Darksiders
“Kuzu ikinci mührü açınca, ikinci yaratığın ‹‹Gel!›› dediğini işittim. O zaman kızıl renkte bir at çıktı ortaya. Binicisine dünyadan barışı kaldırma yetkisi verildi. Bunun sonucu olarak insanlar birbirlerini boğazlayacaklardı. Atlıya ayrıca büyük bir kılıç verildi.”
Savaş, savaş asla değiş.. Ahh pardon o başka bir oyundu. Ama şimdi fark ettim ki aslında Interplay ne güzel söylemiş zamanında. Savaş asla değişmez. Nerede, kimler arasında olursa olsun, neyle yapılırsa yapılsın savaş asla değişmez. Öyle ki oyunlarda bile. Bugüne kadar birçok savaş temalı oyun oynadık. Hatta şu günlerde bile sürekli aynı tema üzerine gidiliyor. StarCraft, Black Ops, New Vegas, Medal of Honor hepsi de savaş temalı oyunlar. Bir oyun strateji de olsa, adventure da olsa illa ki bir savaş teması geçiyor. Peki ama nedir bu savaş? Neden insanlara çok cazip geliyor? Ya da daha doğrusu sürekli olmasının sebebi cazip gelmesi mi? Yoksa bunun arkasında başka bir şey mi War?(!)
Bu benim savaşım
Her şeyden önce Cennet ve Cehennem vardı. Ve aralarında ezelden ebede süren bir savaş. Daha sonra bu savaşın dengede kalmasını sağlayan ve sınırları onlar tarafından belirlenen bir Konsey oluşturdu . Onlar dengenin koruyucusuydular. Herhangi bir tarafın üstün bir güç elde edip diğerini yok etmemesini amaçladılar. Nitekim bir süre sonra Cennet ve Cehennem, Konsey’e karşı uslu duracaklarına yemin ettiler. Çünkü ikisi de Konsey’in ceza uygulayıcılarının gazabına uğramaktan korkuyordu. Mahşerin dört atlısı adındaki korkusuz dört savaşçıdan. Bu kargaşada üçüncü bir ırk olan insan yaratıldı ve Konsey’e bir zaman sonra bu ırkın sonsuz savaşa sonuç ve evrene denge getireceği bildirildi. Ve böylece insan krallığı doğmuş oldu. Konseyin koruması altına 7 adet mühür teslim edildi. İnsan krallığı savaşa hazır olduğu zaman bu yedi mühür de kırılacak ve üç krallıkla birlikte evrenin kaderi belirlenecekti.
İşte böyle bir hikaye ile başlıyor Darksiders. Daha ilk dakikadan kötü bir şeyler olacağını hissediyorsunuz. Sonra bir sinematik giriyor. Sıradan bir metropol gününde bir anda insanlar gökyüzünden düşen binlerce ateş topundan kaçmaya başlıyor. Sonrasında ise kargaşa ve en nihayetinde kaos.
Darksiders’ı ilk defa Özgür’ün bilgisayarında gördüm. Henüz yeni başlamıştı ve ben baştaki hikayeyi ve sinematiği kaçırmıştım, zaten o da fazla zamanı olmadığı için 10 dakika sonra oyunu kapatmak zorunda kalmıştı. Ancak gördüğüm kadarıyla “Yine bilindik bir arcade oyunu” diye düşünmüştüm fakat yine de eve gelip kendi bilgisayarıma kurdum ve oynamaya başladım. İşte o zaman çok yanıldığımı anladım.
Darksiders bildiğiniz veya en azından yazının başından da anlayacağınız gibi Mahşerin Dört Atlısı’ndan kırmızısı olan Savaş’ın etrafında gelişen bir oyun. Hikayede bahsettiğimiz mühürler kırılmaya başlandığından Cennet ve Cehennem, ebedi savaşlarını dünyaya taşıyorlar. Ve onları durudurmak adına (aslında ilk başta bu amaçla gelmiyoruz ama) kırmızı atlımız dünyaya iniyor.
Abbadon
Vigil Games tarafından geliştirilen ve dağıtımcılığını THQ’nun yaptığı Darksiders aslında klasik bir action-adventure ve hack ‘n slash oyunu. Oyundaki amacımız, ne olduğunu anlamadan üzerimize atılan suçlamalardan kendimizi arındırmak. Bunun için de son savaşı başlatan Destroyer adlı şeytanı yok etmek.
Buraya kadar aslında diğer aksiyon-macera oyunlarından pek bir farkı yok. Yine her bölüm sonunda çok güçlü bir yaratık var ve biz o yaratığa gelen kadar ondan daha güçsüz yüzlercesini kesip biçiyoruz ve en sonunda da oyunun en güçlü yaratığını öldürüyoruz. Ancak Darksiders’ın benim için en ilgi çekici yanı konusu oldu. Oldum olası cennet-cehennem kavgasının konu edildiği hikayelere ilgi duymuşumdur. Meleklerin savaşlarını belki de birçok filmde izlemişimdir. Dini konuları ele alan aksiyon filmlerine karşı ayrı bir hastalığım olduğunu da kabul ediyorum.
İşte bu yüzden bu oyun beni kendine bu kadar çabuk çekmeyi başardı.
Kardeşlerim nerede!!
Oyun grafik açısından World of Warcraft tarzında bir yapıya sahip. Görsellik size sanki bir çizgi romandan fırlamışlık hissi veriyor. Zaten yapımcıların oyunu anlatırken üzerinde durdukları nokta da bu. Sonuçta Vigil Games, Joe Madureira ve David Adams adlı iki çizgi romanı sanatçısı tarafından kurulmuş bir şirket. Her ne kadar ciddi bir konu, buhranlı bir havası olsa da görsellikteki canlılıklar sizi sıkmıyor veya abes kaçmıyor. Çevre tasarımları çok güzel hazırlanmış. Dünyanın son savaştan bir asır sonraki hali, her bölgenin kendi efendisine göre yeniden şekillenmiş yapısı ve o canlılığın içine bir şekilde başarıyla yerleştirilmiş solgunluk, size gerçekten de “ölmüş” bir dünyada dolaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Karakter tasarımları da nitekim benzer şekilde.
Eğer internetten araştıracak olursanız 13. yüzyıl ve benzer zaman sanatçılarının Savaş’ı nasıl resmettiklerini göreceksiniz ki, sanırım bu tarz bir kahramanı yönetmek bizleri fazla tatmin etmeyeceği konusunda benimle hem fikir olacaksınız. Korkusuz bir asker olan Savaş, namına yakışır bir şekilde tasarlanmış ve karakteri ona göre oluşturulmuş. Kendinden on kat büyük düşmanlarına bile gözünü kırpmadan karşı duran, hiç kimsenin hükmü altına girmeyen ve, iyi ya da kötü, sadece sorumlu olduğu kuralları yerine getiren bir karakter. Savaştığımız yaratıklar veya karşılaştığımız diğer meleklerde aynı şekilde. Tasarımlar biraz abartılı bir şekilde yapılmış. Her melek neredeyse bir heybet abidesi, başta bizim karakterimiz, aynı şekilde her yaratık da kötülüğün form bulmuş hali.
Grafiklerin atmosfere kattığı bu etki, karakter tasarımları ve seslendirmeleri olmasa bu kadar ballandırılacak seviyede olmazdı diye düşünüyorum. Liam O’Brien’in seslendirdiği Savaş her daim öfkeli, gururlu ve ezilmeyen yapısı ile size “Gelin be! Hepinizi toptan silerim bu dünyadan!” dedirtiyor. Ses efektleri gerek büyülerde gerekse savaşlarda çok yerinde olmuş. Kulağınızı tırmalayacak hiçbir kusur yok gibi. Hele ki müzikler, sizi gerçekten atmosfere sokmaya birebir. Daha oyunun açılış ekranındaki müzikle birlikte havaya giriyorsunuz zaten.
Her yiğidin atı farklıdır
Oyuna rehber niteliğinde bir bölüm ile başlıyoruz ki bu bölüm aynı zamanda hikayenin başlangıcını da anlatıyor. Bu rehber bölümünde Savaş’ı en güçlü hali ile kontrol ediyoruz. Lakin bölüm sonunda bütün güçleri elinden alınıyor ve intikam için tekrar dünyaya gönderildiğinde bir yandan amacımıza ulaşmaya çalışırken bir yandan da eski güçlerimizi geri kazanmaya başlıyoruz.
Hikayenin gelişimi gerçekten çok güzel kurgulanmış, ne aksiyon kısmı ne de bulmaca kısmı sizi sıkmayacak derecede uzun ancak yeterli doygunluğu verecek kadar da içerikli. Her yeni özellik çok mantıklı zamanlarda size veriliyor. Tam oyun monotonlaştı derken, yepyeni karakterde bir düşman ortaya çıkıyor ve bu düşmanla baş etmeniz için size de yeni bir yetenek veriliyor.
Örneğin oyunun neredeyse ortasına kadar yaya dolaşan atlımız(!) Kül Diyarı’nda, artık tabanvayın çok zor olduğunu fark ettiğimiz anda, atı Ruin’e kavuşuyor. Bu ve bunun gibi bir çok özellik oyunu bir seviye daha yukarı taşıyor. Hikayenin ilerleyişi ile ilgili başka bir güzel nokta da çok fazla çizgisel olmaması. Bölüm sonundaki yaratıkları oyunun size verdiği bir sıra ile geçiyor olsanız da oyun size önceki haritalara istediğiniz zaman geri gitme fırsatı sunuyor. Bundan dolayı ilk haritada gidemediğimiz bir noktaya, sonrasında aldığımız yeni silahımız ile veya kazandığımız yeni yetenek sayesinde geri dönüp ulaşabiliyoruz.
Savaşlar tam anlamıyla, doğa üstü bir yaratığın diğer doğa üstü yaratıklarla nasıl savaşması gerekiyorsa öyle; abartılı. Elbette oynadığımız karakter ne olursa olsun, aksiyon-macera oyunlarında savaş kısmı her zaman abartılı olmuştur çünkü sürekli aksiyonun olduğu bir oyunda, sıradanlık ve tek düzelik bir süre sonra oyuncuyu oyundan kopartmaya başlar. Savaş’ın estetik hareketleri, hayvansı kılıcı ve o kılıç ile yaptığı değişik kombolar, sizi bir süre sonra kısa bir zaman için de olsa oyunda ilerlemeyi bırakıp “ Acaba 25 kombonun üstüne çıkabilecek miyim?” denemelerine teşvik ediyor. Oyun boyunca topladığınız ruhlar karşılığında Vulgrim adlı şeytandan alacağınız yetenekler ile de bu hırsınız daha da korlanıyor.
Cennet seni avlamaya çalışıyor
Peki bu oyunun hiç mi kötü yanı yok, her şey mi bu kadar güllük gülistanlık? Elbette hayır. Oyundaki en büyük sıkıntı, harita sisteminin bazen saç baş yoldurması. Bu, özellikle oyunun son bölümlerinde karşımıza çıkan bir sorun olsa da yine de insanı bir yerde soğutuyor. Öyle ki bazen bir görevi bitirip sıradaki görev yerine gidene kadar yarım saat harcadığınız bile oluyor.
İkinci kısım ise, oyunun bitişi ile birlikte oyun gerçekten de bitmiş oluyor. Jenerikten sonra ana ekrana geliyorsunuz ve o kadar. Ne bir bonus, ne de her hangi bir ekstra bölüm var. Ben beklerdim ki en azından ara sinematikler toplu bir halde bize sunulsun, ne bileyim bir artworks kısmı açılsın, ya da ufak bir bonus bölümü olsun. Üstelik yeni oyuna başlarken ilk kayıt, eski otomatik kaydınızın üzerine yazılıyor. Bunun haricinde internette de en çok rastladığım şikayet, benzer oyunlardan çok fazla alıntı yapılmış olması. Özellikle son yıllara damgasını vuran God of War ile birçok benzerlik gösterdiğini iddia edenlerin sayısı çok ve bu konuda fazla haksız da sayılmazlar. Ama yine de bu tür esinlenmeleri, yeterli miktarda olduğu sürece, ben bir sorun olarak görmüyorum açıkçası.
Zaten bu eksiler de oyunun ne genel güzelliğine bir etki ediyor ne de sizi oyundan soğutuyor. Harita sorunu bile oyunun son kısımlarına denk geldiği için çok da umurunuzda olmuyor açıkçası.
Cehennem senden nefret ediyor
Açık konuşmak gerekirse Darksiders bana verildiğinde Fallout: New Vegas oynuyordum. Dediğim gibi oyunu ilk gördüğümde fazla etkilenmemiş olduğum için, New Vegas’a nasıl ara vereceğimi düşüne düşüne yüklemiştim oyunu, ama ertesi gün bir anda kendimi New Vegas’tan istekli ve bilincim açık bir şekilde çıkıp, Darksiders’ı açarken buldum. New Vegas’ı oynarken bile aklımda, o son takıldığım bulmaca alanı veya bir iki kez deneyip öldüremediğim daha sonra da zamanım olmadığı için kapatmak zorunda kaldığım bölüm sonu yaratığını nasıl öldüreceğim hakkında fikirler dolaşıyordu. İşin güzel yanı ise Virgil’ın el çabukluğu. Daha oyun ahalisi birinci oyunu yeni yeni sindirmişken ikincinin haberini duyurdular bile (gerçi oyunun sonunda onu mükemmel bir sinematikle anlıyorduk ama resmi bir açıklama farklı tabii ki). Her ne kadar şu aralar ikinci oyun için PC’den bahsedilmese de ben Virgil ve THQ’nun böyle bir hata yapacağını düşünmüyorum.
Kısacası bu oyunu alın oynayın. Gerek görselliği için, gerek aksiyonu için ama onların da ötesinde çok güzel kurgulanmış senaryosu için oynayın. 10-12 saatlik oyun süresi sizi hiç sıkılmadan güzel bir vakit geçirme sözü veriyor. Darksiders: Wrath of War belki bir başyapıt değil ama güzel bir serinin başlangıcı gibi gözüküyor.