Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm 3)
İçeri girerken eşiğin diğer tarafında bıraktı diğer gölgelerini Tuncay.
Sadece kendisininki, yada öyle sandığı ayaklarının dibindeydi yine, her zaman
olduğu yerinde, sadık bir şekilde. İçeri girdi, yüzünü kapıya dönüp sessizce
kapattı. Ağırlaşan göz kapakları ona, attığı her adımda bir miktar daha uyku
yüklüyordu. Kapıyı kapatırken elini kapı kolunu aşağı indirmek için yormadı.
İtti ve kapandı. Yuvasına oturan kapı mandalı sert bir ses çıkarırken Tuncay’ın
bunu umursayacak mecali dahil yoktu. Alnını yüzünün dönük olduğu kapıya dayarken
gözlerini de senkronize hareket ettirerek kapayıverdi. Aslında kapatmadı, sadece
serbest bıraktı; göz kapakları da olağan fizik kanunlarının rutinliğiyle
birbirine yapıştı. Onlar ki hemen önünde galaksiler olsa bile bir ışık tanesini
öte tarafa geçirmez, onlar ki kalıplı bir adam olanca gücüyle yumruk atsa asla
hasar almaz. Açmasa gözlerini, yada kirpikleri birbirinden ayrılmasa, saatler
boyunca, öylece, o şekilde, orada hiç kıpırdamadan bekler durur; bilirim. Esnedi
sonra. Gerinmedi ama. İnsan onun gibi bir durumdayken adabımuaşeret kurallarına
çok da riayet etmez herhalde. Yada esnerken ağız kapatmak buna örnek olarak
gösterilebilir mi? Her neyse, en azından kıdeminin etrafındakiler tarafından
saygı bulduğu bir yerde, ve hatta yalnız olduğu bir mekanda buna o kadar da
dikkat etmezdi herhalde. Yalnız mı???
Tuncay birden göz kapaklarını kaşlarıyla çekiştirerek kendine geldi. Yüzünün
hala kapıya dönük olduğunu dikkate alacak olursak arkasındaki potansiyel
tehlikenin ne derece aktif olduğunu fark edemezdi. Acaba şimdi kızın yüzü
nasıldı? Yoksa elinde bir bıçakla Tuncay’ın ensesinin dibinde yüzünü ona
dönmesini mi bekliyordu? Emniyet müdürlüğünde üstelik? Bana soracak olursanız
böyle bir konumda böylesi bir manyaktan her şey beklenebilir. Arkasında bir
suçlu var mıydı? Aslında olması kadar olmaması ihtimali de pek tabii mümkündü.
Kafasını yarım çevirerek omzunun üzerinden geriye doğru bakmaya yeltendi. Takım
elbisesi ile uyum halindeki üzerine giydiği siyah ve uzun paltosu, onu bildik
ecnebi filmlerindeki meslektaşlarının yaptığı işin verdiği havayı bulmasını
sağlıyordu. Bunun ona verdiği fiyakayı kime kullanacaktı ki? Kendisi ve
arkasında bir zanlı vardı odada yalnızca. Kendisi tarafından da kabul gördüğü
gibi “suçu ispatlanana kadar hiç kimse suçlu değildir ki”. Başını yan çevirince
göz bebeklerini iyice sola kaydırarak kıza doğru bir bakış attı. Ölü gibi
sessizdi. Belki de canlı taklidi yapıyordu, olduğu yere yığılmadan sandalyede
otururken. Ellerini paltosunun yakalarından tutup çekiştirirken boynunu
rahatlatmak için bir sağa bir sola kırdı, arkasını döndü sonra.
Oda çok sadeydi. Hatta boş bile sayılabilirdi. Orta yerde bir masa, kendisine
göre arka tarafta kalan tarafında da kızın oturduğu sandalye yer alıyordu. Tabii
bir tane sandalye de kendisi için temin edilmiş vaziyetteydi. Kızın suçlarını
işlediğinin düşünüldüğü evdeki çıplaklığı, polis memurlarının birinin verdiği
ceket ile nispeten örtülmüştü. Sırtında muşambadan yapılma bilindik bir polis
ceketi vardı. Kollarını ceketin kollarının içine sokmamıştı, sadece sırtındaydı.
Ellerini birleştirmiş, iki dizinin arasına sıkıştırmıştı. Titriyor muydu, yoksa
kendi kendine bir şeyler mi fısıldıyordu? Dudakları acaba neden bu kadar sık
hareket ediyordu? Her ne kadar başını eğmiş olsa da çenesinin hareketlerinden
bunlardan birisini yapmakta olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Titremesi gayet
doğalken, sanki emaneten üzerine atılmış olan ceket ha düştü ha düşecek halde
omuzlarının uçlarında duruyordu. Boynu, üzerindeki tek geceliğinin kesimi
yüzünden dizleri, bütünüyle kolları açıktaydı. Kollarının tamamı Tuncay’ın
bulunduğu yerden rahatlıkla görülebiliyordu. Boyu da fazla uzun değildi. Gerçi
bunu Tuncay onu evden ekip arabasına taşırken her ne kadar fark etmiş olsa da,
şu anda karşısındakini oturduğu sandalye ile kıyasladığında en fazla 13
yaşındaki zayıf bir kız çocuğu şablonu gözlerinin önüne geliyordu. Ne fark
ederdi? Sanki eceli ile ölenle 10 yaşındaki çocuğun öldürdüğü adam aynı yere
gitmiyor muydu? Kızın kırmızı saçları ile kendine geldi Tuncay. Neydi bu? Kan
kırmızısı saç da neyin nesiydi öyle? Kızıl diye bir ten ve saç rengi vardıysa,
buna “saf kırmızı”dan başka hiçbir şey denemezdi. Tuncay cebindeki sigara
paketini yokladı. Yerindeydi.Sonunda yürümeye başladı Tuncay. Bir, ve bir ikincisi daha. Varıverdi hemen
masanın olduğu yere. Kızın başı hala eğikti. Sandalyeyi yere sürterek çekti,
oturdu, yerinde düzeldi, sonra cebinden de paketi çıkartıp masanın üzerine attı.
Çakmağını almadığını sonradan fark etti. Buna sinirlense iyi miydi, yoksa zaten
sigara paketinin içinin boş olduğunu öğrenince eğlense miydi kendi kendine? Tüm
bunlar gelişirken kızın çenesi kesintisiz şekilde oynamaya devam ediyordu. Bir
dakika kadar neler olup bittiğini anlamaya çalıştı Tuncay. Başını masa yüzeyine
doğru hafifçe indirip kızın gözlerini görmeye çalıştı. Nafile. Ama kesin
anlayabildiği bir şey vardı; o da kızın kendi kendine konuşmakta olduğuydu. Ama
dinlediği kadarıyla Tuncay’ın bildiği bir lisanda konuşmuyordu. Ivır zıvırca
konuştuğunu, kendisini sinir etmeye çalıştığını aklından geçirdi Tuncay. Tam
bütün bunların sona erdirip onunla konuşmaya başlayacaktı ki…
“Kimse ile dalga geçmek gibi bir niyetim yok.” …aniden konuşmaya başladı.
“Yaptım. Yaptıklarım için özür dilerim. Biliyorum, bunlar çok saçma; ama,
anlatmamam gereken şeyler var. Sadece bunu benim yaptığımı bilmen yeter. Tamam
mı? Evet, gerçekleşenlerin ne kadar iğrenç ve kötü şeyler olduğunun farkındayım.
Ama inan, şu anda sen de karşımda bütün o gördüğün iğrenç şeyler kadar saçma
görünüyorsun. Ve emin ol ben de öyleyim. Öldürdüklerimin hepsi, yani o
gördüklerin, onlar, yapmamaları gereken bir şey yüzünden cezalandırıldılar.
Günahları yazıldı, bir kısmını burada çektiler. Elbette tekrar cezalarını
çekecekler senin o ‘öbür taraf’ dediğin yerde; ama, sonunda onlar ilk
kutsanacaklar arasında olacaklar. Sen de kutsanacaksın; ama, onlardan uzun zaman
sonra. Bu bir süreç. O ölenlerin hepsi aslında ölmedi. Bunun ne anlama geldiğini
sana anlatırsam sen de onlar gibi olacaksın. Şu anda beynini okuyabiliyorum. Şu
anda benden duyduklarının hepsi sana anlamsız geliyor, hak veririm sana. Benim
başıma da böyle bir olay gelseydi ve karşımda, senin tanımınla, bir ucube
otursaydı, aklımdan geçireceğim şeyler zannetmiyorum ki farklı olurdu. Bunların
hepsini, yani anlatacaklarımı veya karşılaşacaklarını birbirine bağlamanı hemen
bekleyemem. Einstein’dan da bekleyemem aslında. Bunu herhangi bir insanın
çocukluğundan yaşlılığına kadar tanıştığı insanların kendi aileleri ve onların
da soy ağaçlarındaki kişilerin tanıdığı şahıslar ile alakalı olduğunu
söyleyebilirim sadece. Zaman örümcek ağı gibi karışıktır, ve bir o kadar narin,
ince. İşte bu da aynen onun gibi. Bir kişi tanırsın, onun o kişi olduğunu
bilirsin. Yıllar geçse de bu böyle olur. Sonra belki onu gerçekten unutursun;
ama, aslında asla unutmazsın. Bunların hepsi sonuçta sizlerin aklınızın içinde.
Sen ve ailen örneğin. O kazayı ben de yakından hatırlıyorum. Yıllar geçse
unutmayacağın şeylerin başında geliyor. Sol elin hala titriyor mu?” Evet, şu
anda eli titremekteydi. “Melek, eşin. Gerçekten de çok güzel bir kadındı. Ve
Merve. 6 yaşındayken gördüğüm en sevimli kızlardan birisi olduğuna seni temin
edebilirim…” Karışsındakinin son söylediklerini duyan duymaz birden dikkat
kesildi Tuncay.
“Bekle!!! Bunlar,, hepsi,, nereden biliyorsun?” Sesi sinirli, meraklı ve
yorgundu.
“…Sonuçta diyeceğim o ki; her şeyi düzende tutmak gerek. Bildiğin fizik
kanunlarının herhangi biri işlemeseydi boşluğa bıraktığın bir taş parçasına ne
olacağını tahmin edebilir misin? Düşer miydi, yoksa olduğu yerde kalır mıydı?
Patlar mıydı, büzülür müydü?…”
“Sus lanet olası. Bunlardan bana ne? Kızımı ve eşimi nereden tanıyorsun?
Julia!!! İsmin bu, değil mi?” Dünyadaki hiçbir şey o an için umurunda değildi
Tuncay’ın. Neyin nesiydi bu Julia denen kadın, ve ailesini nereden tanıyordu.
Kısa zaman zarfında dedektifin elinin titrediğini gözlemlemiş olabilirdi; ama,
karısının ve kızının ismini nasıl bilmişti?
Güldü Julia. “Belki taşı oraya koyamazdık bile.” Başını ilk kez kaldırdı ve
Tuncay ilk kez karşısındakinin yüzünü açık seçik görebildi. Kendinden emin bir
şekilde yemin edebileceği bir şey varsa, bu da kızın yüzünün şimdiye kadar
gördüğü bütün bayanların yüzünden daha güzel olduğuydu. Ama bembeyazdı. Ölü
gibi. “Evet ismim Julia. Ve Melek. Ve kızın Merve. Anlatacağım. İnanılır bir
hikaye değil aslında. Kim bilir, belki bugün iyi bir günümdeyimdir. Ki beni bir
daha asla hatırlamama ihtimalini de hesaba katarsam, ki bu çok düşük bir
ihtimaldir ve istemediğim bir şey olursa bunu pek affedeceğim de söylenemez,
sana bazı sırlar verebilirim.”
Tuncay’ın şimdi fark ettiği bir başka şey ise; kızın yüzündeki o makyaj
bozuntusunun yok olduğu ve kar gibi yüzünün çok cansız olduğuydu. Eh, düşününce
aslında ölenlerin suratları da çürüyene kadar eski haliyle kalmaz mıydı? Her ne
kadar soluk olsa da?
“Sana bazı şeyler anlatacağım ve aslını istersen bunları neden bu kadar kolay
anlattığımı aklım almıyor. Belki seni bir daha asla görmeyeceğimdendir. Tabii
uslu bir çocuk olursan.” İnceden sırıttı “Sen şanslısın, evet. Nedense her çağda
yaptığım ayinler sonrasında yakalanmayı beklerken senin gibi halkın
güvenliğinden sorumlu insanlar ile yüz yüze geliyorum. Ah, Musa,,, beni
gördüğünde ne kadar da korkmuştun. Kimseye anlatmamana sevindim. Eminim Tanrı da
bunu affetmezdi.” Karşısındakinin kendi kendisine konuşurken suratının aldığı o
herhangi bir insana ait sempatik ifadeler Tuncay’ın aklını başından alıyordu.
Sanki annesi ile konuşuyordu. Rahattı. Sözlerine devam etti. “Ne diyordum? Ah
evet. Sen de onlardan birisin, ve şanslısın. Biliyor musun, dünyada şimdiye
kadar yaşayan on milyarlarca insandan çok çok azı böylesi bir ikinci şansı
yakalayabiliyor. Nasıl bir şans mı? Sana en basitinden şöyle anlatayım: ‘Zamanı
durdurmak, ve geçmişten istediğin bir noktaya gidip herhangi bir şeyi
değiştirmek.’ Evet bence bu gayet basit bir anlatım oldu. Bu kadarını da bilmen
yeterlidir. Çok daha fazlasını, hatta sana Tanrı’nın neye benzediğini bile
anlatabilirim; ama..” parmağını şıklattı “…bir hareketimle bütün bunları sana
unutturabilirim. Hem niye anlatayım ki? Dediğim gibi bunları nasıl oluyor da
böyle kolay anlatıyorum, bilemiyorum. Kapının arkasından bizi birinin dinleme
olasılığı da yok değil halbuki. Ama şu anda böyle bir şeyin olmadığını
biliyorum.” “….” “….” “….” “Evet, düşündüğün gibi belki ben bir deli
olabilirim. Öyle olsaydım bunu inkar etmezdim. Aramızda çok deli var. Bana
zamanında cadı bile diyenler olmuştu.”
“Bunlara inanmamı bekleme. Sana karımı ve kızımı nereden tanıdığını sordum. Bana
mantıklı bir cevap ver. Şimdi o uğursuz yerde canlarına kıydığın insanların
hiçbiri inan hiç,,, hiç umurumda bile değil. Ama, dur bekle bir dakika. Aslında,
neden vaktimi kaybediyorum ki??!! Az önce itiraf ettin işte, hepsini sen
öldürdün.”
“Gözlerini kapatıp açar mısın?”
“Ne için?”
“Gözlerini kapatıp açar mısın?”
“Ne için!!!?”“Ahh,,, aynı şeyi tekrar diyeceğini biliyordum; ama, sormuş bulundum, özür
dilerim. Sana bir şey göstermek istiyorum. Bundan korkacaksın, bunu da
biliyorum. Korkacağını sana söylüyorum; ama, yine de korkacaksın, biliyorum da
söylüyorum çünkü. Dikkat etmeni istiyorum. Beni evden arabaya kadar sen taşıdın,
buraya getirildim. Hatırlıyorsun değil mi? Burada, bu binada onlarca adam vardı,
hala da var. Gördüğün gibi yarı çıplak bir haldeyim; ama, bak burada ne buldum.”
Tuncay, kızın yere eğilip elleriyle tutarak yukarı kaldırdığı şeye baktığında
gözlerine inanamadı. Buna inanması mümkün değildi. Aklını kaçırmak üzereydi.
Julia denen kaçık, şu anda, elleri arasında ölü bir tilki yavrusu tutuyordu.
Şoka giren Tuncay yerinden kalkarken sandalyeyi de arkasında devirdi. Küfürler,
en ağırlarıyla birlikte ağzından parça parça dökülmeye başladı. Sandalyeye
takıldı, geriden yere düştü. Korkudan bir an önce yerinde doğruldu ve kızın
suratına baktı. Niye korkmuştu? Elbette böylesi bir yerde, üstelik anında bu
tarz bir cisim göreceğini sanmıyordu. Her zaman denildiği gibi ‘İnsanı asıl
korkutan şey; beklemediği bir anda gördüğü olağanüstü şeylerdir’. Sonuçta küçük
bir hediye paketinden pahalı bir kol saati yada dolma kalem çıkabilir; ama, aynı
kutuda ölü bir çift kanatlı Madagaskar hamamböceği bulacağınızı hayal bile
edeceğinizi sanmıyorum.
“Korkacağını söylemiştim” dedi Julia. “İstersen odayı arayabilirsin, beni de.
Ama, o gördüğün hayvan artık burada değil. Gitti yani. Şimdi anlattıklarıma
inandın mı?” Güldü.
“Lanet olsun. Nesin sen?” Tuncay’ın dili düğümlenmişti adeta. Geveleyip
duruyordu bir şeyler; ama, bunları bir türlü birleştirip doğru düzgün cümlelerle
anlatamıyordu.
“Bana inandın mı dedim! Gördüklerini unutmalısın. İşin kötü yanı, bunu ben
yapamıyorum işte. Gördüklerini ve göreceklerini olabilecek herhangi bir aksilik
için bir daha hatırlama. Unut ve asla etrafındaki hiç kimseye söyleme. Hoş,
söylesen bile herkes senin aklını kaçırdığını sanırlar; ama, yine de aramızda
kalsın. Yoksa sonun, o evde gördüğün kafaların sahipleri gibi olur. Hoş, sen
sadece kafaları görmüştün, değil mi? Vücutlardan haberin yok. Zaten merak
edeceğini de sanmıyorum. Korktun mu? Kork bence.” Ellerini havaya kaldırdı,
gözlerini de tavana dikti. “Sana bir iyilik yapmak zorundayım. Karın ve
çocukların, evet. Bundan tam 5 ay önceydi galiba. Tamam, yerinizi hatırladım.
Lütfen, odanın kapısını kendin için açar mısın? Çünkü yürümek için çok uzun bir
yolumuz var.”
Tuncay son on dakika içinde yaşadıklarına anlam veremezken, belki de haklı
olarak bunun için özel bir çaba sarf etmezken; eli mahkum kendisine söylenenleri
yapmak zorundaydı. Bir cin miydi bu Julia denen güzel? Yoksa şeytanın ta kendisi
mi? Peki o zaman niye kendisine yardım edeceğini söylüyordu. Düşünüyordu ve
düşündüğünde karısı ve kızıyla yaşayacağı yeni bir ömür görüyordu. Çünkü
mantıklı gibi görünüyordu. Komik olasılıklar vardı kafasında. Ailesi ile tekrar
bir arada olmak? Bu bir rüya olabilir miydi peki? Rüya bile olsa belli ki bu
rüyanın sahibi bu kadındı. Eli mahkum, rüyanın, yada kabusun sahibesinin
dediklerini yapacaktı. Sorgu odası onun hayatının bir dönüm noktası olmuştu.
Mucizevi bir nokta hem de. Kız ona ne söylemişti? Unutmasını. Sadece unutmasını.
Aklına getirmeyecekti, o kadar. Gelse de başka birisine söylemeyecekti. Yalnızca
bunları söylemişti Julia ona. Ah, evet. Bir de odanın kapısını açmasını.