Makale

Ejderdoğan – Bölüm 19

Doldurulmuş hayvan kafalarının etkileyici olduğu fikri Aodray’a her zaman saçma gelirdi. Bunu süsleme olarak kullanan kişilere de deli gözüyle bakıyordu. Bir avcının kulübesinde olsalar tamamdı, fakat hanın görüntüsünü ürkünç hale getiriyorlardı. Saksılarında boyunları bükük duran ölüm çanı çiçekleri ise kasveti arttırmaktan başka bir işe yaramıyorlardı. Baş Şehir Solitude’un en ünlü hanındaki bu karanlık atmosfer Aodray’ın daha şimdiden içini kemirmeye başlamıştı. Birden çevresinin görünüşünü incelemek için burada olmadığını hatırladı. Beklentiyle ona bakan hancının yanına ilerledi.

“Ben Corpulus Vinius, bu hanın sahibiyim.” dedi Güneyli sıcak bir şekilde. Ses tonundaki sıcaklık ile han büyük bir tezat içerisindeydi. “Ne isterdin Nord dostum? Burada kuzeyli dostlarımızı görmeye pek alışkın değilizdir.”

Aodray, adamın neyi kastettiğini anlamıştı. Stormcloak üniforması yeterince dikkat çekiciydi.

“Birini arıyordum.” dedi sakince. “Bir Orman Elf’i”
“Şurada, köşedeki masada oturuyor.” dedi hancı kendisine göre sol tarafı göstererek. “Yüksek ihtimalle aradığın herif odur, çünkü buradalar da Orman Elf’lerini görmeye pek alışık değilizdir.”
“Teşekkürler.” dedi Aodray, adamın gösterdiği yöne dönerek.

Malborn’u tanımlayacak en iyi şey kesinlikle sefil bir görünüşe sahip olduğuydu. Uzun, sivri bir yüzü vardı. Kahverengi çekik gözlere sahipti. Yine aynı renkte olan biçimsiz saçları ise kirden ve bakımsızlıktan ötürü keçeleşip havaya kalkmıştı. Koyu teni gibi giysileri de son derece pisti. Üzerine geçirdiği yeleği defalarca kez yamalanmıştı. Elf, masasına gelen Aodray’ı zaten kısık olan gözlerini iyice kısarak süzüyordu.

“Sen kimsin Nord? Neden masama oturdun?”
“Beni ortak arkadaşımız yolladı.” diye cevapladı Aodray. Malborn anında durumu kapmıştı.
“Gerçekten mi?” dedi kıstığı gözlerini eski haline getirerek. Gerçi pek bir fark olmamıştı. “Seçtiği kişi sen misin? Umarım ne yaptığını biliyordur.”
“Evet, benim. Adım Aodray.” dedi bozuntuya vermeden.

“İsmin önemli değil, işte anlaşma.” Elf hızlıca ve kısık sesle konuşuyordu. Birilerinin onu gözetleme ihtimalinden ölesiye korktuğu belliydi. “Sen bana zırhını ve silahlarını verirsin, ben de onları senin için elçiliğe sokarım. Gayet net. Yanında herhangi bir savaş aleti getiremezsin, Thalmor güvenliği son derece sıkıdır.”
“İyide içeride bana yardımı dokunacak şeyleri nasıl bilebilirim?” diye sordu Aodray. Anlaşılan, elçiliğe tamamen silahsız olarak girebilecekti. Bu herife eşyalarını teslim etmek hiç mi hiç istemiyordu.
“Bana mı soruyorsun?” dedi Malborn gözlerini devirerek. “Delphine, ne yaptığını iyi bilen birini gönderdiğini söylemişti. Bak, oradan sağ olarak çıkmak istiyorsan, sessiz hareket etmelisin, hızlı öldürmelisin. Elçilikte ufak bir Altmer ordusu seni bekliyor olacak.”
“Hançerler ve bıçaklarla aram iyi değildir ama yine de rahat kullanabilirim.” dedi Aodray.
“Güzel. İşini sessiz yürütmen her şeyden daha mühim.” diye fikrini belirtti Malborn. “Yine de zırhın ve kılıcın yanında olmalı, çünkü eninde sonunda partide bir kişinin eksik olduğunu fark edeceklerdir.”
Malborn, masasının altına eğildi ve Aodray’ın o ana kadar görmemiş olduğu bir bohçayı ortaya çıkarttı.

“Bunlar orada giyeceğin şeyler. Çıplak gitmek istemiyorsan tabii.” dedi Malborn. “Hancıdan bir oda kirala ve üzerini değiş. Eşyalarını ise bohçaya koy. İşte bu da davetiyen.”

Aodray yeni giysileri ve davetiyeyi alıp üzerini değiştirmek için masadan kalktı. İşte başlıyordu.
                                                                              ***

Karlarla kaplı bir tepenin üstünde yer alan Thalmor Elçiliği’nin etrafı yüksek bahçe duvarlarıyla çevriliydi. ‘Justicar’ olarak adlandırılan Elf muhafızlar dört bir yanda kol geziyordu. Elçilik tek bir yapıdan oluşmuyordu. Arka tarafta başka bir bina daha hemen göze çarpıyordu. İki binanın arası geniş bir bahçeyle ayrılıyordu. Çatılarda elf okçular çevreyi gözetliyorlardı. Elçiliğe tırmanan merdivenlerin başında bir muhafız dikilmiş davetlileri denetliyordu. Aodray sırasının gelmesi için bir süre bekledi.

Justicar’lar sıra dışı askerlerdi. Son derece hafif ama çok dayanıklı olan ırklarına özel Elf zırhları giyerlerdi. Göz kamaştırıcı, altın renkli elf zırhları nadir bulunurlardı ve onları yapabilen demir ustalarının sayısı çok azdı. Silah veya kalkan taşımadıkları için diğer savaşçı tiplerine göre hayli hızlılardı. Elf kanlarının onlara bahşettiği yüksek seviyedeki büyü gücü sayesinde savaş sırasında kendi silahlarını yaratırlardı. Büyücülüğün en önemli dalları olan Yıkım, Çağırma ve Restorasyon okullarında uzmanlardı. Aodray onlarla toplu savaşa girmenin aptallık olacağını gayet iyi biliyordu.

“Thalmor Elçiliği’ne hoş geldiniz.” dedi Justicar sıra Aodray’a geldiğinde. “Davetiyeniz lütfen.”
Aodray davetiyesini çıkartıp karşısındakine uzattı.

“Hmm, sorun yok gibi. İçeri girebilirsiniz efendim.”

İçerisi kalabalık ve gürültülüydü. Anlaşılan Elenwen zenginliğini Skyrim’in yarısının gözüne sokmaya niyetliydi. Ana giriş –aynı zamanda partinin yapıldığı yer- son derece şık ve pahalı zevklere uygun döşenmişti. Değerli vazolar, nadir bulunan çiçekler, ihtişamlı avizeler…

Uzun boylu bir elf kadını zarif bir şekilde yeni gelen davetliyi karşılamaya geliyordu. Daha önce bir kere gördüğü resmi Thalmor cüppesini giymişti. Lacivert renkli cüppesinin etekleri yerde sürünüyordu. Son derece bakımlı olan saçları cüppesinin omuzlarına dökülüyordu. Sarımsı renkteki derisine hafif bir makyaj yapmıştı. Açık yeşil gözleri vardı. Aodray’ın dibine gelince durdu ve elini nazikçe uzattı.

“Hoş geldiniz.”
Aodray kadının elini sıktı.
“Daha önce tanıştığımızı sanmıyorum.” dedi kadın. “Adım Elenwen. Skyrim’deki Thalmor baş elçisiyim. Ve siz…?”
“Fargreth.” dedi Aodray davetiyede yazan sahte ismi kullanarak. Acaba Delphine bu ismi çok aramış mıydı? “Sizin hakkınızda pek çok şey duydum sayın elçi.”
“Gerçekten mi?” diye sahte bir şekilde güldü Elenwen. “Fakat bu durumda sizin karşınızda fazlasıyla avantajsız kalıyorum. Korkarım ki sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyorum. Lütfen, bana kendinizden bahsedin.”
“Şey, olur.” dedi Aodray başını kaşıyarak. Kadının resmi tavrı karşısında biraz afallamıştı. Bu tarz konuşmalar ona göre değildi.
“Buralı değilsiniz sanırım.” dedi Elenwen merakla Aodray’ı süzerek. “Sizi Skyrim’e getiren nedir?”
“Bilmem ki, seyahat arzusu sanırım.” dedi Aodray bocalayarak. İşin diplomatik yönünü hiç tahmin etmemişti. Hiç bu yönde hazırlanmamıştı. Sanırım, bu büyük bir hataydı.
“Hanımefendi, Alto şarabımız bitmez üzere.” diye seslendi tanıdık biri. Yardım, içki tezgâhının arkasından, Malborn’dan gelmişti.

Aodray, “Tam zamanında.” diye içinden geçirdi.
“Arenthia’yı açmak için iznim var mı hanımefendi?” diye sordu Malborn. Elenwen, ona dönmeden önce de Aodray’a göz kırpmayı ihmal etmedi.
“Elbette.” diye cevap verdi Elenwen bıkkın bir şekilde. “Sana daha önce de böyle küçük şeyler için beni rahatsız etmemeni söylemedim mi?” Sonra Aodray’a geri dönerek konuşmaya devam etti.
“Özürlerimi kabul edin.” dedi sahte gülücüğü eşliğinde. “Sizinle daha iyi bir şekilde tanışmayı umuyorum. Şimdiyse diğer konuklarım ile konuşmak için izninizi istiyorum. Ama lütfen beni fazla ertelemeyin, sizi kızımla tanıştırmak isterim.”

Aodray afallamış halde kadının gidişini izledi. Malborn onun halini anlamış gibiydi.

“Diplomasi işte, ne yaparsın?” dedi gülerek. Aodray tezgâha yeterince yaklaşınca da:
“Sorun çıkmadı ya?” diye sordu.
“Yok, şu ana kadar işler yolunda görünüyor.”
“Kesinlikle.” diye karşılık verdi Malborn. “Fakat biraz daha uyum içinde olmalısın. Şüphelenmelerini istemeyiz. Bir süre aralarına karış. Ortam yeterince rahatlayınca içki almak için mutfağa geçeceğim. O zaman çaktırmadan yanıma gel ve seni içeriye sokayım.”
“Tamamdır.”
“Şimdi git, konuştuğumuzu görmesinler.” dedi Malborn Aodray’ı kovarcasına. “Elenwen seni bekliyordur. İsmini ve kim olduğunu sakın ağzından kaçırma.”

Aodray kendini aptal gibi hissediyordu. Eğer buradan çıkmayı başarırsa Delphine söyleyeceği bir çift lafı olacaktı. Kalabalığın arasına daldı ve Elenwen’i aramaya başladı. Ortamdaki gürültü seviyesi gitgide artıyordu. Şimdi konuşmaların yanına bir de ut çalan bir ozan katılmıştı. Aodray onca kişinin arasında sonunda büyük elçiyi gördü. Kadın, hizmetçilerden birine işaret verdi ve şarap kadehi anında Aodray’ın elinde belirdi.

“Yeniden merhaba.” dedi Aodray. Bir yandan da söylediği şeyin kulağa ne kadar garip geldiğini düşünüyordu. “Gerçekten de şu ana kadar katıldığın en güzel davetlerden biri. Böyle partileri sık sık düzenler misiniz?”
“Elbette.” dedi Elenwen şarabından bir yudum alarak. “Ben lüks şeylerden zevk alırım ve bu lüksü sizin gibi hak edenlerle paylaşmaktan büyük bir keyif duyuyorum. Bir de son dedikodulardan haberdar olmak ve yeni kültürler keşfetmek beni çok mutlu eder.”
“Harikaymış.” dedi Aodray keyifli bir şekilde. Harika mı? Acaba sussa mıydı? Konuşup Elenwen’e güven vermesi gerektiğinin de farkındaydı.

“Thalmor Elçiliği… Sizin buradaki konumunuz tam olarak neyleri kapsıyor? Bana anlatmanızda bir sakınca yoktur umarım.”
“Baş elçinin öncelikli görevi, Aldmeri’yi Skyrim halklarına iyi bir şekilde anlatabilmektir. İkincil olarak da Thalmor Justicar’larının Skyrim çapındaki faaliyetlerini denetlemek, yönetmek ve herhangi bir savaş durumuna hazır olmalarını sağlamaktır.”
“Kulağa zor gibi geliyor.” dedi Aodray.

Elenwen kadehini bir kez daha dudaklarına götürmeden önce Aodray’a gülümsedi. Şarabını bitirdi ve etrafına şöyle bir bakındı. Sonra kalabalığın içinden birine seslendi. Başka bir Yüksek Elf yanlarına gelmişti. Şaşırtıcı derecede Elenwen’e benziyordu. Aynı saçlar, aynı göz rengi ve aynı yüz hatları. Büyük elçinin kızı olmalıydı. Annesinden en büyük farkı üzerindeki kırmızı imparatorluk cüppesiydi.

“Kızım Greenale.” dedi Elenwen yanındakini tanıtarak. “Greenale, bu beyefendi de konuğumuz Fargreth. Kendisiyle Skyrim ve Thalmor hakkında konuşuyorduk.”
“Sizinle tanışmak büyük bir zevk… Fargreth.” dedi Greenale elini uzatarak. Kadının sesinde Aodray’ı tedirgin eden bir hava vardı. İsmini söylerken yaptığı tuhaf vurgu da dikkatinden kaçmamıştı.

Bir süre daha oyalanıp Elenwen ve diğer konuklarla sohbet etti. Fakat aklı hala Greenale’deydi. Burnuna kötü kokular geliyordu. Onda normal olmayan bir şeyler vardı. Yeterince konukların arasına kaynadığından emin olmuştu ama…

İçinden bir ses işlerin kötüye gideceğini söylüyordu. Malborn işareti verdiğinde yeşil gözlerin onu izlemediğinden emin olmak için bir süre daha bekledi.

“Hadi, hadi çaktırma. Çabuk gir içeri.” dedi Malborn aceleyle. Aodray içeri girince de kapıyı hızla kapadı. Partinin gürültüsü kesilmişti. Kalabalığın sesi boğuk ve zayıftı artık.
“Beni izle. Fazla zamanımız yok.” dedi ve Aodray’ı mutfağa soktu.

Mutfak geniş ve ferah olsa da oldukça karanlıktı. Aodray ilk bakışta pencere olmadığını sanmıştı ama karanlığın sebebi sonradan fark ettiği pencerelerde gizliydi. Hava kararmıştı. En azından güzel bir haber vardı.

İçeride yalnız olacaklarını düşünmüştü ama anlaşılan bu tam olarak doğru değildi. Skyrim’de görülebilecek en nadir ırklardan biri mutfak sorumsuydu. Bir Khajiit.

“Kim geldi, Malborn?” diye sordu hırıltılı sesiyle. Aodray, Khajiit’leri hep kediye benzetirdi. Benziyorlardı da. “Biliyorsun ki mutfağımda yabancı kokuları sevmem. Yanında kim var?”

“Bir konuk, eğer merak ettiğin buysa.”
“Bir konuk? Mutfakta? Kuralları hatırlatırım Malborn.”
“Doğru kurallar, öyle değil mi Tsavani?” diye sordu Malborn. Khajiit’e pek aldırmamış gibiydi. “Aralarda Ay Şekeri atıştırmakta yasak diye biliyordum ben.”
“Tss! Mutfağımdan defolun. Hiçbir şey görmedim, tamam!” diye tısladı Khajiit.
Malborn gülümsedi ve mutfağın sağ tarafındaki kapıyı açtı.
“İşte, bana verdiklerinin hepsi burada.” dedi Malborn köşede duran sandığı işaret ederek. Aodray sandığı açmaya koyulurken de konuşmasını sürdürdü.
“Acele et, en fazla on dakikamız filan var. Kaybolduğunu anlarsalar hapı yutarız. Görünmemeye çalış. Eğer birinin işini bitirmen gerekirse cesedini saklamayı ihmal etme. Ayrıca…”
“Malborn?”
“Evet?”

Aodray öfkeyle sandığın başından kalktı. Malborn kafası karışmış bir halde ona bakıyordu.

“Eşyalarım nerede seni bücür p**?” diye sordu Elf’in boğazına yapışarak.
“Ne? Nasıl? Ama imkânsız! Mümkün değil! Tsavani?”
“Ben bilmiyorum Malborn, bana sorma.”
“Evet?” diye hırladı Aodray.
“Gerçekten bilmiyorum.” diye sayıkladı Malborn. “Oradaydılar, kendi ellerimde yerleştirdim. Kim almış cidden hiç haberim yok.”

Malborn’a güvenmekle büyük bir hata yapmıştı. Ama Elf’in gözlerinde yalan yoktu. Sefil yaratık eşyaların nerede olduğunu gerçekten de bilmiyordu. Hayıflanması yersizdi. Artık buraya kadar gelmişti. Yapacak bir şey yoktu, geri dönemezdi. Malborn’u bırakıp mutfak tezgâhına doğru ilerledi. Tezgâha saplanmış et bıçağını eline alıp bir süre inceledi. Yeterince keskindi, iş görürdü.

“Hey, almadan önce sorabilirdin.” diye seslendi Tsavani. Aodray karşılık vermedi. Yeniden Malborn’un yanına geldiğinde Orman Elf’i korkudan ölmek üzereydi.
“Lütfen, lütfen bana bir şey yapma!”
“Hangi kapı?” diye sordu sadece.
Malborn ürkekçe yandaki kapıyı gösterdi. Aodray kapıyı sessizce açtı ve aynı sessizlikle Malborn’a dönerek, “Umarım yalan söylemiyorsundur Elf. Umarım.”
“Yap-ma-dım…” diye yalvaran gözlerle ona baktı Malborn. Bu salağın bir şeyden haberi yoktu. Kapıyı ardından kapattı ve duvar boyunda yürümeye başladı. İlk kapıya geldiğinde, zaten açık olduğunu fark etti. İçeride birileri vardı. Konuşmaya dalmışlardı. Bıçağı sıkıca kavradı.

İki kişilerdi, iki Justicar…

Konuşmaları dinlemiyordu. Kafasında başka şeyler vardı. Birileri yapacakları şeyden haberdardı. Malborn ihanet etmemişti, Delphine’nin de bunu yapacağını hiç sanmıyordu. Fakat terslikler baş göstermişti bile. Kılıcı ve zırhı olmadan kendini çıplak hissediyordu. Parti elbiseleri giymişti, rahatsızlardı. Ve silah olarak et kokan bir bıçağı tutuyordu. Yine de geri dönmeyecekti. Buraya kadar gelmişti. Eğer bu işin arkasındakilerle yüzleşmesi gerekiyorsa yüzleşecekti. En iyi ihtimalle de belgelere göz atıp yeniden partiye dönecekti.

Justicar’lar konuşmalarını bitirmişlerdi. Bir tanesi onun olduğu tarafa geliyordu. Diğeriyse sabitti. “İşte başlıyoruz.” diye düşündü.

İlk Justicar kapıda görünür görünmez hamlesini yaptı. Bıçağı sımsıkı kavradı ve onun boğazına sapladı. Justicar boğuk sesler çıkartıp yere yığılırken kapı eşiğini aştı ve diğerinin üzerine çullandı. Kurbanı daha direnemeden kafasını tuttuğu gibi hızla yana çevirdi ve boynunu kırdı.
Cesetleri saklamaya vakti yoktu, etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Ortam sekin görünüyordu. Küçük adımlarla üst kata tırmandı. Burada geniş bir koridor ve pek çok oda vardı. İlerlemeye devam etti.
Sonunda bulmuştu. Büyük elçinin çalışma odasının kapısının kilitli olmasını ve ya önünde nöbetçiler olmasını beklerdi ama kapı ardına kadar açıktı. Odanın her yerinde kitap rafları vardı. Raflarda yüzlerce kitap, arşiv kayıtları ve türlü belgeler vardı. Araştırması saatlerini alabilirdi. Bu yüzden en iyisini umarak çalışma masasına yöneldi. Masanın üzerinde tamamlanmamış davetiyeler, özel yazışma kayıtları vardı. İçlerinden bir tanesi dikkatini çekmişti. Bir mektup… Ivarstead’in ismini gördüğü gibi cebine indirdi. Okumaya zaman yoktu. Başka işe yarar şeyler bulma umuduyla çekmeceleri karıştırmaya başladı.

Kırmızı ciltle kaplı güzel bir defter bulmuştu. Şüphesiz Elenwen’e aitti. Yanına alamayacağı kadar büyük bir defterdi. Riski göze almak zorundaydı. Defteri masaya yatırdı ve sayfaları çevirmeye başladı. Okudukça göz bebekleri büyüyordu. Bu kayıt defteri filan değildi, düpedüz büyük elçinin itiraf güncesiydi. Okumayı bitirdiğinde şok içinde defteri kapattı ve çekmeceye geri koydu.
Hemen Delphine’nin yanına dönmeliydi.

Aklı uçup gitmişti. Odadan çıkarken hala güncede yazanları düşünüyordu. Eğer bu kadar dalıp gitmeseydi koridorda yalnız olmadığını da fark edebilir, gardını alarak ilerlerdi.

Hançerin soğuk çeliği karnına saplandığında her şey için çok geçti. Görüşü bulanıklaşıp, ağzına kan tadı geldiğinde ona bıçağı kimin sapladığını görmek için sadece bir saniyesi olmuştu. Zaten bu kadarı son derece yeterliydi.

Kırmızı cüppeli, sarışın bir Altmer. Bir İmparatorluk askeri. Greenale

İlk serinin sonu.
Yeni seride görüşmek üzere…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu