Broken Sword: Shadow Of The Templars

Bir göz, kapanıp açılır.

Daha sonra bir kuzgun’ a ait olduğunu anladığımız o gözden görürüz Paris’ in ve
Eiffel Kulesi’ nin muhteşem manzarasını. Ekranda bir yazı belirir, harikulade
bir orkestral çalışma, kulakların pasını silen müziği ile ’Broken Sword: Shodow
Of The Templars’.

‘Bu milenyumun sonu, Paris’te sonbahar, aşk, hüzün ve ölüm ‘.

Bu sözlerin ardından kahramanımız ile ilk kez karşılaşırız Bistro Cafe’ nin
garsonu tarafından kendisine kahve servisi yapılırken. Ardından şapkalı,
gözlüklü ve elinde evrak çantası ile yaşlı bir erkek peyda oluverir. Garson ile
çarpıştıktan sonra içeri girer. George kahvesini yudumlarken yanına bir Palyaço
yaklaşır, elindeki akerdeon ile. Sokaktaki masaları (ve pek tabi George’u)
geçerek hızla içeri dalar, yaşlı adamın çantasını kapar ve yerine kendi
akerdeon’ unu koyarak cafeden uzaklaşır. Birkaç saniye sonra şiddetli bir
patlama gerçekleşir. Cafe yerle bir olmuş, kahramanımız kendini enkazın altında
buluvermiş, yaşlı adam ölmüş, George içinse yepyeni bir hayat başlamıştır!

Sarışın, hafif ukala ama espirili, sevimli bir tip, az önce kurtulduğu garip
patlamanın ardından pek çoğumuzun yapacağının aksine, neler oluyor diyerek
başlıyor iz sürmeye. Patlamanın yaşandığı Cafe Bistro’nun tam karşısındaki
sokağa atıyor adımını, sağı solu kurcalıyor ve nihayetinde ‘aşırdığı’
(adventure, item’lar ve aşırmak…yakın şeyler değil mi?) levye ile lağıma
dalıyor.

Patlamaya sebep olduğunu düşündüğü Palyaço’nun ardında bıraktığı birkaç parça
şeyi topluyor, yolun sonunda ki merdivenlerden yukarı doğru tırmanmaya başlıyor
ve… ‘Revolution Software’ in o klas logosu ile karşı karşıya kalıyoruz.

Demo’ nun sonu!

Bu şaheser ile (ki neden benim için öyle olduğunu yazının geri kalanında elden
geldiğince açıklamaya gayret göstereceğim) ile tanışmam sevgili kuzenimin evine
tahminimce 1995/1996 yılında yaptığım ziyaret ile gerçekleşmiş idi.

Yukarıda kısaca anlattığım demo’ nun ardından benim için yeni bir dönem başladı.
Oyunun içerisinde sık sık adı geçen Tapınak Şövalyeleri adlı örgüt, Baphomet
mit’i, Paris’in o güzel ve acı dolu,karanlık yüzü (Mauntfaucon Meydanı)…
Merak uyandıran ve araştırılması gereken pek çok yeni şey. Adventure türünden
hoşlanan kesimin temel gerekçesi de budur sanırım. FPS’lere nazaran (Half Life
gibi sağlam örnekleri ayrı tutuyorum tabi) kaliteli olması şartıyla,
adventure’lar oyuncuya özel birşey vaad eder! Bir kitabı canlı olarak görmeyi!

Rovolution Software adlı ingiliz manşeli firma tarafından 1996 yılında, Virgin
Interactive’in dağıtımını üstlendiği oyunumuz, son on yıla adını yazdıran
başarılı birkaç adventure oyunundan biridir şahsi kanaatimce. Peki neden?Paris …. Ölmek İçin Güzel Bir Şehir!

Oyunun tamamı 2D olarak tabir ettiğimiz ve adventure janrına (türüne) en
yakıştığını düşündüğüm şekilde hazırlanmış. Önceden –başarıyla- hazırlanmış,
çizilmiş, renklendirilmiş arka planlar üzerine konuçlandırılmış olan aktif
objeler ve npc’ler vasıtası ile gözlerimizi güzelce bayram ettiriyor.

Doğru kullanılmış renk paleti ile oluşan o melankolik, hüzünlü mekanlar
sayesinde oyuna alışmak, o dünya’nın içerisine girmek oldukça kolay oluyor.

Özellikle ziyaret ettiğiniz ülkelerin kendine özgü kültürünü, atmosferini
hissetmeniz için herşey yapılmış. Karakterlerin kostümlerinden tutun,
bulunuğunuz ülkedeki hakim olan renklere kadar herşey son derece uygun ve
gerçekçi.

Kısacası oyunumuz atmosfer konusunda tam puan almayı başarıyor. Bu da kendimizi
gizemi çözmeye adamamıza yardımcı oluyor. Bir başka sebep de oldukça doğal ve
zaman zaman yerlere yatmanıza sebep olacak espirili replikler(ki yine de Monkey
Island’ın üzerine tanımam bu konuda). Buna en büyük katkıyı da George ve
karşımıza çıkan absürd tipler sağlıyor. Örneğin biraz sonra levyesini
araklayacağımız, kazı yapan işçi ile aramızda şöyle bir dialog geçiyor ;

(Gergoe’un verdiği gazeteyi hızlıca karıştıran yaşlı işçi, manşeti yüksek sesle
okumaya başlar)

– Peehh, Yunuslara Özgürlük!? Hah, aptal balıklar(!). Saçmalık… Derim ki,
hepsini yakalayıp yemeli Kızartarak tabi!

Dialoglar bir yana, sık sık başımıza gelecek olan abes durumlarla da yerlere
yatmanız olası.
Başka hangi oyunda, klozet fırçası yüzünden, İngiliz Bayrağı desenli önlüğü ile
eli bıçaklı bir Suriye’li Kebapçı tarafından ölesiye kovalanabilirsiniz ki?

Serinin ikinci oyunu olan The Smoking Mirror’ın da müziklerini yaratan
Barrington Pheloung’un büyük bir başarıya imza atarak yarattığı çalışma, başta
kahramanımız George Stobbart’ a sesini veren Rolf Saxon ve ziyaret ettiğimiz
ülkedeki karakterlerin (evet, İspanya, İrlanda, Suriye, Paris, İskoçya arasında
mekik dokuyacağız) İngilizce’yi kendi dillerinin aksanları ile konuşmaları ve
kısa sürmelerine rağmen sizi hemen oyunun içine çeken ara sinematikler, sizi
oyuna bağlayan diğer unsurlar. İşte sağlam bir oyunun küçük parçaları!

Kıssadan hisse, Revolution Software karşımıza sıkı bir çalışma neticesinde
yarattığı bir oyun ile çıkmış. Bir zamanların adventure fabrikası Lucas Arts’ın
her daim yaptığı gibi. Hoş, son yıllarda sevgili Lucas, ‘Para, Para, Para’
ilkesini baştacı ederek biz adventure hastalarının onlarca kez oynayıp bitirdiği
Monkey Island serisi ya da Grim Fandango gibi ‘çok’ başarılı oyunları bir kenara
atıp, yine çok sevdiğim Star Wars efsanesini sömürdü, seri üretime geçirdi
ama… yapabileceğimiz birşey yok.Klasik bir point-click örneği olan oyunumuzda, gerekli bilgileri aldıkça, Paris
içerisinde dolaşmamıza ve diğer ülkelere gitmemizi sağlayan harita üzerinde
ilgili mekanlar tek tek aktif oluyor. Sonrasında ise o mekana gidip, gerekli
konuşmaları yapıyor, patlamaya sebep olan katil hakkında bilgiler alıyor, her
zaman ki gibi çeşitli item’ lar aşırıyor, anlık kararlar vermek zorunda
bırakılıp, ölüm kalım savaşı veriyor, ufak bir dalgınlıkta kendimizi bir çuvalın
içinde nehre atılırken ya da devasa taş kapıların altında ezilirken bulabiliyor.
Paris’in yeraltı kanallarında Neo-Templar’ların ritüellerine tanık olup,
sinematikler vasıtası ile de olayların ardında basit bir cinayetten öte neler
döndüğünü şaşırarak öğreniyoruz.

Daha evel de dediğim gibi oyun boyunca çeşitli ülkelere ‘mecburi’ ziyaretlerde
bulunuyoruz. Kısacası pek çok mekan gezip, pek çok da karakter ile etkileşime
geçeceğiz! Bunlar arasında evlere şenlik sesi ve heybetli cüssesi ile Lady
Piermont (ki serinin üçüncü bölümünü oynayanlarınız kendisini hatırlayacaktır),
telekinetik güçleri olduğunu iddia eden karizmatik dedektif Rosso, kendisini
duvara çivilemekten büyük bir haz alacağınız Adre Lobineu, salak Flap ile sinsi
Guido adlı gansterler, her daim arkamızdan gölge gibi süzülecek olan Mr. Khan ve
serüvenini nihayetine dek bize yardımda bulunan La Liberte gazetesi, serbest
muhabiri afet-i devran Nicole Collard.

Bu arada bazı adventure oyunları göz önüne alındığında, oldukça sade ve bir o
kadar da kullanışlı bir arayüzün olduğunu görüyoruz. Ana Menü’de ses ve grafik
ayarlarını, karakterlerin/oyunun hızını ayarlayabiliyor ve yine bu menü vasıtası
ile save/load işlemlerinizi gerçekleştirebiliyorsunuz.

Inventory’mize eklediğimiz item’ları ise, mouse’umuzu ekranın en üstüne
sürüklediğimizde açılan transparan bant vasıtası ile görebiliyor, buradan diğer
item’lar ile çeşitli kombinasyonlar yapabiliyoruz. NPC’ler ile olan
dialoglarımızda ise konuşma seçenekleri, bu sefer de ekranın en altındaki bant
ile gerçekleşiyor.

Oyun genelde mantık yürütme üzerine kurulu bulmacalar içeriyor. Yani Monkey
Island serilerinde olduğu gibi dinamit’i ördek’e bağla, ördeği tramplene koy,
zıplat, item’ı kap temalı uçuk bulmacalar yok.

Buna rağmen çözümü basit olup, sizi epey zorlayacak bulmacalar da yok değil.
İrlanda’da karşımıza çıkan ‘sevimli’ keçi ve ondan kurtulmak üzere olan
mini-puzzle gibi. Ya da ‘bira makinesini boz/ tamir et/ mahzene iniş biletini
kap’ temalı sekanstaki gibi. Bunun gibi sinir bozucu örneklerin haricinde,
bulmacaları çözmek konusunda fazla zorluk çekmeyeceksiniz. Genel olarak orta
zorlukta diyebiliriz BS:SOTT için.

Kırık Kılıç’ ı Arayış

Karşımızda büyük bir emeğin ve özverinin neticesi duruyor. Oynanmayı, oynanıp da
bitirilmeyi hak eden, gizemli, komik, hüzünlü ve çok sürükleyici macera.
Geçtiğimiz yılın başlarına doğru piyasaya çıkan Broken Sword 3: Sleeping
Dragon’ı oyadıysanız (ve beğendiyseniz) serinin en iyisi olan bu ilk oyunu
edinmenizi şiddetle tavsiye ederim. BS: SOTT’ı bitirdikten sonra, üçüncü oyunda
anlamadığınız çeşitli noktalarında aydınlandığını göreceksiniz. Tabi Sleeping
Dragon’dan evel, ikinci oyun olan The Smoking Mirror’ı oynamaya dalmadıysanız.

Linkler
https://www.sold-out.co.uk
(Oyunu bu adresten aşağı yukarı 15ytl’ ye evinize getirebilmeniz mümküdür).

https://ss.theneb.co.uk/downloads/bs1demo.exe
(Oyunun 90mb’lık demosu).

https://ss.theneb.co.uk/downloads/bs1trailer.zip
(Oyunun Trailer’ ı).
https://www.scummvm.org/
(Bu dahil pekçok eski oyunu WinXp’ de sorunsuz oynamanızı sağlayacak olan
program)
Not: Oyun A.B.D’ de Broken Sword: Circle Of Blood adı ile satışa
çıkmıştı. İsimler sizi yanıltmasın.

Exit mobile version