Makale

Ejderdoğan – Bölüm 11

Windhelm

Kralların Sarayı… Nord’ların gücünü ve ihtişamını bu kadar iyi yansıtabilecek başka bir yer daha olamazdı.  Taş bloklarla örülmüş koca bir saray. Öylesine büyüktü ki taht odasına ilk defa ayak basanlar, ucu bucağı olmayan tavanın bittiği yeri görmeye çalışırlardı. Saraya gelen Nord’lar ise, bu muazzam yeri yaptıkları için atalarına minnetlerini sunarlardı.

Tahtına kurulmuş olan Jarl’ın huzursuz görünmeye hakkı yoktu. Güçlü kalmak, insanlarına umut vermek zorundaydı. Kendi içinde yanıp tutuşan özgür olma gayesini, halkına geçirebilmesinin tek yolu buydu. Gözleri hep kararlı bakmalıydı, omuzları bir an olsun düşmemeliydi. Çünkü en büyük görevi, atalarına ve halkına layık olabilmekti.

“O gerçek bir Nord’dur. Bize katılacaktır.” dedi Jarl Ulfrick tahtına yaslanarak.
“Bundan o kadar emin olma.” diye karşılık verdi yan odadan gelen ses. “Solitude’den gelen ulakların yolunu kestik. Anladığımız kadarıyla İmparatorluk, Whiterun’ı müttefik olarak saflarına katmak istiyor. Bunun için sürekli Jarl Balgruuf’a baskı yapıyor.”
“Ne yapmamı istiyorsun Galmar?” diye sordu Jarl Ulfrick.

Taş zeminde ayak sesleri yankılanmaya başladı. Ulfrick Stormcloak’un sağ kolu, ağır adımlarla hayatı pahasına hizmet ettiği adamın tahtına yaklaştı. Skyrim’de Jarl’a sözünü geçirebilen yegâne adamdı Galmar.

Başında miğfer yerine, omuzlarına kadar gelen, kahverengi ayı postu vardı. Keskin hayvan kemiklerinin süslediği omuzlukları, zırhı ve kollukları deridendi. Sağlamlıkların artması için, yine deriden yapılma şeritler kolluklarına sarılmıştı. Sakalını bir Nord geleneğine uyarak ucunda toplamıştı. Sarışın olmasına rağmen, sakalına düşen aklar, orta yaşının habercisiydiler. Sırtına konuşlandırdığı savaş baltası çentikler içindeydi. Sadece baltaya bakarak bile Galmar’ın savaş tecrübesi hakkında bilgi sahibi olunabilirdi.

“Eğer bizimle değilse,” dedi mavi gözlerini Jarl’a dikerek. “bize karşı olacaktır!”
“Bunu biliyordur.” diye karşılık verdi Ulfrick. “Onlarda biliyordur. Problem zaten bu değil.”
“Jarl’ım daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsun?” diye sordu Galmar.

Jarl Ulfrick cevap vermedi. Tahtından kalktı ve az önce Galmar’ın çıktığı odaya doğru yürümeye başladı. Girdiği yer, direniş planlarının yapıldığı odaydı. Tam ortada, koca bir masanın üzerine Skyrim haritası serilmişti. Haritanın üzerindeki belli yerlere kırmızı, bazı yerlere de mavi işaretler konulmuştu. Harita masasının arkasındaki pencereler gün ışığını içeriye dolduruyordu. Tavanla duvarların birleştiği yerlere boydan boya mavi flamalar asılmıştı. Flamalara işlenen ayı kafası, Stormcloak’u ve Jarl Ulfrick’in otoritesini temsil ediyordu.

“Biliyorsun, Jarl Balgruuf’a güçlü bir mesaj yollamam gerekli.” dedi Ulfrick kollarını kavuşturarak.
“İstediğin anlamı olacak bir mesajsa, boğazına bir kılıç dayayabiliriz.”
 “Hayır, Galmar.” diye karşı çıktı Jarl Ulfrick. “Şehri alıp, onu utanç içinde bırakmak bizi daha güçlü kılacaktır, haksız mıyım?”
“Ne zaman başlıyoruz?” diye hırladı Galmar. Hizmet ettiği adam sonunda Whiterun ile savaş fikrini düşünmeye başlamıştı.
“Yakında.” diye karşılık verdi Ulfrick. Galmar’a bakıyor gibi gözükse de gözleri çok uzaklara dalmıştı.
“Hala söylüyorum.” dedi Galmar ateşli bir şekilde. “Hepsini almalısın, tıpkı Ölü Kral Torygg gibi.”
“Torygg diğer Jarl’lar için sadece bir mesajdı. Bizim birilerini almaya değil ordumuz için desteğe ihtiyacımız var.”
“Sen hazır olduğunda bizde hazır olacağız!”
“Esas nokta Whiterun.” dedi Jarl Ulfrick parmağını haritada Whiterun’ın olduğu yere bastırarak. “Şehri kan dökmeden alabilirsek, bu herkes için daha iyi olur. Eğer bunu yapamazsak…”
“İnsanlar sizin arkanızda Jarl’ım!” diye güvence verdi Galmar.
“Fakat birçoğunun hala ikna olmamış olmasından korkuyorum.” dedi Jarl Ulfrick gözlerini indirerek.
“O zaman yanlış kralın peşinden gitmenin cezasını çekerler.” dedi Galmar buz gibi bir sesle.

Ulfrick Stormcloak, konuşmanın bu noktaya geleceğini tahmin etmişti. Direnişin lideri korkuyordu. Çünkü işin sonunda kendi ırkının kanını dökmek vardı. Jarl Balgruuf anlaşmayı kabul edip şehri kan dökmeden bırakabilirdi. Ama bu o kadar zayıf bir ihtimaldi ki! Büyük Balgruuf asla şehrini bırakmayacaktı, bunu biliyordu. Haritanın başından ayrıldı ve pencereye doğru döndü.

“Çok uzum zamandır askeriz Galmar, biliyorsun değil mi?” dedi Ulfrick karlı manzarayı seyrederek. “Özgürlüğün bedelini ikimizde biliyoruz. İnsanlar hala kalplerinde bir şeyleri tartıyorlar.”

Galmar cevap vermeyince Ulfrick yeniden yüzünü odaya dönerek:
“Onların düşünmek zorunda oldukları aileleri var.” dedi karamsar bir biçimde.
“Birçoğunun oğulları ve kızları senin sancağını izliyor. Bizler, onların aileleriyiz!” diye cesaret verdi Galmar. Jarl Ulfrick’in korkusunu ve endişesini anlayabiliyordu.
“İyi dedin arkadaşım.” dedi Ulfrick elini Galmar’ın omzuna koyarak. “O zaman söyle bana, niçin benim için savaşıyorsun?”
“Seni Oblivion’ın derinliklerine kadar izlerim, bunu biliyorsun!” diye cevapladı Galmar.
“Evet, ama ne için savaşıyorsun?” diye sorusunu yineledi Ulfrick elini indirerek.
“Elf kanunlarının, insanların kaderini etkilemesini görmektense ölürüm daha iyi. Bu bence yeterli bir sebep!” dedi Galmar.
“İnsanlarımı İmparatorluk’un gazabından korumak için savaşıyorum!” diye konuşmaya başladı Jarl Ulfrick.  Tok sesindeki güç tınısı hemen fark edilebiliyordu. Jarl inançla konuşuyordu.

“Askerlerimin eşleri ve çocukları için savaşıyorum, onların son nefeslerinde kimlere seslendiklerini duyabiliyorum!”
Jarl Ulfrick odadan ayrılmış, taht salonuna doğru yürüyordu. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. 
“Yeniden evlerine dönebilecek olanlarımız için savaşıyorum, kendi şehrimde yabancıları değil tanıdığım insanların yüzlerini görmek istiyorum.”
“İmparatorluk’un koyduğu sefil kurallar yüzünden fakirleşen insanlarım için savaşıyorum, kendi koydukları kurallarla halkımı soymalarından bıktım.”
“Savaşıyorum…” diye tahtına oturdu Jarl. “Çünkü savaşmak zorundayım!”

Ulfrick’in Galmar’a çektiği nutuktan sonra saraya büyük bir sessizlik çökmüştü. O sırada taht salonunda olanlar, Jarl’larının konuşmasının neredeyse tamamını duymuşlardı. Askerler gururla takip ettikleri adama bakıyorlardı. Kendilerini bu kadar düşünen, onların özgürlükleri için gerekirse kendi hayatından kolayca vazgeçebilecek olan Jarl Ulfrick’i Oblivion’a kadar takip ederlerdi, tıpkı Galmar gibi. Ona yürekten inanıyorlardı.

“Sözlerin hepimizin içine işledi Ulfrick” diye sessizliği bozdu Galmar. “Bu sözler, neden senin Büyük Kral olman gerektiğini açıklıyor.”
“Henüz Büyük Kral filan değilim ve Skyrim şafağı görmedikçe askerlikten emekli olmayacağım.”
“Evet.” diye Jarl’ı onayladı Galmar. “Şimdi, savaş planımız üzerinde yoğunlaşmalıyız.”

Jarl ve Galmar seslerini alçaltarak tartışmaya devam ettiler. Saray yeniden eski haline dönmüştü. Ya da en azından onlar böyle düşünüyordu.

Kralların Sarayı’nın kapıları gürültüyle açıldı. İçeri giren şehir muhafızı oyalanmadan, hızlı bir biçimde tahta doğru yürüyordu. Tahta birkaç adım kala yüzünü gizleyen miğferi çıkarttı ve telaş içindeki ifadesini herkesin görmesine izin verdi.

Sarayı gergin bir hava kaplamıştı. Askerin telaş nedeni birazdan ortaya çıkacaktı ve nedense kimse bunu duymak istemiyordu.

“Ne oldu asker?” diye sordu Jarl Ulfrick.
“Efendim telaşım ve kabalığım için özür dilerim.” diye söze girdi muhafız. “İki Nord az önce şehre giriş yaptı ve direkt olarak sizinle görüşmek istiyorlar.”
“Ve sen iki Nord’u bekletiyorsun öyle mi?” dedi Jarl sinirlenerek. “Kendi ırkımızdan olan insanlara nasıl böyle davranırsın?”
“Efendim gelenlerden biri Jarl Balgruuf’un özel korumalarından. İsmi sanırım Lydia’ydı.” dedi muhafız ürkekçe.
“Peki ya diğeri?” diye sordu Ulfrick kaşlarını çatarak. Lydia’yı tanıyordu. Onun burada ne işi vardı ki?
“Sizi tanıdığını söylüyor. Otuzlu yaşlarında bir Nord.” dedi muhafız, adamı tarif etmeye çalışarak. “Ama bu imkânsız, çünkü Whiterun muhafız üniformalarını giyiyordu.”
“Başka bilmem gereken bir şey var mı?”
“Efendim sizinle görüşmelerine izin vermedim ve derhal Windhelm’i terk etmelerini tavsiye ettim.” dedi muhafız. “Whiterun ile olan siyasi durumuz sebebiyle bu insanlarla görüşmek istemeyeceğinizi düşündüm.”
“Sadede gel asker!”
“Ben öyle deyince o da bana sizinle nerede tanıştığını söyledi.” dedi yere bakarak. “Sizinle Helgen’e aynı arabada gittiğini söyledi. Kendisini hatırlayacağınızı söyledi.”
“Onları derhal içeriye yollayın.” diye emretti Jarl Ulfrick.

Asker, “Hemen gönderiyorum efendim.” dedi ve geldiği hızla saraydan dışarıya fırladı.
Jarl, arabadaki dördüncü adamı hatırlamıştı. Sessiz Nord. Onu baygın halde bulanda yine kendi askerleriydi. İmparatorluk pususundan hemen önce, Ralof tarafından sınırda bulunmuştu. Perişan haldeydi ve Ulfrick, arabadaki konuşmalardan onun hafızasını yitirmiş olduğunu sonucuna varmıştı. Ve en son gördüğünde Ralof ile beraber kulenin tepesine çıkmıştı.

Ralof kısa bir zaman önce Windhelm’e gelmişti, ama bu Nord hakkında hiçbir şey söylememişti. Anlaşılan hayattaydı ve Whiterun’a ulaşmıştı. Whiterun muhafız üniformasının tek açıklaması buydu. Acaba neden Balgruuf’un saflarına katılmıştı?

Sarayın kapıları bir kez daha açıldı ve içeriye iki kişi girdi. Balgruuf’un korumalarından Lydia, muhafız üniformalı adama yaslanarak yürüyordu. Sağ tarafındaki sargılar uzaktan bile belli oluyordu. Yakın zamanda ağır bir yara almış olmalıydı. Diğeri ise yorgun ve bitkin görünüyordu. Üzerindeki sarı üniforma kir nedeniyle rengini kaybetmişti. Bu kirden nasibini alan yüzü de aynı şekilde tanınmayacak haldeydi. Fakat yinede, Jarl Ulfrick adamı tanımıştı. Kir, pas içinde de olsa kahverengi gözlerdeki o ifade arabadaki adamla aynıydı.

Adam, Lydia’yı ortadaki yemek masasına dikkatlice oturtturdu ve Jarl’ın tahtının tam önüne geldi.
“Söyle bakalım eski dost, neden buraya geldin?” diye Nord’a hitap etti Jarl Ulfrick.
Nord çevresine şöyle bir bakındı. İnsanların onu izlemesinden feci rahatsız olmuş gibi bir hali vardı. Duraklamanın ertesinde söylediği şeyse tüm sarayı korku içinde bırakacak cinstendi.

                                                                                 ***

Yarım gün önce, Ivarstead

Gidiş yolu ne kadar çileliyse, dönüş yolu bir o kadar rahat geçmişti. Dünya’nın Boğazı, dönüş yolunda Aodray ve Lydia’ya hiçbir kötü sürpriz yapmamıştı. Yinede Aodray buna güvenmemiş ve bütün yolu kılıcı dışarıda yürümüştü. İkinci bir trol saldırısında hazırlıksız yakalanmak istemiyordu.

Artık gücünü biliyordu, onu kontrol edebiliyordu. Balgruuf haklıydı, yedi bin basamak onu tahmin ettiğinden de  çok değiştirmişti. Gri Sakallar belki omuzlarındaki gereksiz yükü hafifletmemişti ama artık en azından bu yükle başa çıkabilirdi. İnsanların umudu olmayı deneyebilirdi.

Gri Sakallar ondan Ustengrav’a gitmesini istemişlerdi.  Hrothgar’a layık olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Bu yüzden Jurgen Windcaller’ın Boynuzu’nu geri getirmeliydi. İsmi ‘boynuz’ olsa da, Gri Sakallar’ın anlattığına göre alet bir savaş borusuydu. Çok uzun zaman önce yaşamış bir Gri Sakal olan Jurgen Windcaller’a aitti.

“Bu senin son sınavın Dovahkiin.” demişti Arngeir gitmeden hemen önce. “Boynuzu getirdiğinde ismine layık olduğunu tam olarak kanıtlamış olacaksın. Ustengrav korkunç bir yer inan bana. Lakin, eğer kendine inanırsan o korkunç mekânı alt edebilirsin.”

Arngeir’ın imalarından sonra, Aodray cevabını çok merak ettiği soruyu yeniden sormuştu.
“İyide, Ustengrav’ı bu kadar korkunç yapan şey ne?”
“Skyrim’in derinliklerinde eski zamanlarda yaşamış Nord’ların mezarları vardır.” diye cevaplamıştı yaşlı adam. Başkada bir şey söylememişti. Ne vardı bu kadarı bile Aodray’ın tüylerini ürpertmeye yetmişti. Ayaklanan cesetler iniş yolculuğu boyunca zihnini meşgul etmişti.
“Aodray.” diye onu durdurdu Lydia.
“Ne oldu?”

Ne olup bittiğini kavraması sadece bir saniyesini almıştı. Cesetleri şimdiden görüyordu. Fakat bunlar antik Nord’lara ait değildi. Aslında antik falanda değillerdi. Kiminin başları boyunlarından ayrılmıştı, kimi ise alev alev yanmakta olan ağaçlara asılmıştı. Bir süre önce kendi halinde yaşayan renkli köy, şimdi hayalet kasabaya dönüşmüştü. Evler ateşe verilmişti. Cesetler sokakların ortasında rezil bir halde yatıyordu.

Birileri köye baskın düzenlemişti. Yangın nedeniyle, insan ilk önce ejderhaları düşünebilirdi ama cesetler farklı şeyler söylüyordu. Bu ölümlerin sebebi ejderha olamazdı, ölümler silahla gerçekleşmişti.

Lydia’yı kollayarak yanmakta olan köye yaklaştı. Köprünün hemen yanında bir muhafızın cesedi otların içinde yatıyordu. Cesede eğildi ve incelemeye başladı.

“Lydia, Ivarstead nereye bağlı?” diye sordu.
“Windhelm, zaten şehir yarım günlük uzaklıkta.” diye cevapladı kadın.
“Yani Stormcloak askerlerine bağlı bir köy burası.”
“Sanırım.” diye karşılık verdi Lydia.
“Aklına bir şeyler geliyor mu?” dedi Aodray cesedin başından kalkıp kadına dönerek.
“Ejderha değil, ölümler bunu kanıtlıyor. Haydutlar olamaz, koca bir köyü kılıçtan geçirecek kadar gözü pek olduklarını sanmıyorum. Aklıma sadece tek bir seçenek geliyor.”
“Kesinlikle.” diye onayladı Aodray. “Hemen Windhelm’e gitmeliyiz.”
“Ya görevin ne olacak?”

Aodray, kadına bakarak keyifsizce gülümsedi. “Burada koca bir köy kılıçtan geçirilmiş Lydia. Gri Sakallar biraz bekleyebilir. Windhelm’in, bu zavallı insanların başına gelenleri duyması gerekiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu