Ejderdoğan – Bölüm 16
Bazı şeylere hazır olsanız da korkunuzu yenemezsiniz. Kim olduğunuzun, ırkınızın ve atalarınızın kudretinin hiç bir yararı olmaz. Eliniz çoktan silahınıza davranmıştır ama silahı savurmaktan çok onu düşürmemeye çalışırsınız. Düşmanın kendine olan güveni, sizin daha da sinmenize sebep olur. Karanlığı delip ışığa ulaşmak neredeyse imkansızdır.
Aodray daha önce dövüşmüştü. İyi bir savaşçı olduğunun kendiside farkındaydı. Bu topraklarda bazı mücadelelere katılmıştı. Hatırlayamadığı anılarında muhtemelen başka savaşlarda da bulunmuştu. Hatta bir ejderhayı katletmişti. Kocaman bir baltayla kafasını ezmişti.
Lakin bu sefer farklıydı. Uçan bir yaratığa ulaşabileceği hiç bir yüksek alan yoktu. Güvendiği kılıcı bu sefer işe yaramayabilirdi. Delphine yayını germiş, çoktan ejderhaya doğru nişan almıştı. Cılız okların demir kadar sağlam pullara karşı ne gibi bir etkisi olabilirdi ki? En kötüsü; bu sefer düşman intihara gelmemişti, öldürmeye gelmişti.
Sahlokniir havada daireler çizerek uçuyordu. Delphine’nin attığı oklar hedefini bulmaktan çok uzaktılar. Ejderha sanki onlarla oyun oynuyordu. Avını kıstıran bir kedi gibiydi. Kaçacak yer yok.
İnsanlar Aodray için Ejderha Avcısı diyordu. Avcı, av olmak üzereydi.
Sonunda atağa geçti. Metrelerce yüksekteyken, bir anda başını yere eğdi ve onlara doğru pike yaptı. Son sürat geliyordu. Aodray ve Delphine farklı yönlere doğru kendilerini attılar. Ucuz kurtulmuşlardı. Eğer yeterince hızlı olamasalardı, ikisinden biri şu an devin çeneleri arasında ikiye bölünmüş olurdu.
“Delphine sen ağaçların arasına geç!” diye bağırdı Aodray sığındığı kayanın arkasından. Delphine ağaçlığa giderse ejderha ona ulaşamazdı. Tabii bu birazda nefesini ne zaman kullanmak isteyeceğine bağlıydı. Ağaçlar, Delphine’e atışları için kolaylık sağlıyor olabilirdi fakat işin bir de diğer yönü vardı. Ejderha ağaçlarla beraber Güneyli kadını da haşlayabilirdi.
“Buradan ayrılmaya çalışırsam bana yönelecektir. Çok riskli!” diye bağırdı Delphine.
“Sen koşmaya başla, ben dikkatini çekerim!”
Aodray kayanın arkasından çıktı ve hızla kratere doğru koşmaya başladı. Delphine’nin de aksi yönde koşmakta olduğuna emindi. Şimdi ejderhanın iki seçeneği vardı.
Ok fırlatan Güneyli ya da Ejderdoğan…
Sahlokniir düşünmeden Aodray’a uçtu. Ejderhaların hakimiyeti önündeki tek en engeli ortadan kaldırmak ilk seçeneği olmuştu. Okçu kadın bekleyebilirdi. Nord’a yaklaşırken koca ağzını açtı ve büyülü nefesini Aodray’ın üzerine kustu.
“YOL!”
“WULD!”
Alevler Aodray’ın üzerine gelirken bir anda hedef ortadan kaybolup biraz ileride belirmişti. Gri Sakallar’ın öğrettiği numara işe yaramıştı.
Sahlokniir aniden durdu. Alevler gitmişti. Şimdi yerden biraz yüksekte havada asılı duruyordu. Ketum gözlerini Ejderdoğan’a dikmiş, onu süzüyordu. Etkilendiğini gizlemedi.
“Dovahkiin! Anlaşılan zorlu bir ölümü tercih ediyorsun!”
“Sana öğlen yemeği olmaya niyetim yok Sahlokniir!” diye bağırdı Aodray.
“Bunu göreceğiz.” diye güldü ejderha. Hırıltı ses Aodray’ın ürpermesine neden olmuştu. “YOL!”
Bir kez daha rüzgarla bir oldu Ejderdoğan. Büyülü nefes bir kere daha hedefini tutturamadı. Aodray daha önce iki kez üst üste çığırışlarını kullanmamıştı. Nefes nefese kalmıştı. Bedenindeki güç hızla azalıyordu.
Ejderha sadece onu yormaya çalışıyordu. Eninde sonunda avının enerjisi bitecekti.
“Bahsettiğim buydu Dovahkiin!” diye konuştu ejderha. “Sen bizden değilsin. Bizim kelimelerimizi kullanman, zayıf bir insan olduğun gerçeğini değiştirmez.”
“Sana yenilmeyeceğim Sahlokniir!” dedi Aodray zorlukla.
“Az önce de dedim, bu göreceğiz Dovahkiin… YOL!”
Aodray ejder dilinde son kez haykırdı. Artık iyice tükenmişti. Alnında ter damlaları oluşmaya başlamıştı. Aldığı her nefes ciğerlerini yakıyordu. Daha fazla kaçamazdı. Görüntü bulanıklaşırken ejderhanın ağzını açtığını gördü.
***
“Daha kötü ne olabilir acaba?” diye kendi kendine konuştu Lydia. Birkaç dakika önce Greenale ile yüzleştikleri hücreye şimdi mahkum olarak tıkılmışlardı. Bu çürümüş yerden kaçmanın neredeyse imkansız olduğunu bildiğinden, kendini şaşırtıcı bir biçimde durumu kabullenir halde bulmuştu.
“Seni eninde sonunda salacaklar Lydia, merak etme.”
Astrid yatağa boylu boyunca uzanmış, baygın bir ses tonuyla konuşuyordu. Belli ki aklı başka yerdeydi. Nasıl olduysa saklamayı başardığı bıçağıyla oynuyordu. Moralinin feci bozuk olduğu aşikardı.
“Ne yani, sen de bundan sonraki hayatını zindanda mı geçireceksin?” diye sordu Lydia gülerek.
“Buraya gelirken önlemlerimi aldım Lydia, merak etme.” diye cevapladı Astrid.
“Seni çıkarmak için kim gelecek?”
“Tapınaktan kimse gelmeyecek, onlar Solitude’a gideceğimi bile bilmiyorlar.”
Lydia ‘Kim?’ dercesine Astrid’e baktı. Astrid bakışı fark ettiğinden hemen gözlerini kaçırdı.
Hırsızlar Loncası. Eski düşman, yeni dost. Aslında dost oldukları pek söylenemezdi. Görünürde olan herhangi bir anlaşma yoktu. Fakat Kardeşlik’in lideri Astrid, Lonca’nın bazı üyelerini tanıyordu. Direkt olmasa da iki örgüt birbirlerine dolaylı olarak yardım ediyorlardı. Bu sıra dışı dostluğun dayanağıysa Astrid’in elleri arasında geziniyordu.
Woe…
Lydia’nın, eski zamanlarda yaşananları öğrenmeye hevesli, Kardeşlik tarihine meraklı biri olduğu söylenemezdi. Fakat Falkreath Tapınağı’nda takılıyorsanız tarih gözünüze sokulurdu. Her toplantıda, her yemekte hatta kendi aralarında yaptıkları küçük sohbetlerde eski hikayeler sürekli dile gelirdi. Ve her sohbet aynı yerde birleşirdi. Aynı nesnede vücut bulurdu.
Woe…
Woe diğer bıçaklardan farklı olmasa da onu diğerlerinden ayıran bir şey vardı. O da Woe’nun sahibiydi. Bu bıçağın sahibi iki yüz yıl önce Cyrodiil’de Kardeşlik’in kaderini sonsuza dek değiştirmişti.
O, Hırsızlar Loncası için önemliydi çünkü yaptıkları son işle Lonca’nın gücünü tüm Tamriel’e duyurmuşlardı. Lydia onun kimin için çalıştığını, nerelerde bulunduğunu bilmiyordu fakat, çaldığı şeyi ve onun hangi isimle çağırıldığını biliyordu. Lonca ona Gölge-Ayak derdi ve son işinde imkansız olanı başarıp İmparatorluk’un burnunun dibinden bir Kadim Parşömen çalmıştı.
Karanlık Kardeşlik için ise ismi, saygının yanında büyük bir de büyük bir hüzne neden olurdu. Cheydinhal katliamının arkasındaki kişiyi ortadan kaldırmıştı. Ne var ki bıçağını düşmanın kalbine sapladıktan hemen sonra, ölen kardeşlerinin yanına katılmıştı. Kardeşlik ona Eleyici Elrin derdi.
Yüzyıllar önce yaşamış bir Orman Elf’i. Ortaya çıkarttığı gerçekler nedeniyle Karanlık Kardeşlik Gecenin Annesi’ne sırtını dönmüştü. Artık Eleyiciler, Konuşmacılar, Dinleyiciler yoktu. Sadece kardeşler vardı. Kara Ayin hala devam ediyor olabilirdi ama en azından kuralları kendileri belirliyorlardı. Tıpkı Aodray kararında olduğu gibi.
“Bilmem, bence böyle daha iyi.” diye mırıldandı Lydia.
“Ne?” diye sordu Astrid doğrularak. “Ne oldu ki?”
“Gecenin Annesi, Eski Yol, Beş İlke. Onlarsız daha iyi sanırım.” diye karşılık verdi Lydia.
“Geçmiş zamanları mı düşünüyordun?”
“Sen?”
“Düşünmediğim tek bir gün bile yok Lydia. Tek bir gün!” dedi Astrid hararetle. “Her düşündüğümde seçtiğim yolun doğru olduğuna olan inancım daha da artıyor. Böylesi bence de daha iyi.”
Hapishane girişinin kapıları açılınca ikisi de hemen sustular. Muhafızların, Kardeşlik hakkında bir şeyler duymasını istemezlerdi. Eh, gelen Greenale ise susmaları için iki kat sebep var demekti.
Gelen hapishane gardiyanıydı. Elindeki iki kaba bakılacak olursa yemek getiriyor olmalıydı. Gardiyan çelik miğferini başına takmış olduğundan yüzü görünmüyordu. Parmaklıkların dibine geldiğinde kapları Lydia’ya uzattı.
Lydia gardiyanın gitmesini beklemişti ama adam hala parmaklıkların önünde, ayakta dikiliyordu. Lydia, “Derdi ne acaba?” diye geçirdi içinden.
“Tamam, rahat olabilirsin. Lydia Kardeşlik üyesi.” dedi Astrid muhafıza dönerek.
Gardiyan miğferi çıkarttığında Lydia şok olmuştu. Gardiyanı uzun boyu nedeniyle erkek sanmıştı fakat şu an karşısında, yüzünde mağrur bir ifadeyle, esmer bir Nord kadını duruyordu. Oldukça alımlıydı. Kızıl saçları miğfer nedeniyle alnına yapışmıştı. Normalde takmaya alışık olmadığı her halinden belliydi. Büyük, kahverengi gözleriyle hücredeki iki kadını ilgiyle süzüyordu. Bir süre sonra Lydia’ya hitap ederek;
“Selam ben Neff.” dedi neşeyle. Sesi, kadınsı özellikleri bu kadar ön planda olan birine göre fazla çocuksu ve heyecanlı çıkmıştı.
“Lydia.” dedi Astrid ayağa kalkarken. “Neff, Hırsızlar Lonca’sından.”
“Demek bahsettiğin önlem buydu?” diye Astrid’e döndü Lydia.
“Aslında ben Delvin’e haber vermiştim. Neff’in geleceğini tahmin etmemiştim. Gerçi Delvin’in koca k*çını kaldırıp buraya geleceğini hiç sanmıyordum.” diye açıkladı Astrid. Sonra Neff’e dönerek:
“Bizi buradan çıkartabilecek misin?” diye sordu.
“Bu imkansız Astrid. Etraf çok kalabalık.” dedi Neff üzüntülü bir şekilde. “Buraya kadar gelebilmem bile mucize.”
“Ya gece?”
“Devriyeler çok sıkı.”
“Eh, madem imkansızdı, niye buraya kadar gelip zahmet ettin?” diye sordu Astrid bozum olmuş bir şekilde.
“Üzgünüm Astrid, keşke yapabilsem.”
Lydia aklına gelen şeyin çok düşük ihtimalli olduğunun farkındaydı. Mesaj yerine hiç ulaşmayabilirdi. Ya da mesaj ulaştığında her şey için çok geç olabilirdi. Yine de şansını denemesi gerekiyordu. Heyecanla aklına gelen planı Neff ve Astrid’e anlattı.
***
Ölümü beklemişti. Ölüme kavuşmaya hazırdı. Savaşmıştı, mücadele etmişti. En sonunda bitkin düştüğü, artık karşı koyamadığı o ana gelmişti. Burada ölecekti, alevler arasında kavrularak göçecekti. Geçmişi olmayan, geleceğini kaybetmiş biri olarak.
Ölmemişti.
Ama bu nasıl olurdu, nasıl hala hayatta olabilirdi ki? Alevlerin ona doğru geldiğini görmüştü. Bir şeyler ters gidiyordu. Neler olduğunu görebilmek için, ölüme kapattığı gözlerini tedirginlikle açtı.
Alevler ile Aodray arasında bir Güneyli duruyordu; Delphine.
İki elini de öne doğru uzatmış, tüm gücüyle büyü kalkanı oluşturmuştu. Dişlerini sıkmış, saldırıyı kalkanın arkasında tutuyordu.
Ejderha yeni bir saldırı için gökyüzüne yükselirken Delphine de kalkan büyüsünü kesti. Kesinlikle bitmişti. Harcadığı güç nedeniyle harap olmuştu. Fakat, yinede gülümsüyordu.
“Sen neden geldin? Ağaçların arasında kalmalıydın.”
Kadın alayla güldü bu sefer. “Blade’ler asla arkada kalmazlar Ejderdoğan.” dedi ve yere yığıldı. Blade’in ne demek olduğunu sormaya vakit yoktu. Hatta yere düşen yorgun bedeni saklamaya da yoktu. Çünkü ikilinin aksine, ortamda gücü tükenmemiş biri vardı.
Delphine onun hayatını kurtarmıştı. Artık ödemesi gereken bir borç vardı. Kılıcını yerden aldı. Ardından Delphine’nin belindeki uzun kılıcıda aldı. Ejderha yeniden gelirken aklında tek bir şey vardı: Daha fazla geri çekilmek yok!
Ejderha ona doğru uçtuğunda yerde yuvarlanarak saldırıdan sıyrıldı. İkinci kere geldiğinde bu sefer vuruş yapmayı başarmıştı. Delphine’nin kılıcı Sahlokniir’in başının sağ tarafını kesmişti. Ölümcül bir kesik değildi ama en azından kanatlı deve zarar vermişti.
Saldırı, ejderhayı iyice körüklemişti. Alçaktan uçarak geliyordu. Son sürat. Kızgınlığını nefesine yansıtmış, çevredeki tüm bitki örtüsünü yakıyordu. Hiç hız kaybetmeden Ejderdoğan’a doğru uçtu. Alevler ve ejderha tam yaklaşırken Aodray son kozunu oynadı.
“FUS-RO!”
Büyü dalgası tamda umduğu şeyi yapmıştı. Hızla uçarken beklemediği bir büyüye çarpan ejderha dengesini kaybetmişti. Şiddetli bir biçimde yere çarptı ve toprak zeminde sürüklenmeye başladı. Acıyla çığlıklar atıyordu. Sonunda kanatlı devi düşürmeyi başarmıştı.
Sahlokniir öfkeyle kalktı ama artık uçamayacaktı. Kanadının üzerine düşmüştü. Sağ tarafı paramparça olmuştu. Öfke ve acı dolu bir kükremenin eşliğinde Ejderdoğan’a doğru yürümeye başladı. Hala korkutucuydu, hala çok tehlikeliydi. Fakat, artık yerdeydi, artık eşittiler.
Sahlokniir son kez alevlerini gönderirken kendi hayatının bu saldırısına bağlı olduğunu biliyordu. Dovahkiin ve kadını küçümsemişti. Yaptığı hatayı düzeltmek için son şansı bu alevlerdi. Sahlokniir saldırısını kesti ve yanmış bedeni görme umuduyla zemini taradı.
Ölümün ani ve acısız olduğunu söylerlerdi. Bu, böyle bilinirdi. Tabii biri başınıza iki kılıç birden sokmuyorsa. Sahlokniir’in, beynini delen çeliğe karşı yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yüzyıllar önce olduğu gibi yine bir Dovahkiin tarafından alt edilmişti.