Artık her oyun açık dünya mı olmalı?
Eşsiz bir senaryo eşliğinde, ustaca düzenlenmiş haritalardaki olay örgüsü üzerinden sistematik bir şekilde ilerlemek mi yoksa uçsuz bucaksız bir dünyada dilediğiniz şeyi dilediğiniz zaman yapmak mı, yoksa her ikisi de mi?.. Zor bir seçim gerçekten.
Bundan yaklaşık bir on sene önce, açık dünya tarzı oyunların çok bir örneği yoktu. Ne vardı mesela? Grand Theft Auto vardı, True Crime vardı, Godfather’ın oyunu vardı. Açık dünya tarzı oyunlar hep vardı ancak on sene önce günümüzdeki kadar yaygın değildi. Oyun firmaları daha çok oyunculara düzgün ve uzun soluklu hikayeler sunabilmek adına bütün yoğunluğu o yöne verip açık dünya bazlı bir oyun yapmaya çekiniyor veya uğraşmıyordu. Zaten her oyun da bu sistemi iyi kotaramazdı. Bu yüzden çok da gerek yoktu her oyunda bulunmasına. Peki günümüzde ne değişti?
Artık forumlara, sosyal medya yorumlarına, hatta bizim sitemizdeki yorumlara bile baktığımızda açık dünya olmayan oyunlara yönelik bir burun kıvırma akımının başladığını rahatlıkla görebiliyoruz. Yeni bir oyun çıkacağı zaman ilk sorulan sorulardan birisi ‘açık dünya olacak mı?’ oluyor. Oyun yapımcıları da sanki bu her oyunda olmalıymış gibi, açık dünya elementini çıkan tüm oyunlarda kullanmaya başladı. Şöyle geriye dönüp son birkaç senede çıkmış oyunlara bakın. Neler var aklınıza gelen? Witcher 3, Metal Gear Solid V, Rise of the Tomb Raider, Just Cause 3, Division ve buna daha bir sürü örnek verilebilir. Üstelik bu oyunlara ek olarak çıkış tarihi yaklaşmakta olan yeni açık dünya tarzı oyunlar da var. Bunun en büyük örneklerinden birisi hiç kuşkusuz Final Fantasy XV’tir.
Peki bu oyunlarda açık dünya gerçekten önemli mi? Şahsi fikrimi söylemem gerekirse aralarında sadece Witcher 3 ve Just Cause 3’ün açık dünya işini iyi kotarabildiğini söyleyebilirim. Geri kalanları sanki ‘ya herkeste var bizde de olsun’ dercesine konulmuş gibi. Kocaman dünyalarının olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu dünyalar ne kadar dolu, doluysa da ne kadar kaliteli materyal ile dolu? Bu soruyu sormak gerekiyor. Mesela kendimden örnek verecek olursam, Rise of the Tomb Raider’ı sadece hikaye akışı için oynadım ve bitirdikten sonra bir daha yüzüne bakmadım. Bu oyunun kötü olduğunu ve oynamaya değmediğini kesinlikle göstermiyor. Ancak açık dünyası çekici mi? Bence değil. Haritanın belirli noktalarına serpiştirilmiş gizli lahitler bir oyunun açık dünya olması için yeterli değil.
Keza Metal Gear Solid V de öyle. Oyunun gerçekten büyük iki haritası var ve her iki harita da çok büyük yüzölçümüne sahip. Ancak içerik olarak farklı şeylere sahip mi? Pek değil. Bir yerden sonra yaptığınız yan görevlerin bile neredeyse hep aynı yerde geçmekte olduğunu fark ediyorsunuz. İnsan böyle durumlarda soruyor. Yahu gerçekten gerek var mıydı açık dünya olmasına?
Burada şöyle düşünüyor olabilirsiniz elbette. Arada bir gireyim, bir saat haritada takılıp çıkayım gerisi önemli değil. Bunu söylemekte de çok haklısınız. Hepimizin her zaman oyun oynamaya vakti olmuyor ve bu tür açık dünyalı oyunlar da bu gibi durumlarda yardımımıza koşuyor. Ancak her oyunu bu etmeni yüzünden görmezden mi gelmeliyiz? Bence hayır.
Artık oyun yapımcıları bu düşünce tarzı nedeniyle ‘ben açık dünya çıkarayım da gerisini koyver gitsin’ diyebiliyor. Yani açık dünyanın sunduğu kaliteye önem vermeyen, sadece açık dünya olması için yapılan oyunlar çıkıyor karşımıza. Bana kalırsa Rise of the Tomb Raider bu tür bir oyundu. Gerçekten güzel bir deneyimdi ancak dolu bir açık dünya mıydı? Hayır.
Son zamanlarda çıkan en iyi açık dünya örneği kesinlikle Witcher 3’tür. Bu konu hakkında elbette tartışabiliriz ancak sunduğu farklı içerik türü ve atmosferi sayesinde açık dünyalı bir oyunun nasıl yapılacağını tüm oyun firmalarına hakkıyla gösterdi. Elbette Witcher 3’ü sevmeyenleriniz de vardır ancak gerçekleri masaya serdiğimizde subjektif değil de objektif olmak gerekiyor.
Yaklaşmakta olan Final Fantasy XV’i ele alalım. Final Fantasy oyunlarının genelinde olay oyunun yarısına kadar tek düze ilerler, yarısında seyahat aracını alınca açık dünyaya dönüşürdü. Yapımcı firma bu kez Final Fantasy XV’te farklı bir yola sapıyor. Oyunun ilk yarısı açık dünya, ikinci yarısı ise tek düze hikaye olacak. Bakın bu güzel bir şey. Oyunculara istenilen her iki şeyi de vermeyi amaçlıyorlar. Açık dünyadan sıkıldığınız anda görevlerden ilerleyip hikayeye odaklanabilir, ya da direkt olarak hikayeye dalmayıp açık dünyada günlerinizi harcayabilirsiniz. Square Enix güzel bir şey yapıp bu iki seçeneği de oyunculara sunuyor.
Division’a bakın. Koca bir şehirde geçiyor ancak girdiğiniz her sokak, her ev, her yeraltı yerleşkesi neredeyse birbirinin aynı olarak tasarlanmış. Eh peki ne anlamı kaldı açık dünya olmanın? Bunu yapmak yerine ustaca tasarlanmış daha ufak bir harita yapsalar oyunun ömrü daha uzun olmaz mıydı? Kesinlikle olurdu. Bunun en güncel örneği için No Man’s Sky’a bakabilirsiniz. Yapımcı trilyonlarca gezegenin erişilebilir olacağını söylemişti. Ancak hepsi rastgele yapılmış, ne idüğü belirsiz gezegenler olarak karşımıza çıktı. Bunun yerine 25 liralık Subnautica’nın yapımcısı gibi tüm haritayı ustaca, her ince detayına kadar tasarlasa daha iyi olmaz mıydı? Trilyonlarca gezegen olacağına sadece birkaç gezegen olsa ama bu gezegenlerde müthiş tasarlanmış bir olay örgüsü ve çevre görsek daha mükemmel olmaz mıydı? Oyun da bu kadar eleştiri ile karşılaşmamış olurdu.
Artık sadece açık dünya adı altında anılmak için oyunları bu şekilde ‘yarım halde’ çıkaran firmalar çoğalmaya başladı. Kaliteye değil, açık dünyanın uzunluğuna önem veriliyor. Böyle giderse yakında kaliteli bir hikaye yerine sadece açık dünyasına yoğunlaşılmış oyunlar göreceğimize eminim.
Ben fikrimi söyledim. Şimdi söz sizde. Gerçekten her oyun açık dünya olmalı mı, yoksa sadece bu işi kotarabilen firmalar mı yapmalı bu işi?