Ejderdoğan – Bölüm 13
“Sana artık Ejderdoğan diyorlar, hayatta aklıma gelmezdi.”
“Bana çok fazla şey diyorlar Ralof.” diye söylendi Aodray. “Sanırım ben bunlardan sadece bir kaçını biliyorum.”
“Hala kendimizi küçümsüyoruz galiba?” diye sordu Ralof gülümseyerek.
“Belki…” diye kestirip attı Aodray.
İkili şehir kapısından çıkmış ve şehrin hemen dışındaki ahırların olduğu bölüme doğru ilerlemeye başlamışlardı. Sabahın erken saatlerinde Lydia’yı Whiterun’a gönderen Aodray, şimdi kendi görevi için hazırlanıyordu.
“Oraya gitmekten korkmuyor musun?” diye sordu Ralof.
“Korku mu?” diye güldü Aodray. “Ralof Helgen’de ömrümün sonuna yetecek kadar koku yaşadım.”
“Yine de…” diye söylendi Ralof.
“Yine de ne?”
“Skyrim’de ejderhalardan daha kadim, daha korkunç güçler vardır Aodray. Umarım bu seni son görüşüm olmaz. Talihin açık olsun kardeşim.”
“Ralof, sen de Ivarstead’de dikkatli ol.”
İki adam birbirlerine dostça sarıldılar. Çünkü ikisi de peşine düştükleri gizemlerin sonunda neyle karşılaşacaklarından bihaberdiler. Skyrim’in üzerine kara bulutlar çökeli çok olmuştu. Kara bulutların arasına daldıklarında, onları bekleyenlere karşı hazırlıklı olmalıydılar. Aodray at abasına bindi ve arkadaşının tedirgin yüzü yavaş yavaş uzaklaşırken, o da aynı yüz ifadesiyle Ralof’a baktığını biliyordu.
‘Ya bu sefer şansımız yaver gitmezse…’
Bir hafta sonra, Morthal
Morthal, Skyrim haritasında şehir olarak görünmesine rağmen Aodray’ın bu küçük belde için ilk izlenimi Riverwood’dan biraz daha büyük bir köye benzemesi olmuştu. Whiterun ya da Windhelm gibi surlarla çevrili değildi. Kuzeyi orman örtüsüyle, batı kanadı Skyrim’in ulu sıra dağlarıyla çevriliydi. Evlerse sağdan akan nehrin üzerindeki iskelelere inşa edilmişti. Hemen karşıda çalışan su değirmeni, çarkın paletlerine yüklenen nehir akıntısının gücüyle tembel bir şekilde dönüyordu.
Halksa meydanda kendi işlerine, kendi günlük tasalarına gömülmüş halde dolanıyordu. Kimsenin yeni gelen yabancıyla ilgilendiği yoktu. Hoş, Aodray için bu pekte rahatsız edici sayılmazdı.
Etrafını gözlemleyerek meydana doğru yürümeye başladı. Morthal’ın kendine has bir mimari yapısı vardı. Ahşap binalar genellikle tek katlı olsalar da arada tek tük iki ve ya üç katlı yapılara rastlamak mümkündü. İnsanların içlerine kadar sokulunca birkaç önemli ayrıntıyı daha yakalaması sürpriz olmadı.
Daha önce ziyaret ettiği yerler de Skyrim’in içine düştüğü çıkmazı yaşıyordu. Fakat bu kaygılar hiçbir şekilde halkın kendisine kadar inmemişti. Bu sorunlardan en çok etkilenen yöneticiler ya da askerler olmuştu. İnsanlar rahat ve huzurlu bir şekilde her zaman yaptıkları işleri yapıyor, hanlarda takılıyor ve rahat rahat sokaklarda dolaşıyordu.
Morthal’da işler biraz farklıydı. Gördüğü yüzler korku ve endişeyi en yüksek raddede yaşıyordu. Şehre ilk geldiğinde neden kimsenin onunla konuşmak bile istemediğini, ilgilenmediğini anlamıştı. Ondan korkuyorlardı; bakışlarını kime çevirirse çevirsin gördüğü tek şey buydu. Aodray’ın Ustengrav için halkın bilgilendirmesine ihtiyacı vardı. Eh, bu durum işleri biraz zorlaştıracaktı.
İkinci sıkıntı ise muhafızlar ve askerlerdi. Hrothgar yolculuğu sırasında kullanışsız hale gelen zırh setini Windhelm’de bırakmıştı. Yeni kuşandığı zırh setinin Morthal için biraz tehlikeli olduğunu fark etmesi uzun sürmemişti. Morthal, İmparatorluk’un hâkimiyetinde olan bir bölgeydi. Etrafta cirit atan bir Stormcloak’un hoşlarına gideceğini hiç sanmıyordu. İşini hemen halledip muhafızlara çatmadan şehirden ayrılmalıydı. Yoksa Ustengrav yerine hapishanenin gizemlerini araştırmak zorunda kalabilirdi.
“Sen dur bakalım orada!” diye bağırdı yakınlardaki bir muhafız.
Aodray gözlerini devirerek olduğu yerde beklemeye başladı. Geçip gitmesine izin verseler şaşırırdı zaten. Ona doğru gelen ve belli ki takındığı ifadeden korkutucu olduğunu düşünen muhafız,
“Cesaretin ve aptallığın sınırlarını öğrenemedin mi hala?” diye yeniden bağırdı.
“Oradan bakınca aptal gibi mi görünüyorum?” diye çıkıştı Aodray. Ivarstead’de olanları unutmamıştı. İmparatorluk’un gerçekleştirdiği kıyım bir an olsun aklından çıkmamıştı. Aodray’ın bir muhafızdan, hele ki bir İmparatorluk askerinden cesareti öğrenecek hali yoktu.
“Evet, öyle görünüyorsun aşağılık Stormcloak!” diye haykırdı muhafız. Meydandaki kalabalık bir anda sus pus olmuştu. Herkesin dikkati Aodray ve muhafızın üzerindeydi. Muhafızın sesini duyan diğer muhafızlarda yavaştan bulundukları bölüme toplaşmaya başlamışlardı. “Morthal’a gelmeye nasıl cüret edersin! İmparatorluk adına tutuklusun Nord!”
“Gel, tutukla o zaman!” dedi Aodray gözdağı vererek. Muhafız kılıcını çekti ve Aodray’ın üstüne doğru yürüdü. Bu aptalı etkisiz hale getirmesi yeterliydi. Silahına davranmasına gerek yoktu.
“Wuld!”
Rüzgârın kendisinden bile hızlı olan bir gölge, kalabalığı hayretler içinde bırakarak muhafızın arkasına geçti. Muhafız ne olduğuna anlam bile veremeden boynuna yediği darbeyle yere yığılmıştı. Herkes yabancıya bakıyordu, orada olan herkesin dili tutulmuştu. Hepsinin aklında tek bir soru vardı.
Bu herif neyin nesiydi?
“Ustengrav ne tarafta?” diye sordu Aodray kalabalığa dönerek.
***
Bu sıralarda, Whiterun
Jarl Balgruuf kaşlarını çatmış bir şekilde düşünüyordu. Jarl her ne kadar tarafsız olarak bilinse de herkes Whiterun’ın İmparatorluk’a sadık kalacağını tahmin edebilirdi. Jarl Balgruuf isyancıların amaçlarını anlıyor ve onlara davalarında hak veriyor olabilirdi. Ama kimsenin Whiterun’ı savaşa sokmasına izin veremezdi.
Şimdi işler değişmeye başlıyordu. Lydia’nın getirdiği havadisler Dragonsreach ahalisini dehşete düşürmeye yetmişti. İmparatorluk, masum bir tarım beldesinden ne istemiş olabilirdi?
“Ejderdoğan ve senin tanık olduğunuz şey…”
“Haince bir saldırı!” diye hiddetle araya girdi Hrongar. “Bu insanlık dışı!”
“Hislerimizi dizginlemeliyiz Hrongar.” dedi Jarl Ulfrick. Konuşurken korumasının yüzüne bakmamıştı bile. Hala kaşları çatık bir biçimde boşluğu süzüyordu. “Olay çözülene kadar tepkimizi belli etmemeliyiz.”
“Üzgünüm Jarl’ım ama orada ölenler bizim halkımızdı.”
“Anlıyorum.” dedi Jarl diğer koruması, birlik komutanına hitap ederek. “Irileth sen ne düşünüyorsun?”
“Bu Dunmer’ların savaşı değil Jarl’ım. Lakin sizin kararınız benim kararımdır.”
“Net cevaplardan kaçınmak, evet hiç şüphe yok ki tam bir Elf’sin Irileth.” diye gülümsedi Jarl. “Ama ben cevapları istiyorum. Görüşünü bilmek istiyorum.”
“Kanıt bulunursa İmparatorluk’un gayesini destekleyemeyiz, bu sizin inanç ve görüşlerinize saygısızlık olur.” diye cevabı verdi Irileth. “Jarl Ulfrick’in saflarına katılmalıyız.”
“Orada dur Elf!” diye bağırdı Proventus. Danışman, konuşmaları o ana kadar dinlemişti. Irileth’in görüşlerini belirtmesinden sonra daha fazla dayanamamıştı. “İmparatorluk’a sırt çeviremeyiz.”
“Kapa çeneni Güneyli!” diye haykırdı Hrongar. “Halkın kardeşlerimizi katlederken bile konuşma yüzsüzlüğünde bulunuyorsun! Kapa çeneni!”
“Bir danışmanla bu şekilde konuşamazsın Hrongar!” diye hiddetle bastırdı Proventus. “Yerini bil ve konuş Nord!”
“YETER!”
Jarl Balgruuf ayağa kalkmış ve herkesi susturmuştu. Dragonsreach’in birbirine düşmesi ona iç savaşı bir kez daha tüm kuvvetiyle hissettirmişti. Daha fazla tarafsızlık oyunları oynayamazdı. Balgruuf bunun olacağını bilmesine rağmen bu kadar erken olacağını hiç tahmin etmemişti.
İki tarafında eli yeterince kana bulaşmıştı. Whiterun’ın kılıcı, kınında temiz bir halde daha fazla kalamazdı. Önemli olansa şuydu; kılıç hangi tarafa doğru çevrilecekti?
“Lydia.” dedi Jarl Balgruuf, kadına dönerek. “Ejderdoğan nerede?”
“Ustengrav’a gitti Jarl’ım.” diye cevapladı Lydia. “Gri Sakallar’ın ona verdiği görevi tamamlamak için bir süre önce Morthal’a doğru yola çıktı.”
“Onun tavsiyesini almak, görüşlerini bizimle paylaşmasını isterdim.” dedi Jarl dalgın bir biçimde. “Ama görüyorum ki Aodray, biz burada birbirimize düşerken hepimizi kurtarmak için hayatını tehlikeye atıyor.”
“Efendim, onun aklından geçenleri bende bilmiyorum ama…”
“Evet?”
“Şu anda Stormcloak üniforması giyiyor. Sanırım o çoktan tarafını seçti.”
“Kanıtlar bulunana kadar ve Ejderdoğan’ın görüşlerini alana kadar Whiterun tarafsızlığını koruyacak.” dedi Jarl Balgruuf Dragonsreach’e hitap ederek. “Lydia, görüyorum ki yaralısın ve yorgunsun. Hizmetlerin için sana çok teşekkür ederim. Şimdi git dinlen. Bunu hak ediyorsun.”
Lydia yerlere kadar eğilerek Jarl’a selam verdi. Aynen Jarl’ın söylediği gibi biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı. Son birkaç hafta da çok şey yaşamıştı ve bunlardan çok azı iyi izler bırakmıştı. Hatta bazı izler –ellerini göğsünün sağ tarafına koyarak- uzun süre oldukları yerde kalacaktı. Hana gidip bir şeyler içmek kafasını bulandıran sorunlardan kaçmanın en güzel yoluydu. Muhafızlar Dragonsreach’in kapılarını açarken aklında sadece hanın sıcak ortamı vardı.
Ne var ki dışarıda Lydia’yı bir sürpriz bekliyordu. Şehirde koşturup duran çocuklardan biri, Lydia dışarı adımını atar atmaz yanında bitmişti. Çocuk, avucunda tuttuğu kâğıdı kadının eline sıkıştırdı ve onu bekleyen arkadaşlarının yanına gitti.
Lydia notu okudu ve hemen buruşturup aşağıda akan kaynağın sularına fırlattı. Anlaşılan rahat etmesine izin yoktu.
***
Ustengrav
Sessizlik ve bilinmeyene karşı duyulan korkunun eşliğinde geçen dakikaların baskısı Aodray’ın üzerindeydi. Ustengrav ölüm kokuyordu. Rutubetin ve yosunların sardığı duvarlar ayak seslerini gürültülü çıkmasına neden oluyordu. Kılıcı dışarıdaydı ve zayıf ışık kaynaklarını yansıtıyordu. Henüz kullanılmamıştı. Ustengrav efsanelerde bahsedilen yaratıklarla doluydu ama hepsi kıpırtısızdı. Bir başkası çoktan işlerini bitirmişti. Aodray durumdan işkillense de bir yandan sevinmişti. Öte yandan hareketsiz bedenler midesini kaldırmıştı. Antik zamanlarda yaşayan Nord’ların cansız ve huzursuz bedenleri. Zindana izinsiz girenleri cezalandırmak için dirilmişlerdi. Çürümüş bedenleri, küflü zırhları ve paslı silahlarıyla son derece rahatsız ediciydiler.
İşte oradaydı, demir parmaklıklardan yapılma demir bir kapı. Kapının hemen yanındaki zinciri çekti ve kapı gürültüyle açıldı. Aodray, hiçbir engelle karşılaşmadan Ustengrav’ın kalbine girmişti. İçinden bir ses zindanı temizleyenin burada olduğunu söylüyordu. Gardını aldı ve kapı eşiğini aştı.
Jurgen Windcaller’ın mezarı tam karşıdaydı. Arkasındaki duvara asılan dev meşale nedeniyle sarı bir ışıkla aydınlanıyordu. Karşılıklı duvarlara yerleştirilmiş iki kartal başı heykeli mezara bakıyordu. Sanki onu kolluyormuş gibiydiler. Mezara çıkan köprünün altındaki havuz, koyu mavi rengiyle ne kadar derin ve tehlikeli olduğunu belli ediyordu.
Aodray köprüye ulaştığında Ustengrav sarsılmaya başladı. Titreyen havuzun derinliklerinden yükselen kartal heykelleri köprünün iki yanını sardı. İhtişamlı mezar odası Aodray’ın nutkunun tutulmasına sebep olmuştu.
Fakat tıpkı kilometrelerce uzaktaki Lydia gibi Aodray’da bir sürprizle karşılaşmak üzereydi. Mezarın üstündeki çelik pençenin açılmış avucunda, normalde olması gereken şey yoktu. Sadece bir not vardı.
“Ejderdoğan,
Seninle konuşmam gerekiyor. Acilen!
Riverwood’daki Uyuyan Dev Hanı’na git ve çatı katı odası tut. Seninle orada görüşürüz.
-Bir dost”
Aodray yüksek sesle küfretti.
***
Whiterun
“Senin burada olmaman gerekiyor!” diye sinirle söylendi Lydia. “Beni neden çağırdın, eğer seninle görülürsem…”
“Sakin ol Lydia. Hiçbir şey olmayacak.”
Onu yanına çağıran kadın, hanın aşağı kattaki odasında, sandalyeye kurulmuştu. Uzun bacaklarını ise masanın üzerine koymuştu. Rahat olduğu her halinden belliydi. Kırmızı ve siyahın hâkim olduğu bir seyahat elbisesi giymişti. Yine siyah renkli pelerini ise vücudunu güzel bir şekilde gizliyordu. Kukuletasını sonuna kadar çektiğinden yüzüyle ilgili tek görülen şey gözleriydi. Tehlikeli, gölgelerle dolu mavi gözler.
“Bak, sen bizim liderimiz olabilirsin ama benim de bu şehirde bir itibarım var, tamam mı?” diye söylenmeye devam etti Lydia. “Eğer şüphelenen olursa, emin ol dedikodular kısa zamanda Jarl’ın kulağına erişir.”
“Uzun zamandır rapor vermiyorsun.” dedi kadın sakince. Yine de her kelimeyi baskın bir şekilde söylemeyi başarmıştı.
“Hrothgar’a tırmanırken mektup yazmak zor oluyor.”
“Orada ne işi vardı?”
Ses tonu değişmişti. Artık sakin değildi. Ayaklarını masadan indirip, sandalyesinde dik bir şekilde oturdu. “Yoksa…”
“Hedefimiz sıradan biri değil.” diye onayladı Lydia. “O Ejderdoğan’ın ta kendisi.”
“P*çler.”diye söylendi kadın. Ayağa kalktı ve odayı ileri geri turlamaya başladı. Belli bir şeyin karar aşamasında olduğu her halinden belliydi. Birkaç dakika daha bu eylemini sürdürdükten sonra,
“Vazgeçiyoruz.” dedi yere bakarak. “Bunu yapamayız.”
“Ne?” diye sordu Lydia inanmaz bir ifadeyle.
“Basit. Kontrat iptal.”
“Sen ciddi misin?”
“Görüyorum ki onu öldürmeye çok heveslisin Lydia, ama unut bunu!”
“Hayır.” diye karşı çıktı Lydia. “Onu öldürmek istediğim falan yok, ama ya ilkeler? Ya kontratın bağlayıcılığı?”
“İlkeler benim evimde hiçbir şey ifade etmiyor Lydia!” diye sesini yükseltti kadın. Sinirli bir ifadeyle, hızlıca konuşuyordu. “Sana bunu defalarca söyledim!”
“Farkındayım Astrid!” diye kadının ismine açıklık getirdi Lydia. “Ama unutma ki Karanlık Ayin yapıldı. Aodray’ı öldürmek istemiyorum, fakat sonuçlarına hazır mıyız? Yapacağımız şey Gecenin Annesi’nin hiç hoşuna gitmeyecek.”
“O k*ltak umurumda bile değil Lydia!” Astrid’in sesi titriyordu. “Ne onun ilkeleri ne de istekleri! Hiç birini kabul etmiyorum!”
“Sithis adına, sakinleş Astrid.”
“Gecenin Annesi’ne bu kadar çok güvenme Lydia. O, kendisine inanan yoldaşlarımızı yüz üstü bırakmaktan başka bir şey yapmaz.”
Astrid elini beline götürdü ve kılıfında duran bıçağını hızla çekip, masaya sapladı. Üzerinde altın işlemeler olan, gümüşten yapılma çok güzel bir bıçaktı.
Woe…
“Orada ölenlerin hepsi, Gecenin Annesi’nin onları koruyacağına inanıyordu Lydia.” dedi Astrid. Bir gözyaşı, söylediği son kelimeyle beraber masaya damladı. “Hepsi!”