Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm 2)
Görev aldığı her işin ardından olay yerine ve kendi izlenimlerine ait notlar tutardı Tuncay. Üstelik bunu o kadar muntazam işlerdi ki, en ufak ayrıntının dahil aklından silinmemesi için çalışmasını olabildiğince er bir vakitte yapmaya özen gösterirdi. Emniyet müdürlüğünün insandan arınmış ender zamanlarındaki boş koridorlarında yankılanan tek ses; odasının koridora açılan kapısının dış tarafındaki flüoresan lambanın kısık ve tiz vızıltısıydı. Kapısı kapalı olmasına rağmen üst taraftaki buzlu cam, dışarıdan gelen ışığın ve sesin içeri girmesine engel olamıyordu. Ona rağmen bu ışık, odayı tümüyle aydınlatmak yerine içerideki sigara bulutu dumanını sadece biraz daha belirgin hale getirmeye yarıyordu. Masasındaki yerine geçmiş, eline de dolma kalemini almıştı. Bir köşede her zaman hazır olan kağıtlardan da bir tomar önüne koymuştu. Kül tablasındaki çoğu yeni, pek azı eski belki de düzinelerce sigara izmariti olmasına rağmen kağıtlarda bir çizik bile yoktu. Odasına girdiğinden beri paketindeki sigaralardan teker teker yakıyor; hatta birinin sonuna geldiğinde onun ucundaki ateşle diğerine başlıyor, o sönmeye yaklaştığında ise sıradakiyle keyfine devam ediyordu. Tabi buna keyif denirse. Kuşkusuz kafasında onu konuya yoğunlaştırmaktan alıkoyan fazlasıyla sıkıntı vardı. Düşüncelerinin tamamını kapsayan şey; bundan yaklaşık 5 ay önce meydana gelen ve kaç 5 ay daha aklından çıkmayacağını bilmediği bir hadiseydi, hepsi bu. “Aptal bir trafik kazasında kaybedilen manevi değerlerin hiçbiri geri kazanılamaz. Hele ki bunlar etinizin eti ve canınızın canıysa”. Daha fazla konuşmadı, konuşmuyor. Biraz ilerlerse gözleri doluyor, bir sigara daha yakıyor.
Sıradan bir insanmış Tuncay, tıpkı her insan gibi. Bir de ailesi varmış, hem de evindeyken kendisine isminden çok “baba” ve “hayatım” diye hitap edilen. Artık yok.
Ne zaman derin düşüncelere dalsa ve ailesi aklında gelse kaza sırasında direksiyonu tutan sol eli titremeye başlardı, işte şimdi olduğu gibi. Ölümün soğuk yanı onu ürpertmişti belli ki ve üstelik yakından hissetmişti onu, olamayacağı kadar yakınından hem de. Tuncay o uğursuz vakitte önündeki simide sıkı sıkıya yapışarak hayata tutunmuştu. Kim demiş onun arabayı sürmek için tuttuğu çembere direksiyon diye?! Kızının ve karısının hayata bağlanabilmesi için bu gibi herhangi bir şeyleri yoktu. Adını haykıran kişilerin Tuncay’ın kafasında yankılanan sesleri onu bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Ölüm, arabayı süren sol elinin derisi ile direksiyonun döşemesi arasında kalan boşluk kadar somuttu. Bunu fark eden tek kişinin sadece kendisi olduğuna her saniye lanet ediyordu. Belki kaybettiği kimselerin onun hayallerindeki yansımaları bu yüzden böylesi kin doluydu.
Saatlerin o zamanı bildiren iki ince kolundan kısa olanı, son olayın ardındaki dördüncü dilimin bitiş sınırını işaret ediyordu. Yorucu ve uzun bir günün üzerine gelen esaslı bir korku filminde gelişmelerin sonuna yetişen alelade bir dedektif olarak rol almıştı; fakat, bunun neticesinde alması gereken bir ücret yerine ödemek zorunda olduğu bir bedel, mevcut senaryoyu daha anlaşılır ve gerçekçi kılardı. Her ne pahasına olursa olsun kendisi ile beraber olduğu zaman mutlu ve huzurluydu. Odadaki boğucu hava buna engel değildi; çünkü kendisi de bu ortamın bir parçasıydı zaten. O kadar bütünleşmişti ki, odasına kadar giren ve pencereyi aralayan dostu Tahir’i bile fark etmemişti. Odaya girmiş ve kapıyı arkasından kapatmıştı. Düşüncelerinin içinde savrulan Tuncay bir süre sonra pencereden gelen soğuk hava ile irkildi. Başını rüzgarın geldiği tarafa çevirdiğinde koridordan süzülen ışıkla vücudunun ve dolayısıyla yüzünün yarısı aydınlanmış olan Tahir ile karşılaştı. İçeri çökmüş gözleri, yuvalarının boş olduğu izlenimini yaratırken seyrek saçları ve beyaz teni herhangi bir insan için bu saatte ve ortamda hayli ürkütücü olabilirdi. Yalnız Tuncay’ın tecrübelerine kıyasla epey sıradandı. Sanki normal bir suratla karşılaşmışçasına başını tekrar önüne çevirdi.
Sorgu odasında kızın hazır olduğunu haber vermek için onca merdiveni çıkmıştı Tahir. İkisinin de aynı gece bu ortamda karşılaşmış olmaları tam bir rastlantıydı. Şu anda ise kolunun arasında birkaç dosya ile Tuncay’ın sol tarafındaki pencerenin önünde dikiliyordu. Yaşı itibariyle genç sayılmazdı; ama, yılların getirdiği bitkinliği olabildiğince yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu. Tuncay’ın arkadaşını fark etmesinden çok uzun bir süre geçmemişti ki arkadaşı konuşmaya başladı.
-“Senin kız konuş… özür dilerim. – Kız – konuşuyor. Konuşacak yani, hazır.”
Karşısındaki kişi suskun kalmayı tercih etti. Yalnızca “tamam” manasında başını salladı, ardından da kollarını dirseklerinden kırarak masaya koydu, ellerini birleştirdi ve alnını da ellerinin üzerine yasladı. Sanki dünyadaki bütün havayı içine çekercesine bir iç geçirdi. Tahir sözleriyle, arkadaşına kazayı ve yitirdiği kızını hatırlattığını düşündü; hemen özür dilemek için elinin onun sırtına koydu ve kulağına eğilerek kısık bir ses tonuyla sözlerine devam etti.
– “Hey, özür dilerim, tamam mı?” sorusuna bir cevap beklemeden devam etti. “Keşke bugün hiç yaşanmamış olsaydı. Orada gördüklerinin ve yaşadıklarının hayatını daha fazla etkilemesine izin vermemelisin. Olacaklara engel olunmuyor işte. Hayatına çeki düzen vermelisin. Belki sana hiçbir şey ifade etmeyecek olsa bile söylemek istiyorum: Gelecek geçmişle…”
– “bağlantılı!!! Bu sözü son zamanlarda defalarca duyuyorum senden. Ve artık şimdiden sonra nefesini de fazla tüketmeni istemiyorum…” Demesiyle beraber Tuncay’ın, Tahir olduğu yerde doğruldu. “…zaten hepsi sayılı. Bu hakkımızı yerinde kullanarak olabildiğince uzun yaşayabiliriz.” Kendi kendine güldü. “Yada saçmalıyorum, kim bilir?”
Söylediklerini hiç istifini bozmadan, gür bir ses tonuyla dile getirmişti. Yavaşça o da oturduğu koltukta doğrularak arkasına yaslandı. Uzanarak kül tablasındaki izmarit dağının arasından neredeyse filtresine kadar küle dönüşmüş sigarasını alıp son bir nefes daha çekti ve tekrar eski yerine yerleştirdi. Yaptığı her hareket ve verdiği son solukla birlikte odadaki bütün sis, rüzgarda dalgalanan buğday tarlalarındaki başaklar gibi yer değiştirdi. Ardından kendine şöyle bir çeki düzen verirken sol eli titremeye devam etti. Cebini yoklayarak sigara paketinin yerinde olup olmadığını kontrol etti; ama, içinin boş olduğunu anlayamadı. Her ne kadar kendine verdiği bu geçici fiyakadan sonra Tahir’in karşısında pejmürde görünmemeye çalışsa da, sigara dumanı ile boğuklaşan odanın atmosferi yardımıyla iyice bitkinleştiği fark edilmeyecek değildi. Ayağa katlığında gülümsemeye de çalıştı ayrıca; ama, sanki gözlerinin şişliği gamzelerini bile kapatıyordu.
– “Kızı 3’e mi 4’e mi aldınız?” Bu sayılar sorgu odalarının numaralarını temsil ediyordu.
– “Bu halde mi sorgulayacaksın onu?” diyip olumsuz manada başını sallayarak suratının halini işaret etti. “Suçlular, sorguları bekler. Başka bir saate yada güne aktarabiliriz. Şu halinle ne sen ne sorduğunun farkında olursun, ne de onun verebileceği yanıtları tam olarak anlayabilirsin.” Arkadaşının başına buyruk tavırlarına alışık olan Tahir, “sen bilirsin” manasında kollarını iki yana açarak seçimi arkadaşına bıraktı.
– “Olabildiğince çabuk olmalı. Son zamanlarda geciktirilen hiçbir şey hoşuma gitmiyor.” dedi ve ekledi “Zamanında yapılmayan şeylerin düzenin devamlılığını sağlayamadığını gördüm. Onun için, aklımdayken bazı şeyleri şimdi düzenlemek yerinde olacaktır.”
Gözlerini yuvarladı Tahir “Sana öyle geliyor olmasın? Bana bak, her şey ne zaman olması gerekiyorsa o zaman olur. Şimdiyse şimdidir, yarınsa yarın.
Gülümseyiverdi Tuncay bunun üzerine, ardından da gözlerini kapatıp sağ elinin baş ve işaret parmağıyla gözlerini ovuşturdu. Kendisi kalkıp bütün olanların sorumlusuyla konuşmak, aklındakileri sıcağı sıcağına hemen soruşturmak istiyordu. Bu, işine olan bağlılığının bir göstergesi değil, kendi prensipleri ile alakalı olan bir şeydi. Hem gecenin şu saatine kadar sırf bunun için beklemişti. Arkadaşı ise ona engel oluyordu. Aslında tam anlamıyla engel de denemez, çünkü özünde dostunun şimdiki durumuna verdiği hassasiyet vardı. Tuncay ise istemeden biraz sert çıktı:
– “Madem öyleymiş, bırak da zamanı ben ayarlayayım olmaz mı, bırak da işimi nasıl istiyorsam öyle yapayım. Kafamda sorular var. Onlar silinmeden cevapları öğrenmem lazım. O Tanrı’nın cezası yerdeki şeyler yüzünden zaten yeterince sinirliyim. Beni anlamalısın.”
– “Anlıyorum. Pekala, patron sensin. Kızcağızı kolaylık olsun diye 3’e aldım. Demek bir çuval dolusu ha? Hayret! O görünüşte birinden açıkçası pek beklenir sapıklıklar değil bunlar. Kolay gelsin.”
Tuncay çıkmaya hazırlandı ve masasından kapıya doğru hareketlendi. Arkasında Tahir’i kendi odasında bıraktı. Şimdi 3’e gidecekti. 3, yani üçüncü sorgu odası, bulunduğu binanın en alt katını işaret ediyordu ona. Kendi kendini ayıltabilmek için asansörleri tercih etmeyerek merdivenlere yöneldi. Odasındaki duman bulutu arasından çıktıktan sonra zaten bu saatte bomboş olan koridorlar kendisine çok rahatlatıcı geldi. Boş koridorlar barış dolu bir yer olarak nitelendirilecek olursa, kendisi buraya göre fazlasıyla tezattı. Tıpkı zemin kattaki güvenli binadaki alışılmadık kişi, yada masum bedendeki seri potansiyel seri katil gibi.
Zemin kata inmesi için gereken üç katı da indikten ve basamakları geçip kata ayak bastıktan sonra doğrultusunu bozmadan merdivenleri arkasında bırakarak yürüyüşünü sürdürdü. Gitmesi gereken yere varması için önündeki koridoru boyunca aşması gerekiyordu. Fazla uzun olmayan bu mesafeyi aldıktan sonra karşılıklı ikişerden dört kapı ve her bir kapının üzerinde birer lambanın bulunduğu bir hole geldi. Bu kapılardan birisi arşiv merkezine açılanınkiydi ve suçluların sicillerine ait ve zanlıların kimlik bilgilerinin bulunduğu, bir yetkiliye gerekebilecek her türlü önemli evrak burada bulunuyordu. Kapısında da gece operasyona beraber çıktığı mesai arkadaşlarından biri olan Hakan vardı. Tuncay’ın normalde isim hatırlamak gibi bir meziyeti yoktu; fakat, kafasında bazı şablonlara oturttuğu kişileri unutmazdı. Hakan’ı da hırsı ve çalışkanlığıyla kendisine tanıtmıştı. Elinde bir takım kağıtlarla amirini fark eder etmez yanına gitti. Tuncay fazla resmiyete özen göstermeyen, çevresinden de bu tarz bir beklentisi çok olmayan bir kişiliğe sahiptir. Hakan yanına geldiğinde elindeki kağıtları amirine verdi. Aralarındaki kısa muhabbetin ilk demlerinde kızın isminin bir Türk ismi olmadığını öğrendi Tuncay.
– “Demek Julia ha? Gerçekten de ismi bu muymuş?”
– “Evet amirim. Yani, en azından kendisi öyle olduğunu söylüyor. Ama Türkçe’si gayet anlaşılır, hatta epey düzgün de. Sicili de temiz, parmak izlerine karşılık gelen herhangi bir kaydı bulunmadı. Üzerinden kimlik falan da çıkmadı.” dudakları gerildi. “Zaten üzerinde fazla bir şey olduğu da söylenemez ya.” Tuncay’ın hafif dik bakışları ile tekrar önceki tavrını aldı Hakan. “Sadece ismini söyledi, hangi uyruktan olduğunu bilmiyoruz.”
Can kulağı ile dinlemedi Hakan’ı Tuncay. Sadece ondan aldığı ince dosyayı koltuğunun altına sıkıştırıp mesai arkadaşının sırtına dostça vurdu. Birbirlerine iyi sabahlar diledikten sonra Hakan merdivenlerden yukarı çıkarak gözden kayboldu, Tuncay ise sorgu odasına doğru yüzünü döndü. Arşiv ile sorgu odaları karşılıklı sayılırdı, aralarında biraz boşluk olsa da. Kafasında “4 kafa, 1 ceset” bilmecesinin cevabını alabilecek olmanın verdiği heyecanın öncesinde Julia denen bu ne olduğu belli olmayan kızın konuşup konuşmayacağına dair şüpheleri yoğunluktaydı. Dört bir taraftan gelen ışıkla yerde Tuncay’ın dört yönde farklı gölgeleri oluşuyordu. Kim bilir, belki bu gölgelerin her biri, kendi cellatları ile hesaplaşmak için Tuncay’ı kullanan dört cesedin ruhlarıydı.