Makale

Karanlık Kardeşlik – Bölüm 10

– Dayan Teinaava! Az kaldı!

; Güneş Cyrodiil topraklarına elveda derken Elrin atının dizginlerine bir kez daha vurdu. Acele etmesi gerekiyordu. Olabildiğince hızlı gitmeye çalışmasına rağmen hemen arkasında yarı düşer pozisyonda ona tutunmaya çalışan Argonian’ın sargı bezlerinden kan sızmaya başlamıştı. Yarası yeniden açılıyordu.

     “Leyawiin olmaz kardeşim, çok riskli.” dedi Teinaava zorlukla. “Üstümüzü değiştiremeyiz. Ben iyiyim.”

     “İyi falan değilsin. Konuşmaya çalışma kardeşim.” dedi Elrin. Teinaava’nın haklı olduğunu biliyordu. Yaptığı şey delilikti. Leyawiin’e girdikleri anda zırhları nedeniyle yakalanmaları işten bile değildi.

     Leyawiin surları gözükmeye başladığında Elrin ters giden bir şeyler olduğunu hissetti. Kuzey Doğu Kapısı’nda hareketlilik vardı. Bulundukları konum elf gözlerinin bile göremeyeceği kadar uzak olduğundan yaklaşmaktan başka çaresi yoktu. 

     Nehir geçidini aşıp şehrin dibine kadar geldiklerinde alçak sesle küfretti. Çok fazla muhafız vardı. Beş kadar muhafızın yanından geçip gidemezlerdi. Elrin atını yavaşlattı. Yanlarında onlarla birlikte gelen Teinaava’nın atı da yavaşladı. Çok zeki diye düşündü Elrin. Sürücü olmadan onları yol boyunca takip etmişti.

     Askerler gelenleri görünce onlara doğru koşmaya başladılar. Elrin’nin eli otomatikman Woe’nun kılıfına gitti. Sonra yüzünce acı bir gülümsemeyle elini geri çekti. Tam teçhizatlı beş savaşçıyla kapışınca sağ kalamazsınız. En azından Elrin kalamazdı.

     “Elrin, sana anlatmaya çalıştım.” diye fısıldadı Teinaava.

     “Teinaava konuşmamanı söylemiştim.” diye ona cevap yetiştirdi Elrin. Sonra da muhafızlara seslendi. Henüz hiçbiri kılıçlarını çekmemişti. Şansını denedi.

     “Arkadaşımla ben haydutların saldırısına uğradık!”

     Cevap yok. İyice yaklaşmışlardı.

     “Çok kan kaybetti, yardımız gerek!”

     Muhafızlar etraflarını sarmışlardı. Kaçacak yer yoktu. Muhafızlar aynı anda kılıçları çektiler.

     “Tutuklusunuz, atlarınızdan inmeden bizi takip edin!”

     Bu harika haberdi. Karanlık Kardeşlik’in zırhlarının içinde, biri ölmekte olan iki üye Leyawiin’in zindanlarını boyluyorlardı. Bu kadar muhafızın surların dışında işi neydi? Hem de hiçbir sorgu yapmadan onları tutuklamışlardı. Zırhlarını tanımış olabilir miydiler? Eğer öyleyse Lucien’nin onları muhafızlardan önce öldüreceği kesindi. Aklına Teinaava’nın sohbetleri sırasında söyledikleri geldi.

Biz suikastçıyız sanıyordum.

     Kapılar gürültüyle açılırken Elrin arkasında hırıltılı soluk alıp veren Teinaava’ya dehşetle baktı. Gözleri kaymıştı. Belli ki nefes alırken fazlasıyla zorlanıyordu. Üstelik titremeye başlamıştı. Kriz geçiriyordu!

     “Lütfen onu şapele götürmeme izin verin!” diye bağırdı. “Ölmek üzere!”

     Onları tutuklayan muhafız Elrin’e döndü:

     “Kan kaybeden birini Su Batağı’ndan buraya kadar atın üstünde taşımanın ne kadar saçma olduğunu anlarsın böylece!”

     Elrin hiçbir şey söylemedi. Yaptığı hatanın farkına o anda varmıştı. Öğle vaktinden beridir yoldaydılar ve Teinaava’nın yaraları atın üzerinde ki sürekli hareket hali nedeniyle kapanamamışlardı. Düzgün bir iş yapamayacak mıydı? Batağından beri kim bilir ne kadar kan kaybetmişti? Düşünmeyi öğrenmelisin Elrin!

     Gözbebekleri o onda fark ettiği şeyle büyüdü. Su Batağı! Muhafızın geldikleri yeri bilmesine imkân yoktu. Muhafıza baktı, adamın esmer yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. Elrin, Teinaava’nın ona tutunan elinin gevşediğini hissetti. Bayılmıştı, ya da tahmin etmekten çekindiği diğer ihtimal başına gelmişti. Şehir kapıları arkalarından kapandı.

     Leyawiin’in girişini, nerdeyse surlarla eşit boyda muazzam bir meşe ağacı süslüyordu. Dairesel bir bölmeyle zeminden yükseltilmişti. Leyawiin Kalesi’ne uzanan taş yolsa meşe ağacının sağından kemerli geçitle kırılmıştı. Geçit şehrin kuzeyine açılıyordu. Elrin şapelin o tarafta olduğunu tahmin ediyordu. Lakin tahminini kontrol etmesine olanak yoktu.

     “Uzun kulak attan in ve beni takip et!” diye bağırdı onu tutuklayan muhafız. Elrin onun dediğini yapıp atından inerken Teinaava’ya çaresizlikle baktı. Kan bez parçasını aşmış deri zırha yayılıyordu. Üzgünüm kardeşim.

     Muhafız, Elrin’in onu takip ettiğinden fazlasıyla emindi. Kafasını çevirip bakma zahmetine bile girmiyordu. Hızlı adımlarla meşe ağacının olduğu girişi geçtiler. Elrin’nin nereye gittikleri konusunda kafa yormasına gerek yoktu, çünkü iki muhafız korudukları gözcü kulesinin ahşap kapısını onlar yaklaşınca açmışlardı.

     Dairesel yapı Elrin’nin başının dönmesine sebep olmuştu. Kule iki katlıydı ve bu katlar arasında ki bağlantıyı karşıda ki duvara yapışık merdiven sağlıyordu. Üst kattan gelen gürültüler, çatal ve bıçak sesleri muhafızların yemekte olduğuna işaret ediyordu. Sol tarafta içi kapı vardı. Elrin’nin bulunduğu konuma yakın olanın kapısı ardına kadar açıktı. Karanlık olmasına rağmen ışık içeriye vuruyor ve eskimiş fıçıları, sebze kasalarını aydınlatıyordu. Burası kiler olmalıydı. Elrin’e uzak kalan odanın kapısıysa kapalıydı.

     Muhafız arkalarından kapıyı çekerken Leyawiin sokakları bir anda gündüz gibi aydınlandı. Hemen ardından kapının kapanırken çıkardığı sesi bastıran gök gürültüsü geldi. Yağmur yağmak üzereydi.

     Elrin, kilerin hemen yanında ki odaya doğru ilerlerken içinde tuhaf bir his oluştu. Onları alıkoyan muhafız nerede olduklarını biliyordu. Sorgu hiçte kolay geçmeyecekti. Yüksek ihtimalle ağzını arayıp, Kardeşlik’e ihanet etmesine neden olacak önemli bilgileri paylaşmasını isteyeceklerdi. Aklına beş ilke geldi; Sithis sanki şimdiden onu boğazını sıkmaya çalışıyordu.

      “İçeri gir elf! Ben hemen dışarıda nöbet tutuyor olacağım. Bir şeye ihtiyacın olursa söylersin.”

      Çok komik! Beni serbest bırakmaya ne dersin?

     O da yarım daire şeklindeki odaya girdiğinde gözleriyle etrafı taradı. Pencere yoktu. İki şamdan haricinde duvarlar bomboştu. Odanın kendisi de duvarlar gibiydi. İçeride sadece bir yatak ve sandalyeleri yer kazanmak için ters çevrilerek üstüne konmuş eski, ufak bir masa vardı. Masayı gördüğünde midesinin guruldamaya başladığını hissetti. Acıkmıştı. Muhafızdan yemek isteyebilirim aslında diye düşündü.

     Elrin odaya hapsolalı daha beş dakika bile geçmemişti ki dışarıda konuşan iki kişinin seslerini duyarak irkildi. Biri muhafızdı, öteki…

     Muhafız, Elrin’i içeri soktuktan hemen sonra kilit vurduğu kapıya anahtarını soktu ve çevirdi. Kapı açıldığında Elrin duyduğu sesi hayal etmediğini gördü. Bir kadın muhafız.

     Uzun boyluydu, O içeri girer girmez ayağa kalkmasına rağmen Elrin’nin boyu ancak göğüs kafesinin hizasına geliyordu. Kızıl saçlarını arkadan atkuyruğu yaptığından güzel yüzünün hatları ortaya çıkıyordu. Elrin, kadının açık kahverengi gözlerine, dolgun dudaklarına hayran kalmıştı. Kaşlarını çatmıştı, fakat bu sert duruş onu daha da güzelleştiriyordu. Hafif zırh kuşanmıştı. Bir kadına göre geniş olan omuzlarından dizlerine kadar uzanan üzerine Leyawiin’in armasının işlendiği – yeşil bir dairenin içinde şaha kalkan beyaz bir at- bir önlük giymişti. Sol elinde yine armanın işlendiği kalkanını tutuyordu. Kılıcıysa beline sabitlenmişti.

     “İçeri kimsenin girmesine izin verme.” dedi diğer muhafıza. Bunun üzerine adam onu saygıyla selamladı ve odadan çıktı.

     Kadın masanın üstündeki diğer sandalyeyi indirdi ve Elrin’e de oturmasını işaret ederek kendi sandalyesine oturdu.

     Onu sorgulayacak muhafızdan etkilendiğine inanamıyordu. Yanaklarının kızardığını hissediyordu. Acilen kendine gelmesi gerekiyordu. Kadın konuştuğunda uzun süre kendine gelemeyeceğini düşündü.

     “Teinaava adamlarım tarafından Zenithar Şapel’ine götürüldü. Yarası oldukça kötü durumda ama birkaç saat içinde yolculuk için yeterli tedaviyi görmüş olacaktır. Kantav Cheynoslin yetenekli bir keşiştir.” dedi Elrin’i şokta bırakarak. Kadın Elrin’in yüzündeki ifadeyi görünce kaşları yukarı kaldırarak gülümsedi.

     “Sevinmedin galiba Elrin.”

     “Sen… Benim… İsmimi…” diye kekeledi Elrin. Burada ne haltlar dönüyordu?

     “Üzgünüm kendimi tanıtmayı unuttum.” dedi kadın yeniden gülümseyerek. “Adım Caelia. Caelia Draconis. Leyawiin şehir birlik komutanıyım.”

     İyi de kim olduğumu nerden biliyorsun be kadın!

     Caelia elini zırhının arkasına götürdü. Ortaya çıkardığı altın işlemeli gümüş bıçağı Elrin’e göstererek:

     “Aynı zamanda Kardeşlik’te Kara El’e bağlı bir Susturucu’yum.” dedi.

     Sithis’in elleri gerçekten de Elrin’in boğazında olmalıydı. Nefes alamıyordu. Oda etrafında hızla dönerken sandalyesinden arkaya devrildi. Bayılmıştı.

***

     “Onun nesi var?”

     “Bir şeyi yok, sadece bayıldı. Birazdan kendine gelir.”

     “Leydim, Argonian’ın tedavisi tamamlandı.”

     “Güzel. Hazırlıklara başlamanı istiyorum. Kimsenin ne yaptığımızı anlamaması gerekiyor sakın unutma.”

     “Peki, Leydim, izninizle.”

     Elrin konuşanların seslerine uyanmıştı. Başındaki ağrı nedeniyle gözlerini açamıyordu. En son yere düştüğünü hatırlıyordu. Fakat şu anda yerde değildi, çünkü yattığı yer yumuşacıktı. Anlaşılan bayıldıktan sonra yatağa taşınmıştı. Neden bayıldığını hatırlamaya çalıştı. Fayda yok, düşünemeyecek kadar yorgun hissediyordu. Gözlerini açtı ve yatağın üzerinde doğrulmaya çalıştı.

      “Kendine geldin demek.” dedi Caelia kapıyı kapatırken. Elrin’in kıpırdandığını fark etmişti.

      Ona hitap eden Caelia’nın sesiyle beraber Elrin’in kısa süreliğine gitmiş olan hafızası acı bir şekilde geri geldi. Kendini aptal gibi hissediyordu. Ne olmuştu yani Kardeşlik’teyse?

     “Hı hı. İyiyim. Sanırım.” dedi Caelia’ya bakarak.

     “Enerjini toplamalısın Elrin.” dedi Caelia masayı göstererek. Elrin masanın üzerine baktı. Karnının ne kadar aç olduğunu unutmuştu. Kendini zorlayarak yataktan kalktı ve onu bekleyen akşam yemeğinin başına oturdu.

     Biraz peynir, bir ekmek somunu ve şarap. İştahla yemeye koyuldu. Çatalıyla büyük peynirden büyük bir parça alırken:

     “Söylesene adımı nerden biliyorsun?” dedi.

     Caelia sırıtarak, “Geçen haftaki toplantıya gelmiştim. Seni tapınağa Taleandril ile girerken gördüm. Zaten herkes seni konuşuyordu.”

     Elrin’nin aklına tapınaktaki siyah cüppeli ve kukuletalı topluluk geldi. Kavramaya başlıyordu. 

     “Az önce konuştuğun, bizi alıkoyan muhafız. O da mı Kardeşlik’te?” diye sordu Elrin peyniri ağzına atarken.

     “Saçmalama,” diye güldü Caelia. “Sadece benim maiyetimdeki askerlerden biri. Benim hakkımdaki gerçekleri bilmesi haricinde Kardeşlik ile hiçbir bağı yok.”

     “Ona güveniyor olmalısın.”

     “Elbette, dürüst bir adamdır.” diye onu temin etti Caelia. “Ailesini de çok sever, onların başına kötü şeyler gelmesiniyse hiç istemez.”

     Elrin, kadının son sözlerindeki imayı anladığını belirtircesine başını salladı. “Bizim buraya geleceğimizi biliyor gibiydi.”

     “Surların üstünde Karaağaç Ormanı’nı gözetleyen bölük yaklaşan iki atlıyı görünce onu ve adamlarımı yolladım.”

     “Bu bizim geleceğimizi bilmenizi açıklamıyor.” dedi Elrin şüpheyle.

    “Birkaç gün önce Ocheeva bana bir not yolladı.” diye açıkladı Caelia. “Notta, ikizinin yanına güvenilir bir Kardeşlik üyesini alarak Leyawiin’in güney doğusuna gittiği yazılıydı. Ayrıca görevlerinin çok tehlikeli olduğunu ve sorun çıkması durumunda Leyawiin’e gelme ihmallerinin olduğunu belirtiyordu. Ben de ormandan şehre doğudan yaklaşan birileri olursa derhal bana haber verilmesini istedim.”

     Ocheeva’nın ikizini böylesine düşünmesi Elrin’i etkilemişti. Bardağından bir yudum şarap alarak  “Şimdi ne olacak?” diye sordu.

     “Sizi tutuklayıp İmparatorluk Şehri’ne götüreceğiz.” dedi Caelia basitçe.

     Elrin şarabı püskürttü. “Bizi kurtaracağınızı sanıyordum.”

     “Oraya ulaşamadan sizi götüren muhafıza saldırmaya çalıştığınız için öldürüleceksiniz.” dedi Cealia. “Yani, en azından buradakiler hikâyeyi böyle bilecek.”

     “Bizi kim götürecek?” diye sordu Elrin sandalyesine yaslanarak. Yemeğini bitirmişti ve başındaki ağrı da geçmek üzereydi.

     Caelia gülümsedi. “Sizi Leyawiin şehir birlik komutanı götürecek.”

     Elrin’nin Caelia’nın planını öğrenmesinin üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti ki biri kapıyı yumruklamaya başladı. Caelia ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü.

     “Kimsin? Sorgu sırasında rahatsız edilmemek istediğimi söylemiştim.”

     “Benim Leydim. Argonian dışarıda. Sizi bekliyoruz.”

     Caelia kapı açtı ve Elrin’e dönerek, “Ayağa kalkıp bekle, bıçağını saklamayı unutma.” dedi ve odadan çıktı.

      Elrin hemen denileni yaptı ve bıçağını kılıfından çekip çizmelerinin içine sıkıştırdı. Tam ayağa kalkarken Caelia’nın sesi duyuldu.

     “Gidip içerideki elfin ellerini arkadan bağlayın. Silahsız, arama yapmanıza gerek yok.”

     “Onları götürüyor musunuz leydim? Adamus Phillida’yı beklemeniz gerekmiyor mu?”

     “Emirlere itaatsizlik edildiğini söylemem için mi?”

     Güzel blöf!

      “Özür dilerim efendim, suçluyu hemen getiriyoruz.”

     İki muhafız kapıdan içeri daldı. Sağdaki elindeki halatla Elrin’e yaklaştı.

     “Ellerini arkana al solucan.”

     Sesinden az önce Caelia tarafından paylanan muhafız olduğu anlaşılıyordu. Elrin dudağını büktü ve ellerini arkasında kavuşturdu. Muhafız halatı bileklerine geçirip sarmaya başladı. Düğüm atarken Elrin’nin bileklerini acıtmak için gereğinden fazla sıkmayı da ihmal etmedi.

     “Hey, bu çok fazla! Zindana gidiyorum, asılmaya değil.”

     Muhafız diziyle Elrin’in beline tekme savurdu. Elrin acıyla inledi.

     “Umurumda bile değil solucan.” diye kulağına fısıldadı. “Yürü!”

     Dışarı adım attıkları gibi yağmur Elrin’i iliklerine kadar sırılsıklam etti. Muhafız onu itekleyerek kuzey kapısına götürüyordu. Caelia hemen önlerinde onlara yardım eden muhafızla konuşuyordu. Yağmur nedeniyle ne söylediklerini duymak imkânsızdı. Elrin bırak duymayı önünü bile görmekte zorlanıyordu. Bu yüzden Leyawiin’in kuzey yolunun üstündeki hiç yapıyı seçemedi.  Fakat kuzey kapısına yaklaştıklarında onları bekleyen, ikisi kendi atları olan üç siyah attan birin üzerinde iki büklüm oturan yaratığı görebilmeyi başardı.

     Teinaava’nın beli beyaz sargılarla kaplıydı. Yarası durmuş, hayati tehlikeyi atlatmıştı. Elleri arkadan bağlanmıştı. Onu gördüğünde yağmurun soğuttuğu bedenine bir sıcaklık hissi yayıldı. Keşiş, Argonian’ı kurtarmayı başarmıştı. Elrin, Teinaava’nın yüzündeki şaşkın ve ürkek ifadeye gülmemek için kendini zorladı. Neler döndüğünden bihaber olduğu açıktı. Ona eşlik eden muhafızın hiç de kibar olmayan yardımıyla atının koşumlarına güç bela tırmandı.

     Caelia da kendi atına bindi.

     “Kapıyı açın, gidiyoruz!”

***

     “Ben gerçekten yakalandığımızı düşünmüştüm.” diye söylendi Teinaava. Caelia, Leyawiin’den yeterince uzaklaştıklarında onların bileklerine bağlı halatları kesmiş, Elrin de planlarını Teinaava anlatmıştı.

     “Seni daha önce tapınakta hiç görmemiştim.” dedi Caelia’ya hitap ederek. Caelia, az önce duran sağanak yağmurun ıslattığı saçlarının emdiği suyu elleriyle sıkarak çıkartmakla meşguldü.

     “Aslında devamlı geliyorum.” dedi Teinaava’ya dönerek. “Ama pek görünmemeye çalışıyorum. Tapınaktan sadece ikizin ve Vicente ile görüşüyorum.”

     “Ocheeva bana hiç bahsetmemişti.” dedi Teinaava dalgın bir şekilde.

     Bir süre daha beraber atlarını sürdüler. Leyawiin çok uzakta kalmıştı.

     “Burası uygun.” dedi Caelia atını durdurarak. Sonra diğer ikisine döndü. “Ben buradan geri döneceğim. Sizden zırhlarınızı bana vermenizi istiyorum.”

     “O ne için?” diye sordular aynı anda.

     Caelia yanında getirdiği çantasından eskimiş giysiler çıkardı ve onlara fırlattı.

     “Bunlarla idare edin. Kardeşlik size yeni zırhlar ayarlayacaktır.” Eliyle yolun kenarındaki çalılığı göstererek ekledi. “Şu çalılıların arkasında değişin.”

      Giyinmeleri Teinaava’nın sargılarından dolayı uzun sürdü. Elrin sargıları çözmesinde Teinaava’ya yardımcı oldu. Ardından da deri zırhı çıkartıp çabucak eski, rengi atmış giysilerini giydi. Bir kaç dakika da Teinaava’nın giyinmesini bekledikten sonra ellerinde zırhlarıyla çalılığın arkasından çıkıp Caelia’nın yanına geldiler.

     Caelia elinde şarap şişesi tutuyordu. Zırhları onların elinden aldı ve şişeyi üstlerine bocaladı. Elrin şarap kokusu almamıştı. Anlaşılan şişenin içinde gerçekten de kan vardı. Acaba nereden edinmişti? Zırhların yeterince kanlı göründüklerine kanaat getirdikten sonra kalan kanı da kendi üstüne bulaştırdı. Elrin bu kadarla olacağını düşünmüştü ama Caelia kılıcını çekip zırhları biçmeye başladı. İşini bitirdiğinde zırhlar tanınmaz haldeydi.

     “Bu kadarı yeterli.” dedi zırhları yanında getirdiği çantasına koyarken. “Ben buradan geri, Leyawiin’e gidiyorum.”

     “Caelia…” dedi Elrin. Kadın atına binerken döndü ve Elrin’e baktı.

     “Her şey için teşekkür ederiz.” dedi Elrin utanarak. “Sen olmasaydın Teinaava’yı kurtaramayabilirdim.”

     Kadın atının dizginlerine asılırken Elrin’e bakıp gülümsedi.

     Gitmişti.

     Öğle vakti olmasına rağmen tapınak girişinde hiçkimse yoktu. Yatakhaneye açılan kapıya doğru ilerledi. Tam kapıyı açacağı sırada omzunda bir ağırlık hissetti.

     “Ben… Ne diyeceğimi bilmiyorum Elrin!”

     “Bir şey söylemene gerek yok Teinaava, tapınaktaki herkes senin için bunları yapardı.” dedi Elrin Teinaava’ya dönerek. “Şimdi git Ocheeva’ya haberleri ver.”

     “İstersen sen de gel.”

     Elrin kapıyı açtı. “Seni bilmem ama ben ayakta uyuyorum Teinaava.” dedi ve yatakhaneye girdi. Merdivenleri inip köşeyi döndü ve yatağının başucuna oturdu. Hemen uykuya dalmak istiyordu. Kendini yatağa bıraktı.

     Bir kâğıt hışırtısı onu rahatsız ediyordu. Eliyle yastığın üstünü yokladığında küçük bir parşömenin üstüne yattığını fark etti. Gözlerini kıstı ve parşömenin üstünde yazanları okudu.

     “Teinaava’yla gittiğin için bunu sana not şeklinde yazmak zorunda kaldım. Bu haberi sana bizzat vermek beni gururlandırıyor çocuğum. Kara El kararını açıkladı. Yeniden kontrat kabul edebilirsin.”

     Elrin içini rahatlık hissinin kapladığını hissetti. Tam kâğıdı kapatacaktı ki altında başka bir şeyin daha yazılmış olduğunu gördü. İki cümleydi. Daha küçük harflerle yazılmıştı.

     “Unutmadan ekleyeyim. İki seviye atladın, artık Eleyici’sin!”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu