Makale

Kara Ekran #30: The Shield

Bu hafta Kara Ekran’da karşınıza yine bir polisiye dizi ile çıkıyoruz; The Shield. 2002’de başlayıp 2008’de sona eren, toplamda 7 sezon ve 88 bölüm yayınlanan The Shield, IMDB sitesinden 8,3 puan alan başarılı bir yapım.

Başrolünde dizideki başarısı ile Fantastic Dörtlü’de kendisine The Thing karakteri ile yer bulan Michael Chiklis’in yer aldığı The Shield, Show TV’de yayınlanan “Karakol” adlı dizi ile de ülkemizde kopya edilmişti.

The Shield’ın 2007 yılında bir de video oyunu PC ve PS2 için çıkmıştır. Oyunu şahsen oynamış ve 4 saatte laptopta bitirmiş birisi olarak bir yerde karşılaşırsanız oynamanızı tavsiye ederim ancak çok fazla bir şey beklemeyin.

“İyi polis ve kötü polis bu günlük yok. Ben farklı türde bir polisim
Yaratıcılığını Shawn Ryan’ın yaptığı dizi Los Angeles’ın en berbat bölgesinde görev yapan dört polisin başından geçenleri anlatıyor.

Yer, Los Angeles’ta  Farmington adında bir yer, nam-ı diğer Farm. Aslında gerçekte böyle bir bölge yok, tamamen dizi için uydurulmuş. Lakin Farmington Los Angeles’ın hatta neredeyse tüm Amerika’nın en berbat bölgesi. Uyuşturucu, tecavüz, haraç, adam kaçırma, adam öldürme… ne ararsanız Farm’da bulabiliyorsunuz.

İşte bu durum karşısında sessiz kalamayan otoriteler deneysel bir ekip oluşturarak bu bölgeyi elden geçirmeye niyetlenirler. Eski bir kiliseyi polis karakoluna çeviren hükümet buraya “Barn” yani ahır adını verir ve normal polis karakollarından farklı olarak buraya deneysel bir özel ekip yerleştirilir.


Dedektif  Vic Mackey’nin başında bulunduğu bu birim dört kulağı kesik polisten oluşmaktadır. The Strike Team adı verilen bu birimin amacı herkesin bıkıp usandığı bu suçluları “farklı” yöntemlerle ele geçirip bölgeyi tamamen temizlemektir.

The Strike Team’in belli bir görev tanımı yoktur. Onlar işin sonucunda büyük patronu yakaladıkları sürece gerekli olan tüm yöntemleri kullanabilmektedirler. Gerektiğinde gizli görevde kanıt odasından aldıkları bir paket eroini sokaklarda satar, gerektiğinde yakaladıkları suçlulara işkence ederek ağızlarından laf alırlar. Ne zaman ki ipin ucu kaçar o zaman ise başlarındaki yetkili Teğmen David Aceveda onları yola sokmaya çalışır.

“Herkesin hayatı farklıdır, önemli olan o farkın ne kadar süreceği”
Temel konu bu olsa da The Shield’ın drama yönü de ağır basar. Dışarıdan çok sert ve hatta gaddar gözüken Vic aslında içten içe yıkılmaktadır. Otistik olan küçük oğlunun dertlerinin yanında çökmeye başlayan evliliğini kurtarma çabaları onun, polisliğin yanında pis işlere de bulaşmasına neden olur. Nitekim Strike Team’in geri kalan üyeleri de farklı değildir. Shane Vendrell’in yeni başlayan fakat daha sonra kontrolden çıkan evliliğinin getirdikleri, Curtis Lemansky’nin ekibin geleceği için duyduğu endişelerden dolayı çırpınışları, ekibe daha sonradan katılacak olan Julien Lowe’un eşcinsel olduğunu keşfetmesi ve bunu bir sır olarak saklama çabası gibi pek çok alt konu da The Shield’ın beğenilen yanlarını oluşturuyor.

Dramatik yönü bir kenara bırakırsak The Shield temelinde bizlere şu soruyu soruyor: “Kötülüğe karşı sadece iyilikle başa çıkabilir misiniz?”

Nieztche’nin dediği gibi “Uzun süre karanlığa bakarsan, karanlık da sana bakmaya başlar” teması dizimizin ana konusunu oluşturuyor. Gerek Vic gerek diğer ekip üyeleri aslında doğru, onurlu ve cesur polisler olarak hayatlarına başlamışlara ancak yıllar boyunca görükleri ve yaşadıkları olaylardan dolayı artık yozlaşmanın eşiğine gelmişlerdir. Uyuşturucu baskınlarından elde ettikleri malların ve paraların bir kısmını kendilerine ayırıp tekrardan sokaklarda satmaktan şantaja, sahte delil yerleştirmekten nedensiz adam yaralamaya kadar pek çok pisliği, arkasına sığındıkları rozetleri yardımı ile yaparlar.

“Bu adam polis değil, Vic rozeti olan bir Al Capone!”
David Aceveda’nın bu sözleri aslında Vic ve Strike Team’i tam olarak özetliyor. Zaten dizinin adı olan The Shield da buradan geliyor. Filmlerde sık sık gördüğümüz Amerikan polislerinin şu elips şeklindeki dikey rozetleri dizinin bir nevi avatarı. O rozetin gücü ve bu gücün kötüye kullanımı ile ilgili sorunları dile getiren The Shield, kalkanın bazen ne derece kirli işlerin üzerini örtebileceğini gösteriyor.

Lakin 8 sezonluk dizide bu olay o kadar dengeli anlatılmış ki yozlaşmayı dizi boyunca sindire sindire tadıyorsunuz. İlk başlarda Vic ve ekibinin diğer polislerin cesaret edemediği yöntemlerle, yine diğer polislerin yanına yaklaşamadığı suçluları indirmesini görüyoruz. Bunları yaparken ele geçirilen uyuşturcu parasının bir kısmını kendilerine ayırmaları ya da dediğim gibi malın bir kısmını tekrardan sokaklara satmaları gibi etik dışı hareketleri görsek de “Tamam ama adamlar ne risklere giriyorlar, haklarıdır o para” diyorsunuz içinizden. Üstelik hiçbiri bu kazandıkları “ek” gelirleri har vurup harman savurmuyor. Misal Vic bütün parayı oğlunun tedavisi ve kızının eğitimine harcıyor. Ya da bebeği olan uyuşturucu bağımlısı bir hayat kadınına yardım ediyor.

Dolayısı ile ahlak dışı harekette bulunsalar da karakterlere karşı bir empati hissediyorsunuz. Bir de kötülük yaptıkları kişiler zaten pislikten daha alt seviye varlıklar olduğu için onları sevmeye bile başlıyorsunuz.

Zamanla gerek suçlular, gerekse Vic’i başından beri tasvip etmeyen üstleri bu gücü ona karşı kullanmaya başlıyorlar. Dizinin ilerleyen bölümlerinde işin içine sokak çetelerinden farklı olarak uluslar arası mafyalar da girince ortalık iyice savaş alanına dönüyor.

“-Oğlun kendisini köpek sanıyor! –Evet biliyorum Alman Kurdu sanıyor, ne var bunda?”
İlerleyen sezonlarda Forest Whitaker, Glenn Close, Franka Potente gibi yıldızların da katıldığı dizide polis hayatının ne kadar zor olduğu bir kez daha gözler önüne seriliyor The Shield ile.

Sadece yaptıkları iş değil bu işin yanında getirdiği külfetler de bir bir bizlere yansıtılıyor. Her cinayet sonrası kurbanın hayat hikayesini öğrenmek, suçlunun nedenini anlamaya çalışmak ve bundaki bütün iğrenç detayları kendine saklayıp aileni, sana değer verenleri bunlardan korumaya çalışmanın ne derece ruh yorucu bir olay olduğunu gösteriliyor.

Sadece o kişi için değil, gece – gündüz kavramlarının birbirine karıştığı, ölüm tehlikesi ile her saniye karşı karşıya kalınan bir mesleğin sadece fiziksel değil zihinsel ve ruhsal olarak yarattığı çöküntülerin kişinin yakınındakilere de neler yaşattığını da bizlere anlatılıyor.

The Wire, CSI, vs. gibi dizileri izlemiş birisi iseniz ve ciddi anlamda aksiyon, oldukça değerinde drama ve hatta zaman zaman heyecan verici gizemler istiyorsanız The Shield’ı sizlere tavsiye ederim. Özellikle bitmiş bir dizi olması da yeni bölüm bekleme zorunluluğunu ortadan kaldırdığından seçimi daha da ilgi çekici kılıyor.

Şimdi sizleri dizinin en az kendisi kadar güzel olan ve Vivian Romero, Ernesto Bautista & Rodney Alejandro tarafından kompoze edilen “Just Another Day” adlı jenerik müziği ile baş başa bırakayım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu