Delaware St. John Volume 2: The Town With No Name
Bundan yaklaşık altı ay önce piyasaya sürülen Delaware St. John Volume 1: The
Curse of The Midnight Manor’un ardından serinin ikinci oyunu The Town With No
Name, yeni yılın ilk armağanı olarak adventure tutkunlarının beğenisine sunuldu.
Onu özellikle bekleyenlerin veya bir yerlerden bir şekilde duymuş olanların
dışındakiler eminim ilk olarak oyunun isminin çok uzun olmasına dikkat
etmişlerdir(ettiniz mi?). Korkmayın, sizde bir gariplik yok; zira oyun ön planda
asıl ilgiyi bu şekilde çekiyor, sonrasındaysa içine girdiğiniz Delaware St. John
dünyasından çıkış bulamıyorsunuz.
İlk Delaware piyasaya çıktı, ikincisini ise bir haftadan biraz uzun bir süre
önce karşıladık. Bunu belirtmemdeki neden, önümüzdeki zaman içerisinde tam sekiz
Delaware oyunu ile daha beraber olacağımıza dikkatinizi çekmek istemem. İlk
Delaware yapım aşamasındayken BigTime Games yaptığı açıklama ile toplamda yirmi
farklı hikayenin bulunacağı on oyunluk bir diziyi tamamlayacaklarını belirtmiş
ve oyunda yönettiğimiz kahramanın aynı zamanda olayların merkezindeki kişi
olduğunu da sözlerine eklemişti. Midnight Manor bize bunu farklı bir şekilde
gösterdi ve ona, Delaware oyunlarının kullanıcılara takdimi gibi bir tanımlama
yapılabilir; ikinci oyunumuzda ise serinin önümüzdeki oyunlarında yer alacak
toplam 16 hikayenin tohumları yavaş yavaş atılmaya başlanıyor. Town With No
Name, kahramanımızın hayatına derin ve yaralayıcı bilgilerle giriş yapıyor;
ayrıca çıkacak yeni oyunlarla birlikte sahip olduğu güçlerin nedenini açıklamada
bu oyunu temel olarak kullanıyor.
Gitmesen de, görmesen de,,, o köy senin köyün Delaware
First person görüş açısından oynadığımız point&click bir adventure oyunu The
Town With No Name. Kontrolümüzde ise oyuna da ismini veren Delaware st. John
adlı psişik güçlere sahip kahramanımız var. İlk oyunla birlikte bizlere
tanıtılan Delaware, ona bahşedilen bu güçlerini kullanarak hayaletlerle iletişim
kurabiliyor; daha doğrusu hayaletler bu güçleri sayesinde ona görünebiliyorlar,
o da böylelikle onlarla konuşabiliyor ve etkileşime girebiliyor. Önceleri sahip
olduğu yeteneklerin farkında olmayan John, her gece rüyalarında duyduğu
kendisini çağıran seslere bir anlam veremiyor ve önemsemiyordu. Dayanamayacağını
anladığında ise ilk oyunun konusunu oluşturan, hayaletlerin kendisini sürekli
çağırdığı Midnight Manor’a giderek olan biteni yorumlamaya çalışmış; gördüğü
manzaralar karşısında hayaletlerin hayatının bir parçası haline gelmekte
olduğunu fark etmişti.
İkinci oyun Midnight Manor’da yaşanan olayların sonrasında geçiyor; yani
kahramanımızın artık neyin ne olduğunun farkına vardığı, hayaletlerin neden
kendisine göründüğünü anlamaya çalıştığı sıralarda. Kahramanımız boş vakitlerini
değerlendirmek için gittiği en iyi arkadaşı Kelly’nin kitapçı dükkanında
kitapları düzenlerken bulduğu bir atlasın sayfalarında kendi kendine çizilen bir
kasabaya ait harita fark ediyor. Kelly aynı sayfa üzerinde ormandan başka bir
şey göremezken Delaware “yine” çağırıldığını anlayıp işe koyuluyor. Haritanın
gösterdiği yere vardığında ise terk edilmiş bir kasaba ve bomboş sokaklarla
karşılaşıyor. Tıpkı Midnight Manor’da olduğu gibi bir an önce kendisini buraya
çağıran hayaletleri bulmalı ve onların rahata ermesi için ölüm nedenlerini
ortaya çıkarmalı şimdi Delaware. Fakat göremediği dostları olduğu kadar
göremediği düşmanlarından da bihaber şekilde.Delaware oyunlarındaki öykülerin temel amacı, hayaletlerin, kahramanımızı
ölümlerindeki nedenin ortaya çıkarılmasında kullanmak istemelerinde gizli. Yani
ilk oyunda da, ikinci oyunda da ve önümüzdeki her Delaware oyununda bir takım
insanlar sırra kadem basarak ölüyorlar, ve kahramanımızdan da ölümlerindeki
nedenin en azından bir kişi tarafından bilinmesini istediklerinden onunla temasa
geçiyorlar. İlk oyundaki Midnight Manor Oteli ölümlerini araştırdıktan sonra
kahramanımızın yolu bu kez İsimsiz Kasaba’ya düşüyor. Oyun içerisinde yine iki
farklı hikaye var ve Midnight Manor’un aksine bu iki hikayedeki kişilikler
birbirleriyle çok daha fazla ilintililer.
Psişmiş Psişik
The Town With No Name korku unsurlarını ön plana çıkartan yapısıyla göz
dolduruyor ve bunu sağlamak için sahip olduğu pek çok avantajı var. Hayaletler,
onlarla iletişim kurabilen bir ana karakter, terkedilmiş bir kasaba, gergin
tonda çalan ve size yalnız olduğunuz hissini kafanıza vura vura gösteren
müzikler, kapkaranlık bir atmosfer ve elinizdeki yetersiz feneriniz. İşte
bunların tamamı ile Delaware St. John hayaletlerin gizemini araştırma yolunda
sizi de kolunuzdan sürükleye sürükleye götürüyor. Kasabamızın geçmişi ve neden
haritalarda görünmeyişinin nedenleri öykü boyunca yardımcımız Kelly ve ilk kez
tanışacağımız Delaware’in eski arkadaşlarından Simon tarafından oyun boyunca
bazı önemli noktalarda size anlatılıyor. Mekanlarda dolaştığımız sırada çevrede
gördüğümüz saatlerin hepsinin 1:15’te durmuş olması bize bir işaret. Biraz daha
araştırdığınızdaysa kasabadaki herkesin aynı anda işte tam bu saatte
kaybolduğunu anlıyorsunuz, zira garajdan çıkmak üzere olan bir araç ve yol
ortasında enlemesine kalakalmış bir tanker de bütün bunları ispatlıyor. İlk
hikaye boyunca kasabanın geçmişine dair bilgiler size sunulurken, ikinci
hikayeye geçtiğimizde ise The Hunter efsanesini ve belki de serinin can damarı
olan Delaware’in geçmişine ait yetimhaneyi keşfediyorsunuz.
İlk bölümde kasabanın sinemasında ölen iki sevgilinin ruhlarını rahata
kavuşturmamız lazım, ikinci bölümde ise yetimhanede esrarengiz bir şekilde ölen
dört çocuğun gizemini çözmeliyiz. Oyundaki öykülerden İkincisi ilkinden her
anlamda daha güzel. İlk hikayenin sonunda yetimhaneyi keşfeden kahramanımız,
ikinci öykü boyunca burayı araştırıyor ve geçmişine ait pek çok şey hatırlıyor.
İlk oyunda da karşımıza çıkan The Hunter’ın nasıl bir şey olduğunu ve daha
doğrusu ne olduğunu da yine bu yetimhane sayesinde öğreniyoruz. Bu ve buna
benzer pek çok özelliği yüzünden The Town With No Name’in önemi çok ama çok
büyük. Midnight Manor’u oynayamadıysanız serinin özünü kaybetmeden başlamak için
The Town With No Name önemli bir fırsat.
Hayaletler basmış dört bir yanımı
Oyunumuz klasik first person point&click arabirimini kullanıyor; fare
işaretçisini ekranın dört bir tarafına getirip tıkladığımızda o tarafa doğru
dönüyor ve ilerleyebiliyoruz. Kontrollerin tamamı ve mönü navigasyonundan minik
cep bilgisayarımızın(VIC) kullanım imkanlarına kadar her şey ilk oyundan farklı
değil. Önümüzdeki zamanlarda piyasaya çıkacak diğer Delaware oyunlarında da
farklı olacağını tahmin etmiyorum.Ekranın alt satırı boyunca solda
envanterimiz, ortada ana mönüyü görüntüleyebildiğimiz tuş ve sağda da cep
bilgisayarımızın çeşitli fonksiyonları yer alıyor. Bu fonksiyonlar ile
yardımcımız Kelly’i arayıp ondan o sırada yapmamız gerekenler konusunda yardım
alabilir, kamera ile mekanın fotoğrafını çekebilir ve kayıt cihazı ile de
ortamdaki sesleri kaydedebilirsiniz. Sesleri kaydettiğiniz ve fotoğrafları
çektiğiniz anda hemen Kelly devreye girip sizin gönderdiklerinizi analiz ediyor
ve araştırdıklarından çıkan bilgilerle sizi de aydınlatıyor. Bu üç tuşun ilki
olan Connect tuşunu kabaca oyundaki yardım sistemi olarak nitelendirmek mümkün.
Takıldığınız bir anda tuşa basarak duruma göre ya Kelly’i arıyorsunuz, ya da
kendi kendinize konuşarak şimdi ne yapmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Bunun
oyunu daha da kolaylaştırdığını düşünüyorum; zira oyun zaten çok kolay.
Bulmaca yapısı olarak ilk oyundaki çeşitliliğin aksine burada neredeyse tek bir
noktaya odaklanılmış. Bir kapıyı açmak için imkansız kombinasyonları kullanan
bulmacaları çözmeyle veya çeşitli eşyaları mantıksızca birleştirmeye dayalı
şeylerle karşılaşmıyorsunuz. Birkaç noktada küçük cisimleri bulmak için piksel
avcılığı yapmanız gerekebiliyor; bu da aradığınız şey madeni para gibi ufak
şeyler olduğundan kılıfına güzelce uydurulmuş oluyor. Onun dışındaysa aradığınız
her şey neredeyse tamamen gözünüzün önünde; yani oyun sizi öyküsünü anlatma
yolunda zor bulmacalarla karşılaştırmayıp, kasabaya ve olan bitene
yoğunlaştırmaya çalışıyor; bunu da başarıyla sağlıyor.
Oyunumuzun grafikleri belki de tek kötü gibi görünen yanı. Nitekim günümüzdeki
oyunlarla kıyaslanmayacak derecede; fakat sahip olduğu grafikler oyunun
yansıtmak istediği atmosferi sağlamasında ona fazlasıyla yetmiş. Ekranlar
arasındaki geçiş efekti ile de oyuna bir slayt gösterisinden çok, gerçekçi bir
oynanışın verilmesi sağlanmış. Dokular başarılı denebilir, ekran üzerinde
cisimlerin yerleşiminin ve mekan tasarımlarının da yeterli olduğu
belirtilebilir. The Hunter ise oyunu ekran ekran oynamaya alıştığımız anlarda
karşımıza çıkıp kameraya hareket veriyor, bu da ses ve müziklerle beraber aniden
heyecanlanmanızı sağlıyor. Grafik açısından oyunun tek kötü yanı, ilk oyundaki
belirip kaybolan hayaletlerin yerini animasyonluların alması. En azından oyunun
etkileşimli bir havaya girmesini sağlamak istemiş olabilir yapımcılar, fakat
çizimlerinin yeterli olmayışı bunu biraz batırmış. Ondan ziyade, belirip
kaybolan hayaletler kanımca ilk oyunda başarılılardı; burada da onlar olsa güzel
olurmuş. Oyundaki ikinci hikayenin sonunda yer alan takip sahnesinde
animasyonların kullanılmış olması oyunun komple buna sahip olmasını gerektirdiği
denebilir; ama bu yalnızca bir bahane olabilirdi ve oldukça da yetersiz olurdu.
Baktığım her yerde hayalet duruyor
Oyunun kısa sürede bitirilebiliyor olması büyük bir eksi. Tadında bırakmak ve
oyuncunun hikayenin devamını merak etmesini de istiyor olabilir yapımcılar, zira
on bölümlük bir oyunun daha ikincisini bitiriyoruz. Önümüzdeki bölümler bu
hikayeden yola çıkarak kahramanımızı çok enteresan yerlere savuracağa benziyor.
Beklemeye değer bir seri olduğunu belirtmek istiyorum; eğer korku adventure
oyunu arıyorsanız ve point&click bir yapıda bunu istiyorsanız Delaware bulunmaz
hint kumaşı olmasa da saf ipek nevresim takımı (ne?).