James Bond 007: Blood Stone (PS3)
Ofiste yine sıradan bir gündü. Tüm enerjimi haberler üzerine vermiş, haberleri tamamladıktan sonra da ne yapsam diye düşünüyordum… Birden kapı çaldı ve elime bir zarf tutuşturuldu. Şeklinden anlaşıldığı üzere bunun bir oyun kutusu olduğu belliydi. Prensibim gereği oyunları yavaş yavaş paketten çıkarırım, böylelikle etrafıma da bir parça olsun heyecan serpiştirmek isterim. Oyun kutusu şeffaftı ve kabı yoktu. PS3 oyunu olduğu belliydi ve bir kısmını paketten çıkarınca Activision logosu görünüyordu. Bir an durdum, “acaba?” dedim. Yine olabilir mi, Allah’ım yoksa!!!
Evet, bu tepkilerimden anlaşılacağı üzere sürpriz bir oyun olabileceğini düşündüm. Daha önce God of War 3, Heavy Rain ve Assassin’s Creed 2 gibi sürprizlerle karşılaştıktan sonra (hepsi ve dahası, piyasaya çıkmadan haftalar önce elimize ulaşmıştı), neden bir tane daha olmasın diye geçirdim içimden… Activision ismi, şu sıralar çıkması beklenen yegane oyun Black Ops’u getirdi aklıma. Gözlerim parıldayarak kutuyu çıkardım ve 007 ile göz göze geldik. Evet, Black Ops beklerken 007, ofisimizi ziyaret etti.
Yılların eskitemediği, birçok aktörün şimdiye kadar hayat verdiği karakter 007, yine çok önemli işler peşinde. Zaten ne zaman olmadı ki? Her daim ölümle burun buruna geldi, kurtuldu, çok iyi ekipmanlar ve arabalar kullandı. Bunca hengamenin içinde aşkı da unutmadı ya da tek gecelik, bir nefeslik ilişkiler mi desek bunlara? Ne derseniz deyin, ilk olarak şunu kabul etmeliyiz ki, yenilgi nedir bilmeyen bir kahraman 007. Tamam, o da tongaya bastı, o da ihanet gördü, hatta Casino Royale’daki o ilginç işkence sahnesini siz de görmüşsünüzdür değil mi (görmez olaydım)… Sonuç olarak 007 isminin altındaki kişiler değişse de, 007’nin karakteri asla değişmedi, değişmiyor da…
Nükleer bomba patlamak üzere ve Bond, iş başında
Her yanı adalet duygularıyla çevrili, çevik ve bir o kadar da karizmatik kahramanımız Bond, yine dünyanın başına bela olabilecek suç organizasyonlarıyla mücadele için yola çıkıyor. Atina’dan tutun da İstanbul, Monako, Sibirya ve Bangkok’a kadar yol planımız var. Hedefteki isimler önemli, ama bunlarla uğraşmadan önce, kimde ve nerede olduğu bilinmeyen çok güçlü bir bombayı bulmak ve imha etmek için harekete geçiyoruz.
Blood Stone, 16 Temmuz’da Activision tarafından doğrulanmıştı. Çıkış tarihine de baktığımızda, aslında “oyun geliştirmek için” bu sürenin kısa olduğu açıktı. Hadi bunu geçelim, ikinci madde olarak ise Blood Stone’u Bizarre Creations’ın hazırladığını görüyoruz. Project Gotham Racing gibi bir serinin hazırlayıcısından söz ediyoruz ve bu arkadaşlar, hiç çekinmeden James Bond’un yeni oyununu yapmayı kabul etti. Peki neden Bizarre? Ben bu seçimi, önceki oyunda eksikliği hissedilen yarış elementlerine bağlıyorum. Zira resmi duyuru gelmeden çok çok önce, bazı söylentiler zaten etrafta cirit atıyordu. “Activision’ın yeni bir aksiyon oyunu hazırladığından, bu oyunda yarış elementlerinin de bulunacağından ve bu oyunu Bizarre Creations’ın üstleneceğinden” söz ediliyordu. Bu tahminlerin hepsi mi gerçek olur arkadaş, ama evet, hepsi gerçek oldu.
Bas gaza Bond, bas gaza…
Blood Stone, yarış unsurlarıyla bezeli bir aksiyon oyunu. Quantum of Solace’ı hatırlayanlar, oyunda araba kullanımına yer verilmediğini iyi hatırlar. Bond’un elinde onca imkân olmasına rağmen bu unsurun pas geçilmesi, bazılarımız tarafından yadırganmadı değil, zaten kısa bir oyundu. 3 saat gibi sürede bitirmiştim, ama eğlendiğimi, bazı bölümleri çok beğendimi de ifade etmiştim yıllar evvel. Bu tecrübelerimi de kullanarak, Blood Stone’da ne var, ne yok bakayım dedim. Hem de 3 gün…
Daniel Craig’in tasarımlarının kullanıldığı adamımız, daha macera başlar başlamaz, bir temizlik işçisi gibi çalışıyor. İlk dakikaları, oyunun anatomisini anlamak için geçirirken, kısa süre sonra iki farklı yöntemle hareket edebileceğimizi öğreniyoruz; gizlenerek ilerlemek veya geleni geçeni öldürerek yol almak. Tabii ki bu seçimler, bulunduğunuz mekân yapısına göre değişiyor ve önem kazanıyor, ancak yine de bunun hazzını çoğu kez alamıyorsunuz. Havada uçan sineklerden bile gizlendiniz, tüm kameraları yok ettiniz, nöbetçilere dokunmadan koştunuz ve pencere kenarlarından tırmanarak otel odasına vardınız. Buraya kadar gelmek için yaptıklarınız gerçekten güzel, ama ne oluyorsa bir anda oluyor ve sizin geldiğinizi her zaman öğreniyorlar. Üstelik sizi hiç görmemiş olmalarına rağmen, nerede saklanırsanız saklanın, kapıdan içeriye girmeden evvel önce orayı ateş altına alıyorlar. Şimdi, bu biraz garip olmuş işin doğrusu. Yani sırf çeşitlilik olsun diye mi gizlenerek girdim ben o odaya? İşe yaramadıktan sonra suratımda koca bir tokat gibi patlamaz mı bu sonuç? Bunu Bizarre Creations’a sormak isterdim.
Kısa bir aksiyon diliminin ardından, kendimizi Istanbul’da buluyoruz. Güzel ülkemizin güzide şehirlerinden İstanbul ne hale gelmiş böyle? Ya çok oyun oynamaktan uzun süre dışarı çıkmayı unuttum ya da burası İstanbul değil, evet değil arkadaşlar. Maceranın İstanbul’da geçen ayağında, İngiliz elemanlarla dolu bir şantiyedeyiz. Tahmin edin neresi burası? Marmaray’ı ziyaret ediyoruz, bununla da kalmıyor, hazırlanan bir takım planların da gerçekleşmemesi için uğraş veriyoruz. Tabii ki iş İstanbul’da olunca, Türkçe sözcükler duymayı da bekliyor insan. Maalesef Türkçe namına sadece 2 tane tabela gördüm. Herkes çok iyi derecede İngilizce biliyor. Şantiye elemanları da böyle, sokakta gezen vatandaşlar da böyle. Kısacası İstanbul, sadece isim olarak var bu oyunda. Hiç bir doğal güzelliğinden, İstanbul’u fark ettirebilecek hiç bir yönünden bahsedilmemiş. Bir Galata Kulesi var ki, aman Allah’ım!
Bond’un kullandığı envai çeşit silah var. Otomatik silahlar, pompalı tüfekler veya susturucu başlıklı bir tabanca. Dikkat edilmesi gereken ise, mermilerimizi tutumlu olarak kullanmamız gerektiği. Zira kısa sürede tüketebiliyoruz. Stok yapabilmek için de öldürdüğümüz düşmanların üzerlerinden almalıyız, bu yine de tehlikeli. Çünkü bazı anlar oluyor ki, o karşınızdaki kapıdan gelenler bir türlü bitmiyor ve bu askerler genellikle hep tek tek geliyor. Biraz da çatışmalardan, yakın dövüşlerden söz edelim. Eğer arkadan gizlice yaklaşırsanız veya cesaret edip, hızla koşarak düşman üzerine yürürseniz, kare tuşu sayesinde rakibinizi bir güzel pataklayarak ortadan kaldırabiliyorsunuz. Aslında hareketlerin her aşamasında farklı tuşlara basarak, daha fazla sorumluluk alabilsek, daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
Gelelim silahlı çatışmalara. Hemen her yerde hem bizim, hem de düşmanlarımızın siper alabileceği noktalar var. Bazen sadece kolumuzu çıkararak da yaylım ateşi açabiliyoruz. Siper pozisyonundayken, özellikle Auto-Aim’in çok fazla kolaylık sağladığını görüyoruz. Düşman yakınlarına imleci getirip, hedef alırsanız, otomatikman Headshot yapma imkânınız oluyor. Çok fazla mermiye hedef olursanız da ölüyorsunuz doğal olarak. Bu sebeple siz yine de tedbiri elden bırakmayın, birkaç darbenin ardından saklanarak dinlenmeyi tercih edin. Silahlarımızın dışında bir de akıllı telefonumuz var. Bu cihazı aktif ettiğimiz taktirde de etrafta kaç kişi var, hangi tip silahlara sahipler, kullanılması gereken cihazlar var mı, görüyoruz ve ona göre hareket ediyoruz. Bu sayede az da olsa bazı ajanlık vasıflarımızın olduğunu fark ediyoruz.
Bizarre dedik, yarış elementleri dedik, Bond dedik. Evet, nihayet araba kullanabiliyoruz. Kimi zaman harika bir Aston Martin, kimi zaman sürat teknesi, kimi zaman ise kamyonet… İşte bu konuda yapımcıları tebrik edebilirim. Oyunumuzu genel olarak iki bölüme ayırırsak, ilk bölümü silahlı çatışmalar, ikinci bölümü de heyecanlı ve aksiyon düzeyi yüksek kovalamacalar oluşturuyor. Sinematik sahneler, hatta film sahneleri oluşturulmak istenmiş, büyük ölçüde de başarılmış. Araç kullanımında arcade tarz benimsenmiş ve iyi de olmuş. Zira patlamalar, kazalar, yıkılan yollar gibi unsurları göz önüne alırsak, çok gelişmiş bir sürüş deneyimi sunulsaydı, bunca detay arasında oyuncular boğulabilirdi. Yine de bazı gariplikler yok değil. Arcade unsuru bazı yerlerde öyle abartılmış ki, sırf görüntü olsun diye yol üzerine yerleştirilen araçlarla bile karşılaşabiliyorsunuz. Şöyle diyeyim, son süratle giderken önünüze bir tır çıkıyor ve çarparak onu havalara uçurabiliyorsunuz. Evet, kullandığınız araçtan çok daha ağır bir tır, yoldan çıkıyor, ama size bir şey olmuyor. Bazı taksilerin de içinden geçtiğim oldu. Bu da sürüş ahengini bir anda alt üst etmemek için düşünüldü sanıyorum.
“İnsan, düşünen bir hayvandır”
Güzel bir tanım gerçekten, ama bu Blood Stone’da pek mevcut değil. Düşmanlarımız düşünmeyi akıl edemiyor, en fazla tetiğe basabiliyorlar, o kadar. Bazen siper ardından, bazen de kıyıdan köşeden ateş ettiklerine tanıklık ediyoruz. Bomba kullandıkları anlar çok nadir. Genellikle hep hücum halindeler, vurulsalar bile “kaçıp, saklanayım” demiyorlar. Sırf deneme amaçlı olarak, ortada duran bir askeri bacağından vurdum. Kısa süre zeybek oynadıktan sonra, tekrar ateş etmeye başladı, ama yerinden kımıldamadı. Yine ateş ettiğimde, geriye doğru sendeledi, ama Japon yapıştırıcısıyla olduğu yere yapışmış gibi yine olduğu yerden ateş etmeye başladı. Bu davranış şekli, oyun boyunca öldüreceğiniz 5 bin düşmanın 4 bin 750’si için geçerlidir tahminen.
Burnunun ucunda durmama rağmen beni görmüyor. Üstelik dürbünü bırakıp, etrafı da gözetliyor, yine de görmüyor!
Call of Duty’den yardım alıyor, ama…
Başta da belirtiğim gibi, Bond’un tasarımlarında Daniel Craig abimiz seçilmiş. Aynı zamanda seslendirmeyi de Craig yapmış. Ödüllü Call of Duty grafik motoruyla hazırlanan Blood Stone, görsel olarak sınıfı geçemiyor. Karakter tasarımları detaylı değil ve fazlasıyla donuk. Çevre tasarımları ve ışıklandırmalar gibi unsurlar da gerçekten iyi değil, hele de PS3 gibi bir konsolda oyun oynuyorsanız… Kaplamalardaki detaysızlıklar, arka plan düzenlemeleri de olmamış açıkçası. Güzel olarak yine kovalamaca sahnelerini gösterebilirim. Bu sırada çok hızlı hareket edildiği için zaten çevredeki çoğu detayı net göremiyorsunuz. Üzerine patlamalar, binaların yıkılmaları, çevredeki objelerin etrafa saçılmasını da kattığımızda, güzel bir görsellik oluşuyor. Müzikler, James Bond kimliğini yansıtırken, silah ve patlama sesleri de yeterli düzeyde.
3 günlük serüvenin ardından Blood Stone’u PS3’de bitirdim. Tabii ki hergün aralıksız oynamadım, ama 6 saat gibi bir sürede oyunu tamamladım. Özellikle kovalamaca sahnelerinden etkilendiğimi belirteyim. Her ne kadar zorlayıcı olmasa da çatışmalarda da keyifli anlarım oldu. Online modlara da göz atmayı ihmal etmedim. İster LAN, isterseniz de PSN üzerinden 16 kişiye kadar destek veren Team Deathmatch, Objective, Last Man Standing modlarını oynayabiliyorsunuz. Henüz oyun piyasaya çıkmadığı için PSN üzerinde Bond oynayan birini bulmak da çok zor tabii ki. Eğer çok merak ediyorsanız, alın-oynayın derim, yine de keyif alabilirsiniz, ama yüksek beklentileriniz olmasın.
Not: Sanki oyunun finali de garipti? Verilmek istenen etkiyi sağlamadı bende… Bakalım oynayınca siz de benimle aynı görüşü paylaşacak mısınız?