Alien: Isolation
Küçüklüğümden beri sayısız korku filmi izlemiş bir olarak yüzlerce farklı senaryoya, binlerce farklı ölüm sahnesine şahit oldum. O kadar çok korku filmi izledim ki, zamanla hissizleşmeye, normalde beni tir tir titretmesi gereken sahnelere gülüp geçmeye başladım. Evde tek yalnızken tüm ışıkları kapatıp, izleyene hacetini yaptırtan, uykularını kaçırtan filmlerin başına geçtikten sonra, “Tüm yapabildiğiniz bu mu ha?” diye yapım ekibine serzenişte bulunduğumu itiraf edebilirim.
Evin ücra bir köşesinden tıkırtı gelince telefona sarılıp, “Yardım edin!” diye bağıranları özenmeye başlamış, çocukken duyduğum korku hissini bir daha da yaşamayacakmışım diye düşünürken hiç ummadığım bir yerden aldım darbeyi, oyunlardan! Amnesia, Call of Cthulhu, Outlast gibi oyunları tecrübe edince gerçekte filmlerin değil, oyunların daha korkutucu olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Benim için korkunun adresi artık oyunlar oldu. Yakın zamanlarda güncel bir oynanacak korku oyunları listesi oluşturdum. Listenin başına da Silent Hills’i, The Evil Within’i, The Forest’ı ve tabii ki Alien: Isolation’ı ekledim. Bayram telaşını atlattıktan hemen sonra, 80’li yılların bilim-kurgu ve gerilim dolu atmosferine giriş yapma imkanı yakaladım ve Alien: Isolation gerilim dolu atmosferi ile resmen beni benden aldı. Uzun zamandır yaşamadığım bir duyguyu, korkuyu iliklerimde hissettim!
Pişmiş tavuk Amanda Ripley
Hızlıca anlatmak gerekirse, Alien: Isolation ile 1979 yılının bilim-kurgu ve gerilim efsanesi Alien filminin içine resmen ışınlanıyoruz. Yönettiğimiz karakter, Alien filmlerinin başkahramanı Ellen Ripley’in kızı Amanda Ripley. Daha oyunun ilk sahnesinde, aynen annesi gibi efemine yapısı ve elinin de her türlü tamir işine yatkınlığı dikkat çeliyor. Annesinden uzun zamandır haber alamayan Amanda, karşısına çıkan ilk ipucunu takip ediyor ve devasa boyuttaki uzay gemisi Sevastopol’a giriş yapıyor. Ama ne giriş! Daha ilk dakikada tüm işler berbat oluyor ve yaşamla ölüm arasındaki gerilim dolu bir maceranın içinde buluyoruz kendimizi.
Heyecan yüklü açılış sahnesinin ardından hiç alışık olmadığımız bir oyun yapısı karşılıyor bizleri. Elinizi attığınız her cihazın bozuk olduğu, yörüngede bile nasıl durabildiğine hayret edilesi, devasa boyuttaki uzay mekiği Sevastopol içerisinde oradan oraya koşturup duruyoruz. Hiç de misafirperver olmayan ve yabancılardan nefret etmeyi ilke edinmiş mürettebat ise bizi görür görmez izzeti ikramda bulunacağına derhal silahına sarılıyor. İşin kötü yanı ise, elimizde ne doğru dürüst bir silah, ne de işe yarar bir ekipman var. Hal böyle olunca, bize kurşun yağdıran düşmanlardan mümkün olduğunca kaçmaya, saklanmaya ve etrafta bulduğumuz ıvır zıvırları bir araya getirerek de biraz daha hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Dostum uzay mekiği demişsin, enkaz çıktı
Besmelesiz tersane çalışanları tarafından üretilmiş Sevastopol gemisi ise resmen uzayda süzülen bir enkaza dönüşmüş. Dokunduğunuz cisim elinizde kalıyor. Etraftaki her cihaz ya tamire, ya yedek parçaya ya da fazladan güce ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla yapmamız gereken görevlerin çoğu, pil almak için bakkala yollanan evin küçük kardeşi gibi etrafta dolanıp yedek parça bakmaktan ibaret oluyor. Zaten başımıza da ne geliyorsa bir yerden bir yere giderken geliyor ya!
Maceramız boyunca sürekli benzer engellerle karşılaşıyoruz. Kilitli kapılar, çalışmayan asansörler, güce ihtiyaç duyan bilgisayarlar… Kapıları açmanın birkaç yolu var: Elimizdeki elektronik cihaz ile hack’leyebilir, 20-22 uzay tamircisi anahtarı kaba güç kullanabilir ya da etraftaki bilgisayarlar aracılığı ile normal yöntemlerle kilidi açabiliriz. Aşağı yukarı hep aynı görevleri yapıyor olsak da bir iki ayrıntı ile oyuna renk katmayı başarmış yapımcılar. Bunların başında da hack sistemi geliyor. Bulduğumuz hack cihazı ile kapıları açmak için minik bir oyun oynamamız gerekiyor. Ekranda iç içe geçmiş üç cismi bulup hızlı biçimde kapıyı açmaya gayret ediyoruz. Kısa sürede alışılan bu sistem, birbirine benzeyen şekillerin denk gelmesi halinde haddinden fazla zaman alabiliyor. Eğer peşimizde birileri varsa, özellikle de Xenomorph (namı diğer Alien) kokumuzu almışsa, ister istemez telaşa kapılıyor ve kapıyı hack’lemeyi bir türlü beceremiyoruz. Tabii bu durumdan istifade eden düşmanlarımız anında hatırımızı soruyorlar.
Merhamet mi? Ne merhameti? Merhamet ne arar be Alien’da!
Tıpkı Dark Souls oyunlarında olduğu gibi Alien: Isolation’da da sayısız defa öleceksiniz! Zeka yoksunu insan düşmanlar bizi fazla zorlamasa da karşımıza Xenomorph çıkmaya başladıktan sonra öylesine çaresiz bir duruma düşüyoruz ki, adım atmaya korkar hale geliyoruz. Hele bir de android’ler cirit atmaya başladı mı, işler iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.
Yapımcılar daha evvel hiç denenmemiş bir şeye imza atarak, oyunun zorluğunu ve gerilimini had safhaya çıkarmayı başarmışlar. Şöyle ki, Xenomorph’un ne zaman ne yapacağını asla bilemiyoruz. Hani hep deriz ya, “Oyun script’lerden oluşuyor,” diye. Belli bir noktaya geldiğimizde önceden planlanmış bir olay gerçekleşir ve oyunu kaç defa oynarsanız oynayın, hep aynı yerde, hep aynı olay ile karşılaşırsınız. İşte bu sistem Alien: Isolation’da çöpe atılmış. Xenomorph bir kere etrafta dolanmaya başladı mı, ne zaman ortadan kaybolacağı, ne zaman ve nereden çıkacağı kesinlikle belli değil. Her an tetikte olmamız ve hiç ummadığımız anda ölmeyi de göze almamız gerekiyor.
Maceranın çok büyük kısmında köşe bucak kaçacak, sessizce ilerleyecek, ölecek, dolapların içine saklanacak, bulduğumuz yedek parçalardan işe yarar ekipmanlar oluşturacak, tekrar ölecek, bozuk cihazları tamir edecek, elektronik sistemleri hackleyecek ve yeniden öleceğiz! Abarttığımı düşünebilirsiniz, ama sağlam bir oyuncu değilseniz, kafasına göre takılan ve ne yapacağı asla belli olmayan yapay zekaya karşı hareket etmek gerçekten çok zor ve bu belirsizlik ister istemez oyuncuyu haddinden fazla geriyor.
Özellikle oyunun başında sunulan sisteme alışmak zor olduğu için, ölmek sıradan bir hale geliyor. Şunu kabul edelim ki son yıllardaki her oyun hatalarımızı telafi edecek imkanlar sunduğundan kolaya alıştık. Dark Souls gibi “old-school” sisteme sahip olan, en ufak hatada hemen cezayı kesen oyunlarla karşılaşınca da ister istemez burun kıvırıyoruz. Elimizde yeterince ekipman olmadığından, çaresizce köşelerde saklanıp tehlikenin geçmesini beklerken, Xenomorph’un aniden gelip canımızı almasına öyle bir anda alışmak kolay değil. Hatta pek çok oyuncu daha ilk görevde gamepad’i veya klavyeyi camdan aşağı fırlatabilir.
Gerildim ya la! Niye gerildim la? Bağça da yemedim.
En kolay moda oynasanız bile, Xenomorph tarafından fark edildiğiniz anda “Eşhedü” bile diyemeden ruhunuzu teslim ediyorsunuz. Bu kadar çok ölünce de oyunun kayıt sistemi önem kazanıyor. Ne yazık ki burada da yapımcılar yüzümüze gülmemiş. Aslında gülüyorlar ama şeytani bir surat ifadesi ile… Oyunun kayıt sistemi belirli aralıklarla yerleştirilmiş kayıt cihazları sayesinde işliyor. Dolayısıyla düzenli aralıklarla bu cihazlara uğramak ve yaptıklarımızı kaydetmek zorundayız. Tabii iş bu kadar kolay değil. Diyelim ki belirli bir görevi yaptığınız ve gideceğiniz yeni yerde başınızın belaya gireceğini düşünüyorsunuz. “Gideyim de oyunu bir kaydedeyim, ne olur ne olmaz” deyip kayıt noktasına koşarak giderseniz fark edilebilir ve Xenomorph maması olabilirsiniz. Daha da kötüsü, tam kayıt cihazınıza kartınızı yerleştirirken Xenomorph’un kuşluk vakti yemeği olmuşluğum var, uyarayım.
Ölmek bu denli sıradan ve kolay bir şey olunca insan tedirginlikten bir türlü kurtulamıyor. Koridorun sonuna gitmeniz gerekiyorsa, “Ya tavandan aşağı inerse?” diye kendinize sormadan edemiyorsunuz. İnsan öylesine tedirgin oluyor ki, sürekli arkanızı sağlama almak, duvara sırtınızı vererek ilerlemek istiyorsunuz. Başka bir oyunda daha bu denli arkama bakarak ilerlediğimiz hatırlamıyorum. Xenomorph, her an her yerden karşımıza çıkabileceği için milim milim ilerlemek zaruri oluyor.
İlerleyen aşamalarda Alien filmlerinin klasikleşmiş hareket algılayıcı radarına kavuşuyoruz. Hemen sevinç çığlıkları atmayın, çünkü bu cihaz insanı rahatlatacağına daha da fazla geriyor. Vakti zamanında askerde kullandığımız mayın detektöründen bile daha kullanışsız ve ota böceğe öten bu cihaz, düşmanın nerede olduğunu net biçimde açıklayamadığından sinir krizi geçirmemize neden oluyor. Cihaz, üzerimize doğru yaklaşan objeleri sinyal ile belirtiyor ama Xenomorph ile aynı katta olup olmadığımızı bilmek imkansız. “Karşıdan mı, yukarıdan mı, yoksa aşağıdan mı gelecek bu zalim yaratık?” diye paranoya yapıp, “Uzay mühendisliği de, radar uzmanlığı da yerin dibine batsın!” isyanı eşliğinde oyunu kapamanız olası.
Alet yok, edevat yok, silah yok, peki ne var he?
Biraz zorlama da olsa akıllıca oluşturulmuş bir envanter üretme sistemi sunuyor Alien: Isolation. Etrafta bulduğumuz cisimlerden pek çok enteresan cihazı oluşturabiliyoruz. Bu aletleri ortaya çıkarmak için öncelikle etrafa dağılmış olan şemaları edinmemiz gerekiyor. Zaten senaryo gereği yolumuzun üzerinde olan bu şemaları edindikten sonra gerekli parçaları bir araya getirip hayatta kalma süremizi uzatacak eşyalara sahip oluyoruz. Ekipman derken öyle hayalinizde mühim şeyler canlandırmayın. Post-apocalyptic temalı, Fallout benzeri oyunlarda olduğu gibi uyduruk görünüşlü ama işe yarayan silahlar üretiyoruz.
Doğruyu söylemek gerekirse, edindiğimiz tüm ekipmanlar bizi bir süre daha hayatta tutmaya ve dikkati farklı yönlere çekmek üzerine kurulu. Yani oyunun başındaki altıpatları avuçlarınızın arasına aldığınızda, “Ben bunu Xenomorph’un alnının çatına dayarım, diz çöktürür yalvartırım,” diye hayaller kurmayın. Tabanca ile Alien’a ateş etmek, su tabancası ile bronz heykeli delip geçmeyi ümit etmek kadar boş bir heves. Filmlerinde yıllarca boşuna “Perfect Organism (Mükemmel Organizma)” diye bahsetmiyorlar bu sevimsiz canlı için. Hiçbir şey işlemiyor mübareğe…
Hikayenin uzunca bir bölümünde, “Umarım beni bu dolabın içinde bulamaz,” diye dua edip, canına yandığımının gemisinde biçare dolanıp durduktan sonra nihayet alev makinesini ele geçirince biraz sözümüz geçmeye başlıyor. Her merminin, her patlayıcının ve her objenin altın değerinde olduğu oyunda, bol keseden hiçbir şeyi ziyan etmemek gerekse de, başka çarenin olmadığı durumlarda alev makinesini kullanarak Xenomorph’u biraz uzaklaştırabiliyoruz. Alev makinesi, Xenomorph’u ne öldürüyor, ne de süründürüyor, ama en azından bize biraz zaman kazandırıyor.
Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye…
1979 yapımı Alien filmine hayranlık duyuyorsanız veya 80’li yılların bilim-kurgu filmlerindeki gemi tasarımlarına aşinaysanız, Alien: Isolation’ı oynarken göz pınarlarınızdan masum bir damla süzülmeye başlayabilir. Yapımcılar, gemi tasarımına fazlasıyla önem vermiş ve ilk Alien filminde ne gördüysek hepsini aynen yansıtmayı başarmışlar. O yıllarda kullanılan, sadece yeşil renk gösteren monochrome monitörleriyle olsun, cihazlardan gelen sesleriyle olsun ve bölüm tasarımları ile olsun, 80’li yıllardaki fütüristik bilim-kurgu temasını aynen yansıttıklarını söyleyebilirim.
Öncelikle sevimli yaratığımız Xenomorph’tan bahsedecek olursak, diğer tüm karakterlere nazaran çok daha detaylı ve gerçeğine uygun yapıldığını söyleyebilirim. Üzerinde fazlasıyla uğraşıldığı her halinden belli. Diğer karakter modellemeleri günümüz oyunları için sıradan geliyor olsa da özellikle android’ler için seçilen sinir bozucu ve rahatsız edici tasarımlar iyi akıl edilmiş. Karanlık bir odada, gözlerinde iki küçük lamba yanan android’lerin yanınıza gelip, “Bir sorun mu var?” diye sordukları anda duyduğunuz tedirginlik başka bir oyunda daha hissedemezsiniz. Her ne hikmetse her daim terli olan karakterler, zaman zaman boş gözlerle baksa da asıl önemli olan oyunun atmosferi olduğundan grafiklerdeki bazı eksiklikle çok da göze batmıyor.
Ses ve müzik konusunda bu oyuna kötü bir söz söyleyecek kimse çıkmaz herhalde. Tüm sesler orijinal filme sadık kalınarak oyuna aktarılmış. Müzikler ise sürekli insanı tetikte tutan, her an bir şey olacakmış hissi ile paranoyanın zirvesine sürükleyen bir yapıya sahip. Zaman zaman sırf müziklerdeki gerilim yüzünden insan yolunu ve ilerleyiş şeklini değiştirebiliyor.
Kusursuz organizmanın kusurlu oyunu
Sanırım olayı neticeye bağlamanın vakti geldi. Açık konuşmak gerekirse, Alien: Isolatıon’ı ilk oynadığımda, “Bu ne kardeşim!” diye evin içinde bağırdım. Kardeşimi çağırıp, biraz izlemesini istedim. Yıllarca oyun oynamış, en azından benim yanımda hemen her oyun hakkında fikir sahibi olmuş kardeşim de, “Bu ne biçim oyun ya! Hadi Mordor’u aç!” deyince, “Oyun gerçekten de kötü galiba,” diye düşündüm.
Bayramın son günü, Mordor’un önde gelen Warchief’lerinin omuzları üzerinde baş bırakmadıktan sonra, inceleme yazacağımı da hesaba katıp Alien’a istemeyerek de olsa geri döndüm. Biraz oynadıktan sonra fikrim değişmeye başladı. Fikrim değiştikçe daha çok oynadım, daha çok oynadıkça oyuna daha çok bağlandım. Alien: Isolation bugüne kadar hiç tanık olmadığımız bir oyun sistemi sunuyor bize. Kimi bu oyuna sıkıcı diyebilir, kimi zor olduğunu düşünebilir, kimi neredeyse hiç ateş etmediği için üfleyip püfleyebilir, kimi ise biraz daha şans verip, neyin ne zaman olacağını asla tahmin edilemeyen havasına aşık olabilir.
Kalburüstü sitelerin verdiği akıl almaz seviyedeki düşük puanlara bence aldırmayın. Görevler kendini tekrar ediyor, tamam; tek yaptığımız saklanmak ve kaçamak, eyvallah; silahlarımız ve ekipmanlarımız neredeyse hiçbir işe yaramıyor, kabul; Xenomorph’un ne zaman ne yapacağını kestirememek oynanışı baltalıyor… Hop! Orada durun bakalım! Oyunun asıl güzelliği de o ya zaten! Ne zaman ne olacağını bilememek, her an tedirgin ve tetikte olmamızı sağlıyor. İşte bu yüzden gerilim hep üst seviyede kalıyor.
Eğer amacınız kaşınıza çıkanı vurmak; insanları, android’leri, yaratıkları kurşun yağmuruna tutup karpuz gibi patlatmak ise bu oyundan hiç medet ummayın. Amnesia gibi, Call of Cthulhu gibi, Outlast gibi çaresiz biçimde düşmandan kaçmak ve gerilimi ama gerçek gerilimi yaşamak istiyorsanız, bence Alien: Isolation’a bir şans verin.