Oyun İncelemeleri

Alice: Madness Returns

Bundan 11 yıl önce piyasaya sürüldüğünde kullandığı Quake 3 oyun motoru sayesinde oldukça gelişmiş grafikleriyle piyasayı sallayan American McGee’s Alice’i hatırlıyorsunuzdur eminim. Alice’in çıkan yangın sonucu bütün ailesini kaybetmesi ve aklını yitirmesi sonucu, zaten karanlık olan zihninin daha da boğucu, çarpık ve sürreal imgelerle dolu bir hal alması ve Alice’in bu durumdan kurtulup kafasının içerisindeki şeytani güçlerden  arınmaya çalışmasını ele alan hikayesiyle, platform ve aksiyon öğelerini birleştiren, üzerine de bulmacalar serpiştiren bir oyundu Alice.

Eğer ilk oyunu oynayanlardansanız, Alice’in kafasının içerisindeki şeytanlardan kurtulmak için mücadele ettiğimizi ve sonuç olarak Red Queen’i yenmeyi başararak akıl sağlımızı yeniden kazandığımızı hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamıyorsanız da, artık öğrenmiş oldunuz. Gerçekten 11 sene gibi uzun bir süre bekleten bu devam oyunu sayesinde, Alice’in aslında kafasındaki sapkın düşünceleri uzaklaştırmayı başaramadığını ve ilk oyunun sonunda gördüklerimizin geçici bir çözüm olduğunu, Alice’in yalnızca zihninin değil, aslında yaşadığı dünyanında oldukça çarpık bir dünya olduğunu anlıyoruz.



Delilik bir hastalık değil, bambaşka bir dünyadır

Alice: Madness Returns, bir akıl hastanesinde tedavi gören Alice’in ilk kabusuyla başlıyor. Uyanmasının ardından tanıştığımız doktoru, inatla geçmişini unutmasını söylerken, bunun akıl sağlığını geri kazanması için tek yol olduğunu da belirtiyor. Ardından sokağa çıkıp, beyaz tavşanı değil de beyaz kediyi takip etmeye başladığımızda işler gerçekten garip bir hal almaya başlıyor.

Alice’in çarpık zihni yeniden harekete geçiyor ve bir kez daha Harikalar Diyarı’nda buluyoruz kendimizi. Karşımızda Cheshire duruyor. İşlerin eskisine göre oldukça değiştiğini ve artık yepyeni kanunların geçerli olduğunu öğreniyoruz. Alice’in buradan giderken değiştirdiklerinin Harikalar Diyarı’nı aslında hiç de iyi etkilemediğini anlamış oluyoruz. Alice, kendisini kurtarmak için öncelikle Harikalar Diyarı’nı kurtarmak zorunda.

Bu Harikalar Diyarı, fark edeceğiniz üzere Lewis Carroll’un Alice’s Adventures in Wonderland’i yazarken kafasındakilerle aynı şeyler değil elbette. McGee’nin tasarladığı Harikalar Diyarı, çok daha karanlık ve ürkütücüyken, Kızıl Kraliçe’nin iskambil kağıdı askerleri artık yerlerini ölümsüz uşaklara bırakmış, tahta çubuklardan yapılan oyuncak atlar ise oyuncak değil, ölümcül silahlara dönüşmüş durumda.

Harikalar Diyarı’nı bu kadar ballandıra ballandıra ve uzun olarak
anlatmamın sebebi, aslında oyunun en iyi yanı olması. Yaratılan karanlık
ve çarpık atmosfer o kadar etkileyici ki, bazen işi gücü bırakıp
etrafınızda olan olayları izlediğinizi fark edeceksiniz. Her yer öyle
hareketli ve ilginç imgelerle dolu ki, zaten istemeseniz bile gözünüz
takılacak ve birkaç saniye gözünüzü alamayacaksınız.

Oyunun her
bölümü farklı bir temaya sahip ve bu temaları size anlatmaya kalksam
emin olun ki görmeden anlamanız, daha doğrusu benim bu temaları birkaç
kelimeyle anlatmam mümkün değil. Ben yine de şansımı denemek istiyorum
ve şöyle örnekliyorum: Sarı arka planın önünde  farklı renklerde
bulutlar ve önlerinde paslanmış kahverengi platformların, akrep ve
yelkovanı çatallar ve çaydanlık ucundan oluşan dev saat kulelerinin
yanında hareket ettiğini hayal edin.

Yalnızca oyunda bulunan mekanlar değil tabii bu garipliklerden nasibini alan. Oyunda Alice’in her bölümde üzerindeki kıyafet değişiyor ve o temaya uygun bir hal alıyor. Karşımıza çıkan her türlü düşman ya da dost karakterin de ne kadar ilginç bir görünüme sahip olduğunu anlatabilmem için ise, çaydanlıktan iki kol ve bacağın çıktığını ve size demliğinin ucundan bombalar attığını düşünün desem, herhalde işime yarar bir anlatım olacaktır.

 

Binerim alamete, giderim kıyamete

Alice’in kıyafetleri ve diğer karakterlerden bahsetmişken, oyunun grafiklerinden de yavaş yavaş bahsetmemiz gerekiyor aslında. Öncelikle oyunun tek geçtiği bölge Harikalar Diyarı değil ve Alice’in Harikalar Diyarı’nda yaptığı yolculuğu sırasında her kendine gelişinde, Londra sokaklarında olduğumuzu fark edeceksiniz. Soğuk, gri ve yağışlı Londra sokakları, oyunun atmosferini tamamlayıcı bir etken olarak görünüyor.

Alice’den söz edelim isterseniz. Öncelikle Alice’in Londra versiyonu ile Harikalar Diyarı versiyonu arasında dağlar var, bunu söylemeliyim. Londra’da pısırık ve ezik karakterli bir insanken, kafasında yarattığı Harikalar Diyarı’nda ise, içindeki kaplan ortaya çıkıyor dersek yeridir. Bu durumda Alice’in animasyonlarının bile değişmesi yüzünden grafikleri için iki ayrı yorum yapmam gerekiyor.

Alice’in Londra versiyonu oldukça başarısız animasyonlara sahip. Aslında bu biraz kalp kırıcı olacak. Yürüyüş animasyonunda öyle büyük sıkıntılar var ki, Unreal motoru ile yapılan bu oyun sanki seneler önceki Unreal Tournament’ları hatırlatıyor bize. Yürümeye başladığınız anda kaymaya başlayan Alice, ilk adımını atana kadar öylesine çirkin bir görüntü oluşturuyor ki, akıllara Buzda Dans yarışmasını ya da Michael Jackson’ın Ay Yürüyüşü’nü getiriyor.

Bunun haricinde Harikalar Diyarı’na geçtiğimizde kaplana dönüşen
Alice’in yürüme animasyonu değişmese de, hamlelerden kaçmak için
kelebeklere dönüşerek uçması ve tüm saldırı animasyonları oldukça
başarılı. Hatta gereğinden fazla başarılı bulduğumu da belirtmeliyim.
Tabii Harikalar Diyarı olsa bile burada da ufak tefek grafik hataları
var ve “clipping” denilen, karakterlerin nesne ve duvarların içerisinden
geçmesini oldukça sık göreceğinizi söylemeliyim.

Ayrıca Londra
da olsa Harikalar Diyarı da olsa, nedense Alice oldukça kötü modellenmiş
gibi geldi bana. Alice dışında bütün karakterler oldukça detaylı
hazırlanırken, Alice’in yüz hatlarında en ufak girinti-çıkıntı bile
olmaması çok itici duruyor. Fakat dediğim gibi Alice’in haricindeki her
karakter oldukça iyi modellenmiş ve detaylı. Tabii ki grafikler günümüz
standartlarına göre muhteşem denilecek düzeyde değil, ama bu oyunun
zaten öyle grafiklere ihtiyacı yok, çünkü kendine has çizimleriyle zaten
belli bir kaliteyi tutturabilmiş durumda.

Yine mi beyaz tavşan yahu?

Peki
ya oynanış? Oyunun başına ilk oturuşumda aralıksız yaklaşık dört saat
boyunca başından ayrılamadım. Bunun sebebi ise, oyunun sürekli farklı
temalardaki mekanlarda geçiyor olması ve basit de olsa bulmacalarıyla
tam bir platform oyunu olmayı başarabilmesi. Fakat bulmacaların
genelinin, “bir yerdeki tuşa bas, kapı açılsın, kapı kapanmadan 5-6
platformdan atla, kapıdan geç, hop bitti veya türevleri” olduğunu
belirtmem gerekiyor.

Aksiyon öğeleri ise bütün silahları (zaten
toplam beş adet silahınız var) bulduktan sonra tamamıyla aynı şekilde
ilerliyor. Her düşmanın belli zayıf noktaları var ve her silahınız
farklı düşmanda, farklı etkiler gösteriyor. Tabii ilk oyunda aynı olmayan bu silahlarla artık kombolar yapabiliyorsunuz, ama merak etmeyin, oyunda kombo sistemi diye bir şey yok. Siz artık içinizden sayarsınız 6-7-8 diye.

Oynanış kendini tekrar ediyor olsa da, bu kesinlikle başında geçirdiğiniz zamanı çöpe atacağınız anlamına gelmiyor. Sonuçta farklı düşmanlara, farklı silahları kullanmanız ve bu silahları peşpeşe farklı varyasyonlarla deneyerek ortaya karışık saldırı çeşitleri çıkarmanız mümkün oluyor. Bu tür oyunların piyasada çok fazla olmaması, dinazor oyuncular haricinde bir kitleye hitap etmiyor oluşu sanırım.

Oynanış ile ilgili söylemem gereken birkaç şey daha var. Alice’in küçülme yeteneği bu oyunda daha da kullanışlı hale gelmiş. Artık R1 ya da RT tuşuna basarak istediğiniz an küçülebilir ve anahtar deliği şeklindeki küçük kapılardan ya da normal boyunuzla geçemeyeceğiniz herhangi bir aralıktan geçebilirsiniz. Bu küçülme olayı yalnızca bununla yetinmiyor. Shrink Sense denilen, etrafta normal gözlerle göremediğiniz objeleri de görebilmenize yarayan özelliği kullanımınıza sunuyor.

“Shrink Sense” sayesinde duvarlarda veya yerlerde bulunan çizimleri
görebilir, normalde göremediğiniz platformları görerek üzerlerinden
yürüyebilirsiniz. Bu çizimler tamamıyla size yol göstermek amacıyla
yapılmış. Eğer oyun içerisinde kaybolduğunuzu düşünürseniz, kendinizi
küçülterek etrafa iyice göz atarsanız, ne yapmanız gerektiğini
kolaylıkla bulabilirsiniz.

Histerik misin arkadaşım?

Alice’in
sağlığı dibe dayandığında, Hysteria modu aktif hale gelebiliyor. Bunu
istediğinizde sol analog çubuğa basarak yapabilir, Alice’i histerik moda
sokarak hasar almanızı önleyebilir ve düşmanlarınıza çok daha fazla
hasar verebilirsiniz. Histerik modun da kendine has, oldukça güzel
renkleri ve çizimleri var.

Son olarak da, Harikalar Diyarı’nda
gezinirken birçok gizli geçit, kapı ve yol bulacak, bu yolların
sonucunda şişeler ve dişler toplayacaksınız. Topladığınız dişler, oyunun
başında işlevsiz gibi görünse de, bir süre oynadıktan sonra
silahlarınıza “Upgrade” yani geliştirme yapmanıza yaradığını
öğreneceksiniz. Böylece her gördüğünüz kutuyu, salyangoz kabuğunu
kıracak ve içlerindeki dişleri alacaksınız. Beyaz dişler bir sayılırken,
altın diş bulduğunuzda beş diş olarak sayılacaktır.

Alice’in son sözleri

Seslendirmeler
oldukça güzel, aksanlı konuşmalar anlaşılmayacak düzeyde değil ve
altyazı seçeneği hep aktif şekilde durduğundan konuşulanları rahatlıkla
anlayabiliyorsunuz. İngilizcesi yeterli olmayan arkadaşlar biraz
zorlanacaklar, zira topladığınız “anı” parçaları sesli mesajlar olarak
gelecek ve bu anı parçaları geçmişinizle ilgili birçok detayı ortaya
dökecek.

Karakterlerin sesleri, konuşmaları oldukça
başarılıyken, savaşlarda çıkan sesler de bir aksiyon aratmayacak
düzeyde. Müziklerine gelirsek, atmosferi daha da ilginç hale getiren
müzikler oyun içerisinde çalarken, bir anda aksiyonun başlaması ile
alttan alttan oyuncuya gazı veren müziklerin çalmaya başlaması da
etkileyici.

Alice: Madness Returns’ün çoklu oyunculu seçenekleri
olmaması da bir eksi sayılabilir. Gerçi bu oyunun çoklu oyunculu olması
ne işe yarar, onu da sorgulamak gerek. Çünkü zaten bulmacalar çok
zorlayıcı değiller ve aksiyona da dayalı bir oynanışın çoklu oyunculu
seçeneklerle desteklenmesi bana pek mümkün görünmedi zaten. Belki çok
klasikleşen Deathmach, Capture the Flag gibi çoklu oyunculu modları
oyuna eklenebilirdi, ama eklense de uzun süreli bir oynanışa sahip
olacağını söylemek biraz yalan olur gibi.

Bunlar da benim son sözlerim

Alice:
Madness Returns, benim gibi dinazor oyuncular için çok nadir bulunan
oyunlardan birisi olarak nitelendirilebilir. Piyasada böyle oyunlar o
kadar az bulunuyor ki haliyle bulduğumuz zaman da kaçırmamamız
gerekiyor. İlk oyunu oynayıp beğendiyseniz, Alice: Madness Returns size
fazla bir yenilik sunmayacak belki, ama yine de kesinlikle vakit kaybı
olmayacaktır.

Platform oyunlarını seven biriyseniz ve birkaç
ufak  grafik hatasını göz ardı edebilirseniz, Alice: Madness Returns,
verdiğiniz paranın hakkını size geri ödeyecektir. İyi eğlenceler
dilerim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu