Bioshock Infinite: Burial at Sea Part 2
[EDİTÖRÜN NOTU: Bioshock 1, Bioshock Infinite ve Burial at Sea Part 1’i bitirmediyseniz bu incelemeyi okumamanızı tavsiye ederiz. Zira hikâyesi doğrudan bu oyunlarla bağlantılı olduğundan inceleme önceki oyunlarla ilgili bazı bilgiler içermektedir.]
Bioshock Infinite’i bitirdikten sonra kendimi sersemlemiş gibi hissetmiştim. İlk dumur anını atlattıktan sonra yaklaşık 1 haftamı internetin en ücra köşelerindeki teorileri araştırır ve kuantum fiziği üzerine makaleleri okur halde bulmuştum. Hepsi de Bioshock Infinite’in hikâyesini biraz daha iyi anlayabilmek, o şok edici son anda neler olup bittiğini idrak edebilmek adınaydı. Burial at Sea’nin ikinci bölümünü bitirmiş olduğum an itibariyle yine aynı hissiyat içerisindeyim. Infinite’in sonu kadar allak bullak olmamış olsam da ağzımda acı tatlı bir hissiyatla Rapture ve Columbia’nın birleştiği noktada durup yine sorularıma cevap arıyorum…
Irrational Games’ten oynayıp oynayabileceğimiz son oyun Burial at Sea. Adeta bir veda hediyesi hatta. Bioshock Infinite’in geneli boyunca sevip benimsediğimiz Elizabeth’in gözlerinden bakıyoruz bu sefer Rapture’a.
KAFES Mİ, YOKSA KUŞ MU?
Yine bir Ken Levine ve Irrational klasiği olarak ilk andan itibaren ayaklarınızı yerden kesiyor Burial at Sea – Part 2. İlk bölüm zaten oldukça heyecan verici ve dumur edici bir şekilde bitmişti hatırlarsanız. İkinci bölüm de sanki araya hiç de aylar girmemiş gibi aynı noktadan alıp götürmeye başlıyor hikâyeyi. Yine yüzünüze tokat gibi çarpan bazı açıklamalardan sonra önceki oyunlardan tanıdık, ancak gördüğünüze pek de sevinmeyeceğiniz bir yüz çarpıyor: Frank Fontaine, yani Atlas’ın ta kendisi. Elizabeth’i Atlas’la olan bu karşılaşmasından sağ kurtaran tek şey ona en istediği şeyi teklif etmesi oluyor: “Rapture’a dönmeni sağlayabilirim!” Böylece ilk oyun ve Infinite arasında bir köprü görevi görmeye başlıyor Burial at Sea. Ve aslında en başından çok ayrı sandığımız Rapture ve Columbia’nın kaderlerinin nasıl da birbirlerine bağlı olduğunu fark etmeye başlıyoruz…
Elizabeth olarak oynamak gerçekten de Booker olarak oynamaktan farklı bir deneyim. Booker olarak oynarken çok daha agresif davranabilir, elinizdeki silahlar ve güçler yardımıyla en çetin düşmanları bile dize getirebilirdiniz. Ancak Elizabeth yırtıkları açma gücünü de yitirmiş olduğu için nispeten daha savunmasız ve daha kırılgan bir karakter. Bu da onunla oynarken karşınıza çıkan düşmanlara karşı yaklaşımınızı baştan aşağı değiştiriyor.
Yeni eklenen gizlilik mekanikleri sayesinde rakiplerinize tuzak kurmalı, onları şaşırtmalı ve işinizi mümkünse gözükmeden halletmelisiniz. Varlığınızdan habersiz düşmanları arkalarından yaklaşıp tek hamlede bayıltabilseniz de, orada olduğunuzu bilen Splicer’ları herhangi bir şekilde etkisiz hale getirme şansınız yok. Ne kadar vurursanız vurun, en fazla bir iki saniyeliğine sersemliyorlar. Bu da gizliliği bir nevi gereklilik haline getiriyor. Alternatif olarak etrafta dolaşan Big Daddy falan görürseniz onu “Possession” plasmid’iyle kontrol altına alıp ufak çaplı bir katliam yaratabilirsiniz. Ama plasmid’inizin süresi bittiği anda Big Daddy sizin tepenizde biteceği için zorunda kalmadıkça bu taktiğe pek de güvenmemek gerek.
Öte yandan aslında Elizabeth ilk anda gözüktüğü kadar da savunmasız değil. Oyuna yeni eklenen Crossbow silahı doğru kullandığınızda harikalar yaratabilecek bir çok yönlülüğe sahip. Belli bir noktaya attığınızda alarm sesi çıkartarak düşmanların dikkatini çeken, vurduğunu anında devirip uykuya daldıran ve patladığı noktada çıkan gaz bulutu sayesinde birden fazla düşmanı bayıltan oklara oyun boyunca sık sık güvenmek durumunda kalacaksınız. Gerçi eğer iyice kastıracağım derseniz yeni “Peeping Tom” plasmid’i sayesinde duvarların arkasını görüp görünmez olabilir ve kimseye görünmeden ve ilişmeden de oyunu bitirebilirsiniz. Bu açıdan açık uçlu bırakılmış olması hoşuma gitti doğrusu.
SABİTLER VE DEĞİŞKENLER…
Hikâyeye daha da değinip oyunun sizin için hazırladığı sürprizleri iyice açık etmek istemiyorum doğrusu. Ancak oldukça rahatsız edici sahnelerle karşılaşmaya kendinizi hazırlasanız iyi edersiniz. Gerçekten de FPS kamerasının avantajını kullanarak bir oyunda görüp görebileceğiniz en rahatsız edici sahnelerden bazılarının altına imzasını atmış Irrational Games. Bunun dışında nostalji hissinize hitap eden ve hatta önceki oyunlarda gerçekleşmiş ancak iç yüzünden hiç haberinizin bile olmadığı bazı olaylara ışık tutma açısından da enteresan bazı gelişmeler var oyun boyunca. Bu konuda tek sıkıntım, her ne kadar hakkında bazı yeni detaylar öğrensek de Songbird’ün gerçek kimliği konusunun fazlasıyla havada kalması oldu. İnternetteki yorumlara bakacak olursak bir çok oyuncu da bu durumdan pek hoşnut kalmamış…
Kısaca toparlayacak olursam Burial at Sea, sıradan bir DLC gibi değil de Bioshock 1 ve Bioshock Infinite’ten oluşan bir üçlemenin eksik parçası olarak oturuyor resme.Bioshock 1’e ait kısa bir özet film konulmuş olması da olayların nasıl doğrudan birbirine bağlandığını daha iyi anlamanıza yardımcı oluyor zaten. Her ne kadar oyunu bitirdikten sonra hikâye hakkındaki bazı teorileri okuduğumda ciddi şekilde can sıkan bazı hikâye açıklarını farketmiş olsam da, genel bütünlüğü hiç de fena olmamış bu DLC’nin. Üstelik de çok kısa süren Part 1’in aksine aşağı yukarı 5-6 saatlik bir oynanış süresi sunuyor olması da cabası. Irrational’ın bu acı tatlı veda hediyesini Bioshock serisini seven herkesin oynayıp tecrübe etmesi şart.