Oyun İncelemeleri

Fable: The Journey (Kinect İnceleme)

Kinect daha Kinect olmamışken, adı henüz Project Natal’ken çıkan Milo’yu hatırlıyordur herkes, ağzımız açık izleyip Milo ile konuşmayı istemiştik aylarca. Sonra Kinect oldu Natal’ın ismi, Milo hala oralarda bir yerlerdeydi ama kontrolör olmadan oyun oynama fikri bir ütopyanın başlangıcı gibi duruyordu. Aynı zamanda sonuydu da, tonlarca teknik sorunla geldi Kinect. Evet, artık Kinect’in teknik sorunları yok, keza oturduğunuz yerden konuşarak Xbox’ınızı kontrol etmenize yardım ederek tembelliğinize tembellik katıyor olabilir ama Kinect bir başlangıçtan öte, pompalanmış bir oyuncaktan öteye gidemedi. Dans etme ve spor yapma cihazı olmak dışında pek de bir işe yaradığını söyleyemeyiz oyunlar konusunda. O yüzdendir ki Kinect, öylecene durdu kaldı. Ne bir şeyleri geliştirebildi, ne kendisi gelişebildi.


Albion her ne olursa olsun, her zaman Albion.

Yine de Milo her zaman oradaydı. Peter Molyneux’nün Milo’su, oyun tasarımının dahisi Molyneux’nun Kinect’i gibi kendini asla unutturmadı. Molyneux’nün dehasının bir diğer eseri Fable vardı bir yandan da, her bir oyunu akıllara kazınan anlara ev sahipliği yapan, kara mizahının içinde kahramanlık hikayelerini anlatan bir Fable. Ama bu sefer başka Fable bu, lezzetli Fable değil.


Oyunda attan inip büyüye binmek esas kural.

Oynadığınız tüm Fable’ları unutmanızda fayda var Fable: The Journey’den tat almak istiyorsanız, Çünkü aradığınız derinliği bırakın bulmayı, esamesi bile okunmuyor. Öylesine Fable değil ki bu oyun, seride ilk defa ana karakterimizin bir ismi var;  Gabriel. Tüm oyunu onun gözlerinden görüyoruz, arada sırada da sinematiklerde şeklini şemalini görebiliyoruz; ama oyunun çoğunluğu Gabriel’in gözünde geçiyor dediğim gibi. Zira Fable: The Journey, on-rail bir rol yapma oyunu [On-rail’in ne olduğunu bilmeyenler için hatırlatalım, sizin sabit olduğunuz ve oyundaki gidiş yollarınızın önceden belirlenmiş olduğu, sizin de sadece ateş etmeniz gereken oyunlar. Örn. Time Crisis serisi, Resident Evil: The Umbrealla Chronicles, Paradise Lost, vb. ]. Bu açıdan baktığınızda aslında oyunun hedef kitlesinin kemik Fable kitlesi olmadığını anında görüyorsunuz. Hedef kitle, yaşça daha küçük olan ve Kinect’iyle oyun oynayan genç oyuncular. Ki zaten oyundaki her şey buna göre tasarlanmış.

Albion’dan tutun, karakterlere; hikayeden tutun anlatımına kadar her şey oldukça basit. Ama basit, adi anlamında bir basit değil. Sade anlamında bir basitlik var. Ve bu basitliğin kastının getirdiği rafine bir güzellik. Zaten Albion’u 8-bit yapsanız yine güzel gözükür (gel Molyneux öpeceğim). Keza ilk başta söylediğim noktaya geri dönüp The Journey’in bir Fable oyunu olmadığını hatırlarsak, oyunun görselliğinde de karşımıza çıkıyor bu ayrım. Bugüne dek Lionhead Studios, Fable için hep kendi motorunu kullanıyordu; ancak The Journey farklı olarak Unreal Motoru kullanıyor. Bana sorarsanız bu karar oldukça başarılı olmuş, zira Unreal Engine, Albion’u nefis gösteriyor ve önceki motorlar ile arasındaki fark asla göze çarpmıyor. Zaten oyunun asıl Fable serisiyle tek ortak noktası olan Albion’u da güzel göremeseydik, o zaman herhalde şimdiye kadar açmıştık ağzımızı yummuştuk gözümüzü.

The Journey, neresinden bakarsanız bakın; bir serinin ana oyunu olabilecek doğrultuda değil. Yapımcılar da bunun farkında açıkçası, duyurlduğu ilk günden beri asla serinin ana oyunuymuş gibi lanse etmediler. En azından oradan bir artı puanları var benim için. The Journey, Fable markasının Kinect için uydurulmuş bir oyunu. Her ne kadar Kinect için uydurulmuş olan bir oyun olsa da The Journey, aslında garip bir şekilde aşırı derecede zevk verdi. Eski sevgili gibi düşünün; her şey çok güzeldi ama bıraktıktan sonra tekrar oynamaya başlamıyorsunuz. Elinizde başka oyun yoksa geri dönüyorsunuz The Journey ve Kinect’inizin başına, ama bir süre sonra, oyunun başından neden kalkmış olduğunuzu hatırlayıp tekrar kalkıyorsunuz koltuktan.

Neden kalkmış olabileceğinizi de söyleyeyim çok dolandırmadan: AT. Evet, at. Şunca yıllık at fetişistiyim ama Fable: The Journey yüzünden attan beygirden gına geldi. Oyunun on-rails olduğu kısımlar, hareketlerinizin hiçbir şekilde kontrol altında olmadığı kısımlar genelde oyunun büyü atmalı aksiyon sahneleri. Onun dışındaki geri kalan kısımlarda ise (ki bu kısımlar oyunun yarısından fazla olan bir kısma denk geliyor) ata biniyorsunuz. Tıpkı atın dizginlerini çekercesine kanatlardan tutup dizginlere vuruyorsunuz ve yoldaki yetenek orblarını toplayarak hikayenin bir sonraki adımına (ki bu çoğunlukla bir mahzen) doğru ilerliyorsunuz.

Oyunun aksiyon sahneleri ise büyü atma üzerine kurulu. Ne yalan söyleyeyim, oyunun kutusunu elime ilk aldığımda çok daha büyük umutlarla yola çıkmıştım. Gerçek bir büyücü gibi, devasa el kol hareketleriyle büyü çeşitliliği sağlayabilmeyi hayal edip, ısınma hareketlerine başlamıştım. Fakat kazın ayağı pek de öyle çıkmadı oyunu oynamaya başlayınca. Oldukça uzun süren bir ata binme macerasından sonra sonunda büyülerimizi kullandığımız kısımlara geliyoruz oyunda, ama bu büyüler pek de etkileyici değil. Temel olarak oturduğunuz yerden, kollarınızı ileri itme suretiyle attığınız büyüler bir noktadan sonra oldukça yorucu hale geliyor. Eh, Kinect’i seven dikenine katlanır, ancak The Journey’de sorun biraz daha başka. Attığınız büyülerin hedefini tutturması için, Kinect kalibrasyonunda birazcık vakit geçirmelisiniz, yoksa el kol yapmanızın hiçbir anlamı kalmıyor, dağlara taşlara büyü atıyorsunuz.

İlk oyunla arasında belli bağlantılar olsa da (oyun boyunca yanımızda bize eşlik eden Theresa’yı, ilk Fable’daki ana karakterimizin kardeşi olarak hatırlayacaksınızdır) hikaye olarak seriye pek fazla bir katkısı olmuyor. Zaten bildiğimiz bir zaman ve mekandan öteye gitmiyor seri. Tabi ilk defa bir Fable oyunu oynayanlar için her şey yeni, ve güzel de anlatılmış. Oyun boyunca atımızla ilişkimiz hep ön planda, onu tımarlıyoruz, savaşlarda ok saplandıysa onları çıkartıyoruz, temizliyoruz, besliyoruz, fısıldıyoruz, ehm. Atlar güzel yaratıklar vesselam, at olarak dünyaya gelmek vardı ama kısmet olmadı işte.

Son minvalde Fable: The Journey’e bakacak olursak, kesinlikle Fable serisinden beklediğimiz kalitede bir yapım değil, yanından bile geçemiyor. Zaten Fable serisinin ana oyunlarına benzemek gibi bir çaba içine de girmemiş yapımcılar, sırf oyun daha çok satsın diye Fable isminin kullanıldığı bir Kinect tatmini olmuş. Albion’un güzelliklerini özlediyseniz oynayabilirsiniz, garip bir şekilde zevk de veriyor büyü atmak ama yorulduğunuza değmeyecek bir yapım olmaktan öteye gidemiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu