Hunter The Reckoning
“Sıradan bir cumartesi gecesiydi. Taksimde köhne bir barda tek başıma oturuyordum. Her zaman takıldığım yerlerden birisiydi. Önümde bir bira elimde de sigara vardı. Param yetmediği için camel alamamıştım, winstonla yetinmek zorundaydım. O gün çok sigara içmiştim ama artık karışanım yoktu, ondan ayrılalı iki hafta olmuştu. “Keşke aldatmasaydım.” diye içimden geçirdim bir an. Linkin Park çalıyordu. Kötü müzik tesisatı, yüksek volumle birleşince tam bir baş ağrısı olmuştu. Ayakta danseden bir grup vardı, her hafta sonu burada olan göz aşinalığı olduğum tiplerdi, hatta kızlardan biriyle alkol desteğiyle fazlasıysa yakınlaşmıştım.
Karşı masadaki iki çift dikkatimi çekti. Kızlar böyle bir mekan için fazlasıyla güzeldi. Dikkatimi oraya çevirdim, ne kadar mutlu gözüküyorlardı. Onları kıskandım. Bir sigara daha yaktım, paketi masanın üzerine koyarken ‘Winston’ yazısı dikkatimi çekti. Daha önce hiç dikkat etmemiştim, birden aynı karakterde ‘yaşamıyor’ gibi göründü. Beşinci biranın etkisi diye düşündüm, boşverdim. O masaya bakmaktan kendimi alamıyordum. Dumandan “Alışmak lazım” çalmaya başlamıştı. Sözler sıkıcıydı.
-Orada bir bir kadın var, kadının içi dapdar, beyni paşı patlar.
Şarkı takıldı, sürekli bu kısım çalıyordu. Düzelmesini bekledim ama düzelmedi. İşin en ilginç tarafı hiç kimse rahatsız olmadı. Dansetmeye devam ettiler. Yirmibeşinci tekrardan sonra bunaldım. Karşı masadaki kızlara daha dikkatli bakmaya başladım. Kız masadan kalktı tuvalete yöneldi. Peşinden gitmek için çıldırıyordum, şarkı dayanılmaz hale gelmişti. Kız gözden kaybolunca bende tuvalete yöneldim. Hayatımda hiç yapmadığım birşeyi yaparak kızlar tuvaletine daldım. Merak beni öldürmek üzereydi.
Onu aynanın karşısında çantasını karıştırırken buldum. Bir an bana şaşkınlıkla baktı. Değişim o an başladı, maskesi düştü. O güzel kız gitmiş yerinde yürüyen bir et parçası duruyordu. Kitlenip kalmıştım. Bana “Ne istiyorsun?” diye sordu. Bu “şeyden” kız sesi çıkıyordu. Dilim tutulmuştu. Beynim, ayaklarıma koşma sinyalleri yolluyor fakat kaskatı kesilmiştim. “Sen nesin böyle?” die geveledim. Surat diyebileceğimiz kısım şekil değiştirdi, gerildi ve üzerime atıldı. Daha kötüsü olamazdı. Bir an kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde elimde sıcaktan kor olmuş bir musluk vardı, o yerde yatıyordu. Kafası parçalanmıştı.
Yüzüme gelen suyu bir kaç saniye sonra farkedebildim. Lavabodan su fışkırıyordu. Musluğu elimden attım. İlk başta yerdekine dokunmaya cesaret edemedim. Böyle bırakamazdım, tüm irademi kullanarak ceseti yada herneyse onu kabine soktum. Aynada kendime baktım. Sırıksıklam olmuştum. Tuvaletten çıktım, karşımda ’kızlardan’ diğerini görünce neredeyse altıma edecektim, kontrolümü kaybetmeden kapıya yöneldim. Beni fark etmemişti. Hala duman çalıyordu.
-Yalnız mı kaldın? Bir tek sen mi varsın? Belki alışman lazım…“
World of Darkness’e umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyaya hoşgeldiniz. Zaten kötü durumda olan dünyamıza doğaüstü varlıkları da ekleyince işin daha da çıkılmaz olduğunu göreceksiniz. Anlatmak istediğim bu hikayenin günümüzde geçtiği.
Whitewolf ile D&D settinglerini karşılaştırırsak, WW ın daha ağır, daha karamsari daha umutsuz olduğunu görürsünüz. Yaşadığımız dünyada ne kadar çok insanın acı çektiğini biliyoruz.
WW bundan önce hep doğaüstü varlıkları (Vampire, Werewolf, Mage, Wraith) canlandırdığımız oyunlar yapıyordu. Küçük yaştakilerini oynamakta zorlanacağı ağır oyunlar bunlar. Neden böyle bir önyargın vardı diye sorarsanız, altı yedi sene önceki orc kesen, masaüstü oyununu sadece savaş olarak algılayan halimi kanıt gösteririm size.
Maalesef masaüstü rol yapma oyunu hala ünlü pc oyunu Baldur’s Gate zannedenler mevcut. Ben de öyleydim, zamanla, okudukça insan kendini geliştiriyor. D&D settingleri daha çok iyilerin kazandığı kahramanlık oyunlarıdır (Ravenloft dışında, Ravenloft’u da zaten Whitewolf satın aldı) Özellikle benim baş tacım Ejder Mızrağı kahraman oyunlarında başı çeker. 5th age ile biraz umutsuzluk katılmaya çalışılsa da dokusu asla bozulmayacaktır.
WW sonunda doğaüstü varlıklarla oynamak istemeyen, bundan zevk almayan oyuncular için de bir alternatif sundu: Hunter.
Bir kilişe olarak gözüken vampir – kurtadam avcılığı – WW’un elinde muhteşem bir settinge dönüşmüş. Daha önce hiç düşünülmemiş, hikayede de anlatmaya çalıştığım uyanma merasimi oyuna başlayanları hemen atmosfere sokabiliyor.
Hunter iyilerin kazandığı bir kahraman oyunu değil. Ayrıca kötü bir taklit olan Buffy ile alakası hiç yok. Kimse vampirlere tekme ya da kafa atmıyor, açıkça söyleyeyim bir vampirle karşılaştığınızda genelde ölüyorsunuz. Avcıların çevresinin farkında olmak ve bir kaç ufak güçlerinden başka avantajları yok, kimliklerini belli ettikleri anda siliniyorlar. Sinsice, çok dikkatli hareket etmek zorundasınız, çünkü elinizdeki silahlar genellikle doğaüstü yaratıkları öldürmekte yetersiz. Onları inceleyip, zayıf yönlerini bulup tek tek indirmelisiniz.
Sanmayın tüm avcılar doğaüstüleri öldürmek istiyor. Kimileri bu işi sadece meraktan, gerçeği öğrenme hırsından dolayı yönetiyor. Ayrıca insan olmayan tüm varlıkların kötü olduğunu düşünmeyenler de var; onlarla arkadaş olmak isteyenler, onlarla çalışanlar.
Kontrolün tamamen onlara geçmesine karşı mesajcıların bir tepkisi avcıların ortaya çıkışı. Oyunu bir kısmı da mesajcıların, uyandıranların kim olduğunu anlamakla geçiyor zaten. Size tek tek karakter tanıtmak, stat yazmak istemiyorum, işin matematiği kimi ilgilendirir ki sonuçta? Sadece değişik ideolojilere sahip avcıların varolduğunu bilmeniz yeterli.
3th editiona göre biraz ağır kalan, fakat gerçekçi olan oyun sistemi insanın canını sıksa da bir kaç uyarlama ile oynanabilir bir hal alabiliyor. Sistemi anlayınca ne kadar çabuk ölebileceğinizi de anlıyorsunuz. Gerçekteki gibi bir kurşun hayatınıza mal olabilir, sonuçta siz insanınız. Kılıçlar 8 zarar verdiği halde kimsenin 50 hit pointi yok. Siz sadece “uyanmış“ insanlarsınız. Ama doğaüstü varlıkları öldürmek bu kadar kolay değil. Oyunu zevkli yapan da bu bence, boşa uğraşıyorsunuz çünkü, onları yenmenin bir yolu yok. Sadece çırpınıyorsunuz..
Daha ayrıntılı bir hunter yazısında buluşmak üzere…