Makale

Ejderdoğan – Bölüm 22

Bilgi önemlidir. Hele söz konusu düşman hakkındaki gerçekler ve bilinmeyenlerse iki kat önemlidir. Bilgi güç sağlar. Düşmana karşı avantaj sağlar. Zayıflıkların bilinmesini sağlar. Kendi zayıflıklarımızın üstesinden gelmemize yardımcı olur. Ve tehlikelidir.

Şu anda bilgiyle aralarında birkaç yüz metre vardı. Tapınağın girişi bulundukları yerden rahatlıkla görülebiliyordu. Görülen başka bir şey daha vardı ki zaten problemi bu oluşturuyordu. Nehir yolu üzerine kurulmuş köprü yolunda konuşlanmış Forsworn kampı.

Öyle geçip gidemezsiniz, sizi geçirmeyeceklerinden emin olabilirsiniz. Özellikle beş kişilik grupta bulunan dört kişinin Nord olduğunu düşünürseniz. Nitekim geldiklerini fark etmişlerdi. Şimdi küçük bir ordu köprüden onlara doğru geliyordu. Aodray sırtındaki iki kılıcı da aynı anda çekti. Artık geri çekilmek, beklemek ve gizlenmek yoktu. Düşmanla yüz yüze!

                                                                     ***

Esbern hana girdiği gibi Delphine  ile göz göze gelmişti. İki eski dost birbirlerine özlemle bakarken Aodray kendini biraz geriye çekti. Aralarına girmek istemiyordu. Esbern hızla Delphine’e doğru yürüdü ve aynı özlemle kucaklaştılar. İki dost, iki silah arkadaşı yıllar sonra yeniden bir aradaydılar. Ve yeni bir gaye için kılıçlarını çekmiştiler.

“Delphine! Ben…” dedi Esbern. “Seni görmek çok güzel. Uzun zaman oldu.”
“Seni de Esbern, seni de görmek çok güzel.” dedi Delphine olayın şaşkınlığıyla. “Nasıl oldu da buradasın? Seni öldü biliyordum.”
“Ben…”
“Şimdi değil.” diye yaşlı adamın sözünü kesti Delphine. Sonra tezgah tarafına dönerek, “Orngar bir süre yerine bakar mısın?” diye seslendi.
“Elbette.” dedi Orngar hiçte hevesli olmayan bir sesle.

Sağ taraftaki odayı geçtiler ve sessizce gizli dolabın ardındaki merdivenleri indiler. Şimdi rahat konuşabilirlerdi. Delphine hala inanamaz bir ifadeyle Esbern’e bakıyordu. Esbern ise bu minik, gizli odadan epey etkilenmiş gibiydi. Etrafını ilgiyle inceliyordu. Delphine daha fazla dayanamadı ve söze girdi.

“Nerelerdeydin?”

Esbern kılıçların olduğu bölümdeydi. Delphine sorusunu sorduğu sırada zamanında Aodray’ın da ilgisini çekmiş olan katanayı tutuyordu. Kılıca bakarken gözleri buğulanmıştı.

“Sence Delphine? Kaçıyordum, saklanıyordum.”
“Thalmor’dan mı?”
“Ya kimden olacaktı?” dedi Esbern gülerek.
“Esbern bak…” dedi Delphine kaygılı bir sesle. “Yıllardır yoktun. Thalmor baş belası bunu kabul ediyorum. Fakat benim gerçek cevaplara ihtiyacım var. Çünkü kimse kalmadı. Sen yokken her şeyin bittiğini, Blade’lerin tarihine karıştığını kabullenmeye çalışarak yaşadım. Umut yok, amaç yok!”
“Delphine benden tam olarak ne istiyorsun?”
“Nereden çıktın sen Esbern?”
“Arkadaşın Ejderdoğan’a sor bence, beni o buldu.”

Aodray, tedirgin bir şekilde kendisine bakan Delphine’den çekinmişti. Kadın korkuyordu. Haklıydı da, ne kadar arkadaşının geri döndüğüne sevinmiş olsa da bu çok ani ve beklenmedik olmuştu. Bunun için her şeyin başına, planların alt üst olduğu Thalmor Elçiliği’ne dönmesi gerekiyordu.

“Söylediğin gibi plana sadık kaldım Delphine.” diye anlatmaya başladı Aodray. “Oraya gittim, konukmuş gibi davrandım, insanlarla sohbet ettim ve doğru an gelene kadar dikkat çekmemeye çalıştım. Malborn işareti verince mutfağa sızdım.”
“İşlerin yolunda gitmesine sevindim.” dedi Delphine.
“Aslında…” dedi Aodray kaşlarını kaldırarak. “Hiçbir şey yolunda gitmedi.”
“Bu ne demek oluyor Aodray? Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştük.”

“Hayır, hesaba katmadığımız çok şey vardı. Elenwen’in kızı beni tanıdı, sahte ismimi söylediğimde buna inanmadığını hemen anladım. İkinci olarak Malborn’un benim için sakladığı tüm eşyalar yok oldu. Elimde mutfak bıçağıyla içeri sızmak zorunda kaldım. Üçüncü olarak ağır yaralandım ve oradan kaçmak için Justicar’ı geçmek durumunda kaldım.”
“Üzgünüm Aodray. Ben ne diyeceğimi bilmiyorum.” diye söylendi Delphine. “Hiçbir şey bulamadın mı?”
“Aksine çok şey buldum, çok şey. Fakat, Thalmor ve ejderhalar hakkında değil. Elenwen’in günlüğünde üç kişinin ismi geçiyordu. Sen, Esbern ve Ulfrick Stormcloak.”
“İsmimiz mi? Ne demek şimdi bu?”
“Elenwen kendi halkının hakimiyeti için üçünüzü de ortadan kaldırmak istiyordu. Size doğru yollarla ulaşmak için her şeyi ayarlamıştı. Hem de her şey. İlk işleri Esbern’i canlı ele geçirip sorgulamaktı. Eh, başarısız olduklarını söylememde sakınca yoktur umarım.”
“Ya sen Esbern? Bunca yıldır hangi delikteydin?”
“Bu tartışmak yerine Alduin’e odaklanmalıyız Delphine.” dedi Esbern kadının yanına gelerek.
“Dur biraz, sen Alduin mi dedin? Dünya-Yiyen?”
“Ta kendisi, geri döndü Delphine, tüm kini ve öfkesiyle.” diye cevapladı Esbern. “Kynesgrove’da gördüğünüz oydu.”
“İşte bu harika.” Delphine’nin olanları hazmetmeye çalıştığı belliydi.

Esbern harita serilmiş masanın arkasına geçti ve konuşma başladı.

“Aodray’ın bizimle olması her şeyi değiştirir. Fakat kaybedilecek zaman yok! Onun yerini saptamalıyız… Durun size göstereyim.”

Elinde ufak deri ciltli bir kitap vardı. Aodray daha önce bu kitabı hiç görmemişti ve nasıl olup Esbern’in onu yanında getirdiği anlayamamıştı. Esbern kitabın sayfalarını deliler gibi karıştırdı ve sonunda durduğunda kitabı masada onların olduğu yöne doğru çevirdi.

“Gökyüzü Tapınağı!” dedi sayfaya parmağını bastırarak. “Tapınak Skyrim’in fethi sırasında, Reach tarafındaki Akaviri askerlerinin kamp alanında inşa edildi.”
“Neyden bahsettiği hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu Delphine, Aodray’a dönerek.
“Bilmem, bana da ilk defa anlatıyor.”
“Burası onların Alduin’in Duvarı’nı yaptıkları yer.” diye devam etti Esbern.
“Tamam, elimizde artık bir duvar var.” dedi Delphine. Pek etkilenmemiş gibiydi.
“Peki sana, onların ejderhalar hakkındaki tüm bilgilerini bu duvarın üzerine işlediklerini söylesem sızlanmayı keser misin?”

“Bunu niye yaptılar?” Bu sefer soruyu soran Aodray’dı. Esbern’in söyleyeceklerini merak ediyordu. En büyük hasmı olduğu anlaşılan Alduin’e karşı nihayet elle tutulur bir kaynağa erişmişti.
“Yüzyılların getirdiği hastalık olan unutkanlığa karşı bir önlem.” diye cevapladı Esbern. “Antik dünyanın harikalarından bir tanesi. Nerede olduğu uzunca bir süredir bilinmeyen irfan hazinesi.”

Delphine hala huzursuzdu. “Esbern tüm bunları nereden öğrendin?” diye sordu.
“Yapma Delphine.” dedi Esbern ısrar edercesine. “Bana Alduin’in Duvarı’nı hiç duymadığını söylüyor olamazsın. Ya sen Ejderdoğan?”
“Bana sorma bende bir kaç ay öncesine kadar olanlar kayıp.” dedi Aodray omuz silkerek.
“Oradan bakınca numara yapar gibi mi görünüyoruz?” dedi Delphine sinirlenerek. “Bu Alduin’in Duvarı şeysi nedir? Alduin’le olan savaşımızda bize ne sağlayacak?”
“Atalarımız Alduin’in geri döneceğini biliyorlardı.” diye yeniden açıklamaya koyuldu Esbern. “Onun hakkında tüm bildiklerini ve Ejderha Savaşı sırasında olanları bir duvara işlediler. Bu duvara da Alduin’in Duvarı adını verdiler. Duvar tarihin bir parçasıydı ve aynı zamanda kehanetin. Bulunduğu yer yüzyıllardan beridir kayıptı. Ama ben onu yeniden buldum.”
“Duvarın bize Alduin’in nasıl yenileceği bilgisini vereceğini mi umuyorsun?”
“Evet, elbette… Yine de garanti veremem ama inancım tam Delphine. Oraya gitmeliyiz.”

                                                                         ***

Uyuyan Dev’in bodrumunda yolculuğun hazırlıkları başlamıştı. Esbern seyahat çantasını, hazırladığı iksirler ve kitaplarla doldurmakla meşguldü. Aodray ise silahları gözden geçiriyordu. Hangi silahı yanına almak istediğinden emin değildi. Gerçi problem silahlar da değildi. Herhangi birini gayet etkili bir şekilde kullanabilecek beceriye sahipti. Onu asıl düşündüren işin zırh kısmıydı. Stormcloak zırhını kaybetmişti ve yeterli altını olmadığından yenisi için Whiterun’a kadar gitmeleri gerekiyordu.

“Bence şunlar senin için iyisi olacaktır.” dedi Delphine iki orta boy kılıcı göstererek. Ansızın yaklaşmıştı. “Kynesgrove’da çift kılıçla iyi iş çıkartmıştın.”
“İyi fikir.” dedi Aodray keyifsizce.
“Kafanda ne var Ejderdoğan?”
“Şey, oraya gitmeden önce Whiterun’a uğramamız gerekecek. Bildiğin gibi zırhımı kaybettim ve yenisine ihtiyacım var.”
“O zaman arkandaki sandığı bir bak derim ben.” dede Delphine odanın diğer köşesindeki ahşap sandığı göstererek.
“İçinde ne var ki?”

Sandığın açılmasıyla Aodray’ın gözleri mutlulukla parlamıştı. İçerideki çelik zırh parçaları tek kelimeyle harikaydı. Sadeydiler, üzerlerinde işleme veya amblem yoktu fakat yine de harikaydılar. Zırhın dışına taşan yün tabakası ise muhtemelen soğuğa karşı olan bir önlemdi. Fakat Aodray’ın en çok hoşa giden kısım miğferdi. Normalde miğferlerden nefret ederdi ama bu farklıydı. Açık bir miğferdi ve üzerinde iki öne doğru bakan iki boynuz vardı.

Yeni savaş giysilerini hızlıca üstüne geçirdi ve artık tanınmaz hale gelen davet elbisesini bir köşeye attı. Son olarak da silah rafından Delphine’nin tavsiyesine uyarak iki orta boy kılıcı aldı. Onları sırtına yerleştirdiğinde artık hazırdı.

Yolcukları hakkında fikir alış verişinde bulunarak merdivenleri çıktılar ve odanın kapısını geçerek ana bölüme geldiler. Delphine, han sorumlusu Orngar’a belli bir süre ortalarda görünmeyeceğini söyledikten sonra son erzaklarını da alıp dış kapıyı açtılar.

Sürpriz…

Riverwood köyünün ana yolu tıklım tıklımdı. Kasaba halkı ve muhafız birlikleri dört bir yana doluşmuşlardı. Hava karardığında evlerine çekildiklerini sandığı köy halkını böyle gören Aodray afallamıştı. Neler olduğunu anlamak için muhafızların öbek oluşturduğu bölüme doğru kalabalığı yararak ilerledi.

Yerde üç kişi yatıyordu. Üç ölü… Üç Justicar. Esbern ve Delphine korkmuş görünüyorlardı. Thalmor nerede olduklarını biliyordu. Yine de onların neden ölmüş olabilecekleri hakkında en ufak fikirleri yoktu. Sonuçta Whiterun topraklarında bulunan Riverwood’da Justicar’ların öldürülmesi garip bir durumdu. Nedeni için etrafına bakınmaya başladı.

Muhafızlar iki kişiyi sorguya çekiyorlardı. Biri seyahat pelerinini üzerine çekmiş sarışın bir Nord kadınıydı. Diğeriyse…

“Lydia!” diye seslendi Aodray miğferini çıkartarak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu