Editör Arenası

Her Dem Erdem: Kolleksiyoner (Bölüm-6)

-“Tamam, anlıyorum. Gerçekten de çok imrenilecek bir tarihiniz varmış. Bu da
kaderin bir oyunu olsa gerek. Durdurma imkanınız vardı şimdiye kadar yaparken
gördüklerimden anladığım kadarıyla. Tanrı’ya karşı çıkmak demek ha?!” derken
Tuncay, karşısındakinin ona bakışlarındaki hüzünlü ifade hiç kaybolmamıştı.
Yalnız bütün bunlar, yani anlattıklarının bir kelimesi bile, ikisinin asıl
tanışma nedenleri olan cinayetlerin sebebini açıklamıyordu. Tuncay’ın gittiği
apartman dairesindeki ortam, Julia’nın anlattığı asillik unsurlarından hiçbiri
olamazdı herhalde. Aklında yeni bir soru işareti daha oluşmuştu. Zaten hiçbiri
bir an olsun yerinden ayrılmamıştı ve kızı dinlerken her saniye yenileri
ekleniyordu. Ortada cinayetler vardı; dört tane baş ve sadece bir de ceset. Daha
fazla dayanamayarak bütün bunları da açıklığa kavuşturmalıydı. Saçları
dalgalanmıyordu bu sırada; ama, etraftaki kurumuş yapraklar esen sert rüzgarla
oradan oraya savrulup duruyordu. Hafif yeşilmiş gibi görünen; ama, en az
yerdekiler gibi kupkuru olan ve nispeten yerde daha az kalmış olan yapraklar
birer ikişer yerden havalanarak dallarına tekrar tutunuyorlardı.

-“Onları sana anlatamam. Sana sadece bilmen ya da benim anlatmam gereken
kadarını söyleyeceğimi hatırlıyorum. Bu noktayı sana şimdi anlatamam. Dikkat et,
şimdi anlatamam diyorum. Bunların ne anlama geldiğini öğreneceksin, hem de benim
ağzımdan. Ama bu biraz uzun bir süre alacak ve şimdi olmayacak. En azından şunu
belirtmeme izin ver. Ölmeden neler olup bittiğini tam anlamıyla bileceksin.”
güldü “Eğer o binada ölenlerin normalden daha kısa yaşadıklarını sanıyorsan
yanılıyorsun. Eceli ile ölenler tam zamanında hayatlarındaki son noktayı
koyarlar. Ne daha fazla yaşarlar, ne de daha az. Sen de anlayacaksın bunu.
Öleceğin zaman anlayacaksın, tabii eğer bir cinayete kurban gitmezsen yada
trafik kazası gibi bir şey gerçekleşmezse.”

Tuncay yavaş yavaş Julia’nın bütün bunları onun inadına yaptığını düşünmeye
başladı. Her insanın eceliyle öldüğünü o da kabul ediyordu; ama, kendisi için
söylediği şeylere anlam veremiyordu. Ne zaman öleceğini merak etmeye başladı bir
süre sonra. Julia ona ne zaman öleceğini söyleyecek miydi? Sözlerinden bunu
anlıuyordu. Cinayetlerin nedenlerini de anlayacakmış kadının sözlerine bakarsa
eğer. Ne zaman ama? Ölürken mi peki? Belki sonu onlar gibi olacaktır. Bu sorunun
cevabının karşısındakinde gizli olduğunu biliyordu Tuncay; ama, sormak da
istemiyordu. Çünkü insanın nüfus kağıdında doğum tarihinin yanına ne zaman
öleceğini de yazmak, kişiye pek de moral vermezdi galiba. Kız ile arasında yine
biraz mesafe bırakarak geriledi Tuncay. Tuncay Julia’nın yanındayken
birbirlerine bakıyorlardı. Önce Tuncay gözlerini kaçırıp ileri baktıktan sonra
yavaşlayarak gerilerken kızın gözleri de öne doğru düştü. Başını eğerek yürümeye
devam etti. Bir daha asla böyle bir ortamda bulunamayacağı için hayatının tadını
çıkarıyordu dedektif. “Dedektif!!” diye söylendi kendi kendine ve kısık bir
sesle güldü. Eğer elinde kalem kağıdı ve cebinde birkaç tane sigara olsaydı,
bütün olasılıkları değerlendirip kendi davasını kendisi çözmeye yeltenebilirdi.
İkisinden de mahrum olsa bile beyni yerindeydi. Aklını kullanırken bütün
olasılıklara dikkat etmeye çalıştı. Dört kafanın sahipleri onu ilk aşamada o
kadar da ilgilendirmiyordu şu anda. Sadece kendisi, yaşadıkları ve geriye doğru
dönen dünyası vardı elinde.En fazla bir saat daha yürüdüler. Önde Julia vardı, her zamanki umursamaz
ifadesini takınmıştı ve sadece prosedürleri yerine getiren ve işinden de çok
memnun olmayan bir çalışan gibi sallana sallana devam ediyordu yoluna. Arkadaki
Tuncay ise bir yandan etrafındaki değişimleri algılamaya çalışırken diğer yandan
da yerdeki su birikintilerine basmamaya çalışıyordu. Az önce oluşmuşlardı
yoldaki kırıkların içine ve her geçen saniye gökyüzüne karışmaya başlıyordu.
Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı ve dakikalar geçtikçe aydınlanmaya, güneşin
aydınlık yüzünü göstermeye başlıyordu. Tuncay bütün bunlar olurken Julia’nın
anlattıklarına göre bir saniyenin bile geçmemiş olmasına akıl sır erdiremiyordu.
Güneş yerinden kıpırdamamıştı. Güya Julia emniyet müdürlüğünde zamanı
durdurduğunda akrep 6’yı gösteriyordu. Hava çok da aydınlık sayılmazdı; ama,
güneş yine de yalnız sokaklarda yoluna devam eden ikiliye yetecek kadar ışığını
lütfediyordu. Şehir merkezinden iyice uzaklaşmışlardı, etrafta geniş çayırlar
uzanıyordu şimdi. Gittikleri istikamet, ailesi ile birlikte zamanında kaldıkları
devremülkleriydi. Şehrin dışında sakin ve bütün keşmekeşliklerden uzaktaydılar
buradayken. Zaten işine sürekli arabasıyla gidip gelirdi Tuncay.
Devremülklerinde konakladıkları sıralarda da evden işe araba ile gidip gelirdi.
Şimdi yolu neredeyse tamamlamışlardı. Birkaç yüz metre daha, ve hem onun için
dünyanın en barış dolu yerine giriş yapacaktı, hem de tekrar ailesi ile ömrünün
sonuna kadar beraber yaşayacaktı.

Otomobillerin kullandıkları yolun ortasından yürüyorlardı ikisi de. Eve
varmaları için geçmeleri gereken çok da uzun olmayan ve fazla alçak
sayılabilecek bir tümsek vardı. 10 saati aşkın bir süredir yürümekteydi ve
bacaklarında en ufak bir güç kaybı hissetmiyordu. Ne ayakları acıyordu, ne de
uykusu gelmişti. Yol boyunca hiç bir insan veya canlı ile karşılaşmamışlardı.
Bunu da sonradan fark etti Tuncay. Yalnız buna rağmen bütün olaylar geriye
sarılmıştı ve cisimler yer değiştirmişti. Bunları Julia’ya sormak aklına
gelmemişti. Belki de iyi etmişti. Çünkü yeni yeni alışılmadık şeyler
türeyebilirdi kafasında. Ne de olsa bu bir rüyaydı, en azından ailesinin yanına
gelene kadar, ve o bir oyuncuydu, hepsi bu!

-“Melek!! Melek nerdesin! Merve, duyuor musun sesimi??!! Kızım”

-“Bu da ne? Bu ses de neyin nesi?” diye Julia’nın yanına geldi Tuncay telaşla.
“Benim sesime çok benziyor, hatta aynısı diyebilirim. Susmasana, anlatsana. Ne
bu?”
-“Sensin. Karının ve kızının kazada öldüğü gün bu saatlerde ne yaptığınızı
hatırlıyor musun? İşte tam buradaydın. Yıllık iznini kullanmıştın, bitmişti ve
ailecek tekrar evinize dönmek üzere yola çıkıyordunuz. Sabahın erken saatinde
hazırlıklarınızı yapmaya çıkmıştınız. İşte sensin bu. Yaşadıklarına buradan
devam edeceksin. Sadece yapman gereken şey, onun seni görmesini beklemek. O seni
görünce zaman tekrar işlemeye başlayacak ve yaşamınıza devam edeceksiniz. Artık
eve dönmek gibi bir hata yapacağını, en azından bir süreliğine, sanmıyorum.”Bütün bunlar Tuncay ve Julia arasında gerçekleşirken Tuncay’a ait olan kızını ve
karısının ismini bağıran ses tekrar tekrar aynı şekilde bağırmaya devam etti.
Kim bilir kaç saattir aynı şekilde etrafına umutsuzca bağırıp duruyordu. Tuncay
yanındaki kadına veda etti ve kendisine ait ikinci sesin sahibine doğru, bir
bakıma kendisine doğru yürümeye başladı. İkinci Tuncay bir o yana bir bu yana
koşuşturup kızını ve karısını arıyordu hala. Derken gözgöze geldiler. O anda
Tuncay’ın nefesi kesildi ve öksürmeye başladı. Boğazını yırtarcasına
öksürüyordu. Ayaktaydı bir saniye öncesine kadar; ama, öksürmesinin şiddetiyle
şimdi yere kapaklanmıştı ve bir verem hastası gibi durmadan öksürüyordu. Gözgöze
geldiği anda diğer tarafta duran ikinci Tuncay ise onun her öksürüğünde bir
parça daha kaybolmaya başladı. Kalbinin olduğu yerden buharlaşmaya başladı ve en
sonunda bütün vücudu kayboldu. Tam bütün vücudu kaybolduğu anda ağzının olduğu
yerden bir buhar kümesi çıktı ve inceden bir “Ah!” sesi yükseldi. Tuncay’ın
öksürükleri ise tam o anda kesildi. Öksürürken o kadar zorlanmıştı ki gözlerini
bile kapatmıştı. Aniden gözlerini açtı ve etrafına bakındı. Gökyüzünde uçan
kuşlar vardı ve evin içerisinden sesler geliyordu. Zaten etraf çok sessizdi ve
kapısı açık olan evden gelen en ufak bir sesi bile duymamak mümkün değildi.
Arkasına baktığında Julia’yı gördü. Gülüyordu o güzel kadın. Saçlarını
karıştırdı ve arkasını dönüp yola devam etmek için ilk adımını attığında Tuncay
gözlerini kırptı. Açtığında ortada kırmızı saçlı güzelden eser bile yoktu.
Kaybolmuştu ve kimbilir hangi zamanda kimlerle birlikteydi. Gözleri doldu ve
Tanrı’ya şükretti.

Ardında karısının sesini duydu. Başını o yana çevirdiğinde elinde valizle
arabanın bagaj kısmına doğru yaklaşıyordu. Peşinde de kızı Merve’yi görü. Örülü
sarı saçları onu büyüledi. Elinde sevgili ayıcığı vardı ve annesinin eteğinden
çekiştirip duruyordu. Yüzü hafif ağlamaklıydı.

-“Hayatım, daha hazır değil misin? Gidiyoruz, haberin yok mu yoksa?” dedi
Tuncay’ı şaşkın şaşkın etrafa bakarken gördüğünde. Sonrasında da güldü.
-“Ya baba, n’olur gitmeyelim!” Uykusundan yeni uyanmışlığın verdiği mahmurluk
ile gözleri iyice küçülmüştü Merve’nin. “Semih ile bugün kuzuları sevmeye
gidecektik. Sen de geleceğini söylemiştin unuttun mu yoksa?”
-“Babanın çok işi var kızım, hem bugün eve dönmezsek anneannenin doğum gününe de
yetişemeyiz. Peki sen bunu unuttun mu?” gülüştüler.

Tuncay’ın gözleri doldu. İşte karşısındaydı karısı da kızı da. Etten ve
kemiktendiler. Rüyalarında ona hesap sormayacaklardı artık bundan sonra. Eskisi
gibi akşam yemeklerini beraber yiyeceklerdi. Yapılacak o kadar çok iş vardı ki,
aylardır ailesi ile beraber geçirdiği günler aklına geldi ve bu süre boyunca hiç
yapamadığı işler gözünün önüne serildi. Artık hayal etmeyecekti. Çünkü biricik
kızı ve karısı onunlaydı ömrünün sonuna kadar. Eli geldi aklına, sol eli. Eline
baktığında herhangi bir değişim görmediğini fark etti. Kızı Merve ve karısı
Melek karşısında olsa da işte yine titremeye başlamıştı. Buna anlam vermeye
çalışmadı ve ağzından son bir kelime çıktı:

-“Gitmiyoruz” dedi Tuncay kısık ve buğulu bir ses tonuyla. Gözünde irileşen bir
damla yaş yanağından süzülüp daha yere düşmeden, sırtına vuran dostça bir dost
eli ile irkildi.
-“Bence de en iyisi bu ha dedektif.” dedi Tahir. Elini omzuna atıp arabadaki
bavulları teker teker çıkarmaya başladılar sonra.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu