcı pazarlardan biriyiz. İşte tüm hadise bu dengeyi kurabilmekte ve bilinci
oluşturabilmekte.
Bir sonraki kuşak kendinden öncekilerin yeni olarak gördüğü ‘buluşları’ doğal
karşıladıkları için belki de mesele çözüme kendiliğinden kavuşuyor. 1990’larda
doğan biri için artık televizyon sıradan bir ürünken, önümüzdeki yıllarda
internet de sıradan ve zaten ‘hali hazırda’ bir köşede duran hatta durması
gerekli bir ev eşyasından farksız olacak. Bu noktada biraz bilinçle neyin ne
olduğunun farkına varmamız gerek. Sadece yazı yazmak ve internete girmek için
2000 dolarlık bir dizüstü bilgisayar almak ne kadar gereksizse, yeni bir oyunda
hız performansımız düşüyor diye sistemi yenilemek o kadar abes oluyor. Başka bir
deyişle, “eyvah çocuğumuz internetin kölesi oldu” veya “oyun oynamaktan kendini
alamıyor” feryatları emin olun bir süre sonra duru bir su halini alacak. Bir
bakıma gelecek ve oyun, internet, telefon ve televizyon hayatımızda dengeli bir
yere kavuşacak. Tabii bir sonraki aşamada neyin kölesi olacağımızı henüz
bilmiyoruz ama beni düşündüren nokta ihtiyaçlarımızı unutup, bazı şeyleri tek
bir kalemde çizmemiz. Vitrinlerde sürekli yeni kitaplara bakıp eskileri es
geçmek, yeni albümler alıp eskileri göz ardı etmek üzücü. Bazı şeyler geometri
gibidir. Hayat onların içinde kodlanmıştır. Belki de ben o yüzden mp3 indirdiğim
halde, müziği plaktan dinlediğimde keyif alıyor, bir sahafa girdiğimde
kitapların farklı bir ruhunu görüyorum. Denge biraz da bu belki de. Mega
marketlerin vitrinleri ve antikacıların gizemi arasındaki arayış.