Makale

Karanlık Kardeşlik – Bölüm 12

     Hiçbir şey olmamış gibi geçip gitmeye çalışmaktan başka çareleri yoktu. Elrin aranmayı bekliyordu ama temsili bir resminin çizilmiş olması onu şok etmişti. Handa o kukuletasını hiç açmamalıydı.

     “N’apıyoruz?” diye sordu Teinaava. Anlaşılan onun da herhangi bir fikri yoktu.

     “Yanlarından yürüyüp geçsek?” diye soruya soruyla karşılık verdi Elrin.

     “Saçmalama kardeşim.” diye cevap verdi Teinaava. “Yanlarından öylece geçip gidebileceğimizi hiç sanmıyorum. Başka zaman olsaydı, şehre girmek bu kadar zor olmazdı. Kendimizi tüccar olarak tanıtmak mantıklı gibi geliyor.”

      “Çantalarla mı?” diye alay etti Elrin. “Bir Argonian ve bir Orman Elf’i! Şansımız sıfır. Ben Bruma’ya girerken bile tüccarların arasına karışmama rağmen çok sorun yaşadım. “

     “O zaman kaçak gireceğiz, başka çaremiz yok.” dedi Teinaava. “Diğer muhafız vardiyasının gelmesini bekleyeceğiz.”

     “Yapabilecek başka bir şey yoksa…” diye söylendi Elrin. Şehre kaçak girme fikri daha gelirken aklını kurcalıyordu. Kentin dört bir yanından bilgi toplaması gereken böylesine zorlu bir kontratta aynı zamanda gizlenmek ve gözden ırak kalmak oldukça güçtü.

      “İçeri nasıl sızacağız peki? diye sordu Elrin. İçeri bir girebilseler, gerisi kolay!

     Teinaava, çantasını çaktırmadan açtı ve içerideki arbalet benzeri silahı gösterdi. Tanıdıktı.

     “Bu Tal’ın, pardon Telaendril’in değil mi?” diye sordu Elrin.

     “Sana söylemeyi unuttum.” dedi Teinaava bir sırrı açıklıyormuşçasına. “Telaendril de Ocheeva’yla beraberdi. Senin için endişeleniyordu sanırsam. İçeri sızamamamız ihtimali olduğundan arbaleti bana ödünç verdi.”

      Anlaşılan yatakhaneye gidiş Elrin’i aldatmacadan ibaretti. Şimdi biraz olsun iyi hissediyordu. İkizi onun için endişelenmişti.

     “Gerçi beni uyarmayı da ihmal etmedi.” diye devam etti Teinaava. “Merkez Şehir gibi yüksek surları olan bir yerde hiç denememiş. Bakalım, işe yarıyor mu?”

     İşe yaramayabilirdi. İmparatorluk Şehri’nin surları Bruma surlarının neredeyse iki katıydı. Üstelik oradayken iki katlı bir yapının üzerindeyken surlara tırmanmaya çalışmışlardı. Arbaletin ipi büyüyle güçlenmiş olsa da onları yukarıya kadar taşıyamayabilirdi. Daha kötüsü, yukarı çıktıklarında aşağıya inemeyebilirlerdi. Yine de başka çareleri yoktu.

     “Ben de bilmiyorum.” dedi Elrin. “Biz kullandığımızda yükseklik buranın yarısı kadardı.”

     “Olsun. Denemekte fayda var. Gel, muhafızları gözetleyebileceğimiz bir yer bulalım.”

     Atlarını yol kenarına sürdüler. Buradaki ağaçlar muhafızları gözetlemek için birebirdi. Atlarını tam yolun dışına çıkarmışlardı ki arkalarından gelen sesle irkildiler.

     “Dostum, senin burada ne işin var? Seninle Merkez Şehir’de rastlaşabileceğimi hiç sanmazdım.”

     Ongar yanında getirdiği malları yüklediği iki eşeğiyle yolun ortasında durmuş onlara bakıyordu. Üzerlerine hafiften kır düşmüş uzun saçları, eskimiş giysileriyle tüccardan çok dilenciye benzeyen kuzeylinin gözleri dostu olduğunu düşündüğü Elrin’i gördüğü için sevinçliydi.

     “Eee, şey… Ben de seni gördüğüme sevindim dostum.” diye karşılık verdi Elrin. “Mallarını satmak için geldin, öyle değil mi?”

      “Tabii ki! Fakat geç oldu. Bugün halletmem zor. Bir han bulurum şimdi, yarın sabahtan satarım malları.” dedi ve kapıya doğru ilerlemeye başladı. Bir süre devam ettikten sonra başını çevirdi ve şaşkın bir ifadeyle:

     “Eee? Siz gelmiyor musunuz?”

     Elrin tam “Yok, sen devam et” diyecekti ki kelimeleri ağzından çıkmadan yakaladı.

     Neden olmasın?

     “Ongar?”

     “Evet dostum? Bu arada geçen seyahatimizde de ismini paylaşmamıştın benimle, gözümden kaçmadı sanma.”

     Kuzeyli eğleniyor gibiydi. Kesinlikle şansını denemesi gerekiyordu.

     “Dostum (neler döndüğünü anlamaya çalışan Teinaava’yı göstererek) ve ben çok uzun bir yolculuk yapmamıza rağmen muhafızlara takıldık.”

     “Ama senin için sorun olmamalı şey….”

     “Aldos, ismim bu!” dedi Elrin aceleyle. “Arkadaşım da Othran.” Teinaava’nın gülümsediğini fark etti.

     “Aldos. Teşekkürler, fakat senin için sorun olmamalı diyordum en son.” diye dediklerinin üstünden geçti Ongar. “Yani tüccarları içeri alıyorlar.”

     “Maalesef sadece yoklama için geldik” dedi Elrin üzüntülü bir tavırla. “Yanımızda hiçbir şey getirmediğimiz için bizi içeriye almayabilirler. Eh buraya kadar da geldik.”

     Ongar, elini çenesine götürdü. Kaşlarını çatmış düşünüyordu.

     Hadi be adam! Niye bu kadar düşünüyorsun!

     “N’olmuş yani, siz de benle gelin.” dedi Ongar bir süre sonra. “Baksana burada bir sürü mal var.”

     “Sana borçlandım galiba.” dedi Elrin mutlulukla. Atlarından inip Ongar ile beraber Batı kapısına yöneldiler.

     Rastlantının böylesi!

***

     Elrin büyülenmiş gibi bakıyordu. Daha öncede -malum olayın yaşandığı akşam- buraya gelmişti. Fakat o gün düşündüğü şey sadece yatıp uyumak ve karnını doyurmaktı. Bu yüzden bu muhteşem şehrin detaylarına takılıp kalmamıştı.

     Talos Plaza etrafı su kanallarıyla çevrelenmiş mermer bir adacıktı. İmparatorluk Şehri’nin girişi olarak kabul edilen bu bölge iç içe geçmiş dairesel bölümlere sahipti. Evler, hanlar, marketler… kısacası her yapı bu mükemmel dairesellikle uyum içerisindeydi.

     Meydandaki devasa ejderha heykeli yeni gelenleri selamlıyor ve aynı zamanda uyarıyordu. O da Plaza’nın hakim olduğu dairesel düzenden nasibini almıştı. İki metrelik platform üzerinde yükselen yedi metrelik bir gri, mermer bir canavar. Etrafı altı mermer sütunla çevriliydi. Ağzını açmış ve alevlerini gökyüzüne üflemek üzereydi. Elrin de Cyrodiil’in geneli gibi ejderhaların gittiğine inanırdı. Bu heybetli yaratığı gördüğünde onların yok olduğuna sevinmeden edemedi.

     “Eh, buraya kadar Aldos. Artık gideyim ben de.” dedi Ongar. “Siz nerede kalmayı düşünüyorsunuz?”

     “Aldos’la ben Elf Bahçeleri’nde han bakınacağız.” dedi Argonian.

     “İyi seçim, hemen soldaki yoldan gidiyorsunuz öyleyse. Ben de sağ taraftan gideceğim. Yardımcı olduysam ne mutlu.”

     Teinaava’nın konuşmasını beklemişti ama nedense Argonian suskun kamıştı. Meraklı gözlerle Ongar’ı süzmeye başlamıştı. Ongar da durumu anlamış olacaktı ki yapmacık bir tavırla:

     “Hadi görüşürüz o zaman.” dedi ve aceleyle yanlarından ayrıldı.

     Elrin şaşkın bir tavırla:

     “Ne oldu kardeşim?”

     Argonian cevap vermedi. Ongar’ın söyledikleri kafasına takılmıştı sanki. Düşünceli ruh halini koruyarak Ongar’ın tersi yönden Elf Bahçeleri’nin olduğu bölüme ilerledi.

     Şehrin içinde iletişim kopukluğu yaşanmaması için bütün şehir kapıları ardına kadar açık tutuluyordu. Bu sayede huysuz muhafızlar da kapıyı açtırma zahmetine girmekten kurtulmuşlardı.

     Elrin Talos Plaza’dan geçtiği gibi Elf Bahçeleri’inden de geçmişti. İşin komik tarafı hemen ileride yolun sol tarafında iki adet hanın ahşap tabelaları esen rüzgarla sallanıyordu. Elrin bir önceki ziyaretinde bu hanları görmediğine inanamıyordu. Bu imkansızdı. Hanları gerçekten hatırlamıyordu.

     “Elrin!”

     Teinaava sağ taraftaki yapının duvarın da asılı bir ilan bakıyordu. İlan dikkatini çekmiş olacaktı ki yanına kadar gitmiş şimdi de Elrin’i çağırıyordu.

     Arama ilanıydı. Parşömenin üzerine kocaman harflerle “ARANIYOR!” yazılmıştı.

     Elrin temsili resmi inceledi. Çizimdeki şüpheli bulanıktı. Yüzünü saklayan gri bir maske takıyordu. Maskesin tam ortasından aşağıya doğru parlak mavi semboller iniyordu. Elrin’in sembollerin ne anlama geldiği hakkında herhangi bir fikri yoktu. Çizimin altındaysa yine büyük harflerle bir isim yazılıydı. Ne kadar isim sayılırsa…

     “Gri Tilki?”

     Teinaava şaşkın bir bakışla “Gri Tilki’yi de mi bilmiyorsun?” diye sordu.

     “Kardeşim hatırlatırım,” dedi Elrin.”ben ormanda yaşıyordum.”

     “Doğru ya.” diyerek onayladı Teinaava. “Unuttum bir an. Gri Tilki Hırsızlar Loncası’nın lideridir. Onlardan haberin vardır umarım.”

     Elrin bir orman köyünde büyümüş olabilirdi ama loncalardan haberi vardı. Hırsızlar Loncası’nı elbette duymuştu.

     “Evet, biliyorum.” dedi Elrin başını sallayarak.

     “Onlar da yasadışı bir loncalar ama nedense bizi hiç sevmezler.” diye dalga geçti Teinaava.

     “O niye?” diye sordu Elrin. Bak işte bunu da bilmiyordu.

     “Hızsızlar cinayete hoş bakmıyorlar. Hatta bizi ilkel hayvanlar olarak gördüklerini bile söyleyebilirim.”

     Elrin güldü.

     “Bize ne ki? Ne düşünürlerse düşünsünler.”

     “Haklısın kardeşim.” diye onu onayladı Teinaava ve yollarına devam ettiler.

     Taş yolda yürürlerken Teinaava’nın ruhunun hala huzursuz olduğunu hissediyordu. Sanki bir şeyler saklıyor gibiydi. Elrin her ne kadar merak etmiş olsa da üstelememeye karar verdi.

      Kral ve Kraliçe Tavernası’nı es geçtiler. Daha doğrusu Teinaava sanki nerede kalacaklarını biliyormuş gibi tavernanın yanındaki Luther Broad’un Pansiyonu yazan tabelanın altında durdu.

     “Burada mı kalacağız?” diye sordu Elrin.

     “Evet kardeşim.” dedi Teinaava. “Ama içeri girmeden önce sana beni huzursuz eden bir şeyi söylemek istiyorum.”

     Elrin beklentiyle Teinaava’ya baktı.

     “Şu Ongar. Bizi şehre sokan tüccar.” dedi. “Nereye gittiğini fark ettin mi?”

     “Yok hayır, ne önemi var ki?” diye omuz silkti Elrin.

     “Aslında önemli değil.” dedi Teinaava. “Sadece gittiği yer Tapınak bölgesiydi. Ona takıldım. İmparatorluk Şehri’ni çok iyi bilirim, orada konaklayabileceği sadece bir yer var.”

     “Teinaava.” dedi Elrin gülerek. “Bunda bir şey yok ki. O handa kalır işte.”

     “Tüccarlar Hanı dururken mi?”

     Bak şimdi işler karıştı!

   Teinaava pansiyonun kapısı açıp içeri girerken:

   “Şehrin o bölgesinde sadece Azizler Hanı var.” dedi. “Orada Hırsızlar Loncası’nın bazı üyeleri takılıyor diye duymuştum.”

***

     Pansiyon sade ve güzel döşenmişti. Pek lüks bir yer olmasa da tezgahın arkasında duran yaşlı Luther Broad temizlik konusunda iyi iş çıkarıyordu. Sağda merdivenler odalara çıkıyordu. Mekan pek büyük değildi. Yukarıda en fazla iki bilemedin üç oda olmalıydı. Tam karşılarındaki duvarın dibine şarap fıçıları koyulmuştu. Yer sıkıntısı nedeniyle olsa gerek Luther alt kata sadece iki masa koyabilmişti. Masanın üzerinde mumlar, tabaklar, çatallar hazır bekliyordu. Masalardan birindeyse adamın teki gazetesine gömülmüştü. Bu saatte ne okuyorsa?

     “Bize oda lazım.” dedi Argonian. “Ne kadar kalacağımız belli değil.”

     “Zaten sadece bir odam boş.” dedi Luther neşeyle. Yaşlı yüzündeki çizgiler gülümsemesinin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Elini bir kaç tutam kalan saçlarına götürerek devam etti. “Fakat ne kadar kalacağınız belli değilse bu gecenin parasını peşin alırım.”

     “Ne kadar?” diye sordu Elrin. Aklına neredeyse boşalmış olan altın kesesi geldi.

     “On altın.”

     Teinaava kesesinden biraz altın çıkarttı ve Luther’in önüne bıraktı.

     “Şimdilik iki gün için yirmi altın bırakıyorum.” dedi. “Fakat, uzayabilir, belli olmaz.”

     “Hiç önemli değil.” diye karşılık verdi adam altınları sayarken. “Üst kat, hemen ilk oda.”

     Teinaava yukarı çıkmaya yeltenirken Elrin:

     “Ben gelmeyeceğim, bir şeyler içmek istiyorum odaya çıkmadan.”

     Argonian sen bilirsin gibilerinden omuz silkti ve yukarı çıktı. Elrin de tezgahın önüne konuşlanmış taburelerden birini çekip oturdu.

     “Ne istersin bakalım genç elf?” diye sordu Luther.

     Cevap belli. “Yemek şarabın var mı?”
 
    Bunun üzerine Luther tezgahın altına eğildi ve kupa çıkarttı. Sonra da şişelerden birinin mantarını  açarak şarabı boşalttı.

     “Argonianlar tamam da Orman Elflerini görmeye pek alış değildir buralar.” dedi kupayı Elrin’e uzatırken.

     “Farkındayım.” dedi Elrin ve kupayı kafasına dikti. Şarap onu rahatlatıyordu. “Sonuçta bizim yurtlarımız ormanlar. Pek dışarılara açılmayız.”

     Luther güldü. “Haklısın tabi, ev gibisi yoktur. Yine de dikkat et bence.”

     “Neden?”

     “Yabancısın bilmezsin belki, geçen ay mı neydi elfin teki handa olay çıkarmış.” diye dedikodu yapmaya başladı Luther. “Kavgada adam öldürmüş. Sonrada kaçıp gitmiş. Gözcü Birlik Kaptanı çıldırdı resmen.”

     “O kim?”

     “Hieronymus Lex. Esaslı adamdır.” diye cevapladı Luther. “Zaten Hırsızlarla uğraşıyordu, sonra bu elf cinayet işleyip kaçtı, bide üstüne kral da ölünce adam çöktü.”

     “İşi bayağı zor desene.” dedi Elrin.

     “Sonra şu Unutulmuş Diyar’a açılan kapılar var, onlardan biri bu tarafta açılırsa diye herkesin ödü kopuyor.”

     “Diyar’ın kapıları açıldı mı?” diye korkuyla sordu Elrin.

     “Kvatch’tan gelen haberler öyle.” dedi Luther. “Şehri talan etmişler.”

     “Kvatch’tan ve Kvatch Kahramanı’nından haberim var. O adamı Bruma’da görmüştüm.” dedi Elrin.

     Luther manidar bir şekilde güldü. Elrin şaşırarak, “Ne oldu?” diye sordu. Luther’in cevap vermesine gerek yoktu. Kapı gürültüyle açılırken içeri oldukça uzun boylu bir kuzeyli ve ona oranla kısa kalan esmer tenli biri girdi. Ve uzun boylu, yapılı herifin sırtında Elrin’in daha önce sadece bir kez -Bruma’da- gördüğü görkemli bir Claymore asılıydı.

 

     İkinci kez; Rastlantının böylesi!

     Her ne kadar pansiyona beraber girmiş olsalar da, birbirlerini tanımıyor gibiydiler. Kuzeyliyi zırhı olmadan ilk kez görmüştü. O parıldayan zırhın altında vahşi bir savaşçı görmeyi ummuştu fakat Kvatch Kahramanı oldukça mağrur bir yapıya sahipti. Altın sarısı saçları geniş omuzlarına dökülüyordu. Deniz rengi gözleriyse asilce etrafını süzüyordu. Elrin’e baktı, sonrada hala gazetesini okumakta olan adama çevrildi bakışları. Esmer adam Elrin’in yanı başındaki tabureye otururken o da arkalarındaki masaya geçti.

     “Baurus seni gördüğüme sevindim.” dedi Luther heyecanla.

     “Ben de sevindim.” diye karşılık verdi adının Baurus olduğunu öğrendiği esmer adam. “Nasıl bari işlerin?”

     “Seninle içeri girmiş olan beyfendiyle, yanında oturan elf bir de onun arkadaşı var. Bu akşam doluyum anlayacağın.”

     Elrin, ona başıyla selam veren Baurus’a aynı şekilde karşılık verdi. Kupasının dibinde kalan son şarabı da içiyordu ki Luther’in gizlice bir notu Baurus denen adama uzattığını gördü. Notta Elrin’i işkillendiren bir şey yazıyordu.

     “Uzun zamandır gazete okurmuş gibi davranıyor, senin burada takıldığını biliyor olmalı!”

     Baurus kendine verilen notu okuduktan sonra bozuntuya vermeden:

     “Eh gitmeden sana yardım etmemi ister misin?” diye sordu.

     Bu sırada arkada oturan kuzeyli masasından ayrılmış odasına çıkıyordu. Luther önce ona dönerek:

     “İyi geceler efendim.” dedi. Kapının çarpma sesinin ardından Baurus’a dönerek:

     “Aslında yatmadan aşağıdan şarap fıçısı çıkaracaktım.” dedi. “Ama belki ihtiyarı yormak istemezsin.”

      Baurus gülerek, “Eh mesaj alındı!” dedi ve taburesinden kalkarak, merdivenlerin görünmeyen kısmında kalan kiler kapısına yöneldi.

     Gazeteyi okuyan adam varlığını Elrin geldiğinden beri doğru dürüst hissettirmemişti. Ondan gelen tek ses sayfaların çevrilirken çıkarttığı sesti. Fakat Baurus’un kilere inmesiyle yerinden kalktı ve kilere sıvıştı.

     Elrin neler döndüğünü kavramıştı bile. Bir sonraki hamlenin yukarıdaki merdivenlerden inen kuzeyli olmasına şaşırmamıştı. Üçü birden adama tuzak kurmuşlardı.

     Kuzeyli inerken kiler kapısını kapattı. Aşağıda olanların duyulmasını istemiyordu anlaşılan. Hesaba katmadığıysa Elrin’in komik, sivri kulaklarının işlerinde bayağı iyi olmasıydı. Elrin kulak kesildi.

     Anlamsızdı. Aşağıdan gelen çığlıkları, haykırışları duymak için elf kulaklarına ihtiyacı yoktu. Kuzeylinin sesiyse adamdan da gürdü.

     “DÖRDÜNCÜ CİLT NEREDE?”

     “BEN BİLMİYORUM-AAHHH!”

     Elrin’in midesini kaldıran bir çatırtı duymuştu, anlaşılan kuzeyli kahraman sorguladıkları kişinin uzuvlarından birini kırmıştı. Istırap çığlıkları içinde ses ikinci kez gürledi:   

     “SANA NEREDE DEDİM!”

     Elrin’in duymak için artık kulaklarına ihtiyacı vardı çünkü bayılmak üzere olan adamın sesi kesik kesik ve oldukça düşük çıkıyordu.

     “Aşağıda… Suikastın gerçekleştiği yerin yakınında…”

     “Adi herifler! Burnumuzun dibine solucan deliği açmışlar!” Bu kez konuşan Baurus’tu. “Söyle geçidin ne tarafında?”

     Geçit? Elrin kalp atışlarının yükseldiğini hissediyordu. Şehirde geçitler mi vardı?

     “Kanalizasyonda, geçitte değil.” dedi adam. “Kanalizasyonun batısında! Lütfen beni bırakın!”

     Sonra ses kesildi. Elrin’nin tek duyduğu devasa bir kılıcın eti keserken duyduğu midesini daha da kaldıran sesti. Elrin bir katildi, bu Claymore taşıyan ise canavar olmalıydı. Merdivenleri çıkan ayak seslerini duyduğunda gelen ikiliyle karşılaşmamak için hemen odasına çıktı.

     Teinaava uyanıktı. Yatağına oturmuş yarasını inceliyordu. Elrin’i karşısında görünce:

     “Olay çıktı galiba!” dedi. “Keşke başka yerde kalsaydık.”

     “Boş ver şimdi kardeşim.” dedi Elrin heyecanla. “Kanalizasyon sistemi ne kadar büyük?”

     “Neredeyse tüm şehri kapsar. Neden sordun?”

     “Güzel. Peki geçidi duydun mu?”

     Teinaava hayretler içerisinde “Geçide kanalizasyondan mı gidiliyormuş? Bunu bilmiyordum. Ben geçidin farklı bir yere çıktığını sanıyordum, demek yalandan ibaretmiş.”

      “Şu geçit  nedir, açıklasana Teinaava.”

      “Kralları tehlike altındayken şehirden kaçırmak için inşa edilen gizli bir yol.” dedi Teinaava yüzüne bir gülümseme yayılırken.    

      Elrin’in heyecanı sönüp gitti. Bu ipucu sayılmazdı. “Saraya gitmeye çalışmıyoruz Teinaava. Unuttun mu?”

     “Kardeşim geçit saraydan başlamıyor.” dedi Argonian. “Genel inanışın aksine hem şaşırtmaca hem de güvenlik için saray değil başka bir yeri kullanır krallar kaçmak için. Şehirde en çok muhafızın olduğu yerde geçit. Onu bulduğumuza inanamıyorum!”

     Muhafızların en çok olduğu yer! Nefesini hızla içine çekti.

     İmparatorluk Hapishanesi!

     Üçüncü kez; Rastlantının böylesi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu