Makale

Karanlık Kardeşlik – Bölüm 16

Cyrodiil’in kuzeyi, Bruma

Gecenin karanlığı pelerinli adamı neredeyse tamamen gizlemişti. Aceleci adımlarının normalde taş yollarda ses çıkarması beklenirdi fakat çıt yoktu. Hızlıydı, amacı belliydi ve görülmemesi gerekiyordu. Adam, şehrin meydanında yükselen heybetli katedralin hemen yanından yürüyordu.

Durdu ve etrafını saran tek tip ahşap evleri gözlemeye başladı. İşaret bekliyor gibiydi. Bir süre daha olduğu yerde dikkat çekmeden dikildi. Sonra çaprazındaki evin ışıkları söndü. Beklediği işaret bu olmalıydı çünkü adam kıpırdandı. Lakin eve yönelmedi.

Evin kapısı hafif bir ‘klik’ sesiyle kilidinden kurtulup aralandı. Pelerinli adam sokağı kolaçan etti. Hareketlenme yoktu. Devriyeler onu göremeyecek kadar uzakta olmalıydılar. Soğuktan morarmış çıplak elleriyle pelerinini sıkıca kavradı ve ay ışığının yıkadığı taş yolda ilerledi.

Ahşap kapıyı kapatmasıyla birlikte ışıklar geri geldi. Ufak bir evdeydi. Karşısındaki şömine davetkar bir şekilde yanıyordu. Elleri ovalayıp alevlere yaklaşırken solundaki merdivenleri fark etti. Bodrum katına iniyorlardı.
Şöminenin verdiği sıcaklık yüzünü karıncalandırmaya başlamıştı. Çok yakında duruyordu. Oturmak için tabure benzeri bir şeyler aradı ama bulamadı. Dört bir yanında sehpalar, erzak dolapları ve çeşitli kitapların bulunduğu  raflar vardı ama oturacak herhangi bir şey yoktu. Ev sahibi oturmak için burayı kullanmıyor olmalıydı.

Merdivenler sarsıldı. Adam istifini bozmadan ısınmaya devam ederken gelenin kim olduğunu görebilmek için, göz ucuyla merdivenleri çıkmakta olan kişiye baktı.

Helvius Cecia kırklı yaşlarının ortalarında, esmer, uzun boylu bir adamdı. Mesleği tüccarlıktı. Yıllarca bu işi yapmıştı. Aslında Merkez Şehir’de oturuyordu ama işi gereği Bruma’ya sürekli geldiğinden bu evi satın almıştı. Bu da evin üst katının neden fıçı ve tahta kutularla dolu olduğunu açıklıyordu. Helvius, evi daha çok depo olarak kullanıyordu.

Helvius merdivenleri çıkmayı bitirdiğinde, pelerinli adam ellerini şöminenin önünden çekti ve esmer tüccara döndü.

“Geciktim, üzgünüm.” dedi. Fakat sesinden hiç de üzgün olmadığı belliydi. Aksine sesinde -her ne kadar bastırmaya çalışıyor olsa da- heyecan havası vardı.

“Önemli değil Gölge-Ayak, o aşağıda, seni bekliyor.” dedi Helvius dostane bir tonla. Sonra da evin çıkışına doğru ilerledi.
“Sen neden gidiyorsun ki?” diye sordu adı Gölge-Ayak olan.

Helvius gülümseyerek ona baktı. “Misafirim konuşacaklarınızın özel olduğunu söyledi. Ben de konuşmanız bitene kadar Olav’da takılacağım.” El yordamıyla kapıyı açtı ve ekledi:

“Gölge seni gizlesin.”

                                                                       ***

Cheydinhall, Karanlık Kardeşlik Tapınağı

Acımasız yüzler etraflarını sarmıştı. Bıçaklar her yerdeydi. Elrin yolun sonuna geldiğini düşündü. Kardeşlik’in kurallarına karşı gelmişlerdi. Ölüm, yirmi küsur bıçağın ucunda onu ve Teinaava’yı bekliyordu.

Bundan dakikalar önce Kardeşlik’ten ayrılmayı kafasına koymuştu. Kullanıldığını ve bir çocuk gibi kandırıldığını düşünüyordu. Şu anda düşüncesi gerçekleşmeye çok yakındı. Tabii tahmin etmediği bir biçimde. Kardeşlik’in hapse girdiklerinden, suçlandıkları şeylerden haberleri olmaz sanıyordu. Anlaşılan bağlı olduğu yerin kudretini unutmuştu. Her şeyi biliyor olmalıydılar.

Bakışlarını onları çevreleyen yüzlere odakladı. Bir çoğunu tanımıyordu fakat içlerinde hayli tanıdık çehrelerde vardı. Gogron, Marie hatta Ocheeva. Ama Elrin boynun hizasındaki bıçağın sahibini gördüğünde şiddetle yutkundu.

“Tal!”

Telaendril cevap vermedi. Kaskatı bir ifadeyle ikizine bakıyordu. Sanki hiç tanımıyormuş gibiydi. Kardeşler kardeşlerini idam etmek üzereydiler. Elrin gözlerini kapattı ve ölümü bekledi.

Zemine çarpan metalin sesi taş duvarlarda yankılandı. Elrin birinin ona sarıldığını hissetti. İlk önce ölümün onu kolları arasına aldığını düşündü. Fakat ölüm bu kadar sıcak olamazdı. Bu kadar özlem dolu olamazdı. Bu kadar tanıdık bir ten kokusuna sahip olamazdı.

Gözlerini açtı. Bıçaklar inmişti. Tal kolları arasındaydı. Beceriksizce Tal’ın sırtını kavrarken soran gözlerle hemen karşısında duran siyah cüppeli adama baktı.

“Kişisel algılamayın.” dedi Lucien Lachance soğuk bir ses tonuyla. “Bu gerekli bir tedbir.”
“Neden, ne tedbiri?” diye sordu Teinaava.
“Siz olduğunuzdan emin olmamız gerekiyordu.” diye cevapladı Lucien. “Telaendril, eminsin öyle değil mi?”
“Evet efendim.” dedi Tal ikizine gülümseyerek bakarken. “Nefret ettiğimi bile bile sadece Elrin, bana bu isimle hitap eder.”

Lucien pek ikna olmamış gibiydi. “Ya onu öldürmeden önce her şeyi öğrenmişlerse? “
“Efendim, bu o.” dedi Telaendril. “Bana güvenin.”
“Burada neler dönüyor?” Bu sefer soruyu soran Elrin’di. Kafası inanılmaz derecede karışmıştı. “Bizden başka kim gelebilirdi ki? Anlamıyorum!”

Lucien ikiliyi son bir kez göz hapsine aldıktan sonra:
“Beni takip edin, bilmeniz gerekenler var.” dedi ve Vicente’nin odasına inen merdivenlere doğru ilerledi.
Elrin de Teinaava’da neler olup bittiğine akıl erdirememişlerdi. Cevapları almak umuduyla Lucien’i takip ettiler.

Elrin, Vicente’nin odasını -sol taraf hariç- ilk defa aydınlatılmış olarak görüyordu. Her zaman oturduğu masa yerli yerindeydi. Arkasında ahşap bir dolap ve mermer çıkıntılarının üstünde tembel bir şekilde yanan mumlar vardı.  Hemen üstlerindeyse gösterişsiz bir şamdan salınıyordu. Odanın sağ tarafı biraz daha karanlık olsa da buradaki mermer tabut hemencecik göze çarpıyordu. Ortamın kahverengi ve gri tonlarına tezat oluştururmuş gibi bembeyazdı.

Sağ tarafından hafif bir öksürük sesi duyar gibi oldu. Orada birileri mi vardı? Sonra gözleri zemini taradı ve tam da karşılaşmayı umduğu şeyi gördü; kan!

“Oturun.” Lucien buz gibi bir sesle konuşmuştu.

Elrin otururlarken karanlıktaki ruhu hissetmeye çalıştı. Bu her kimse ruhu çok zayıftı, ölmek üzereydi. Merakı artmıştı. Orada kim vardı? Sol tarafa istemsiz bir bakış attığında Lucien’in bunu gördüğünü anlayarak pişman oldu.

“Dikkatinizi bana verin, önemsiz şeylere değil!”
Önemsiz mi? Yanımızda can çekişen biri var seni hasta herif!

“Peki efendim.” diyerek istemeyerekte olsa dikkatini Lucien’e yönetti. Onu kızdırmaya hiç yoktu.

Lucien parmak uçlarını birbirlerine dokundurup duruyordu, ortamda huzursuz bir beklenti havası vardı.

“Genç Eleyici, tapınağa geldiğinize göre kontratını tamamladığını varsayıyorum.” dedi Lucien. “Doğru mu?”
Bir anda Elrin’i heyecan bastı. Eğer bu  hileli bir soru değilse hiç kimse Merkez Şehir’de yaşananları bilmiyor demekti. Bir süre kedini sakinleştirmeye çalıştı.

“Evet efendim, Valen Dreth öldü.” dedi soğuk kanlı bir şekilde. Yanında Teinaava’nın ruhunun da gergin olduğunu hissedebiliyordu. Lucien’in tepkisi kaderleri etkileyecekti. Ve işin kötü kısmı Elrin bu herifin ruhunu okuyamıyordu.

“Gecenin Annesi ve Sithis seninle olsun Eleyici Elrin. Kardeşlik hizmetlerinden oldukça memnun.” dedi gülümseyerek. “Ve tabi ki sende Teinaava. Kardeşine yardım etmen, hem de bu yaralı (eliyle Argonian’nın yarasını işaret ederek) halinle.”

Elrin ve Teinaava hafifçe başlarını eğerek minnetlerini sundular. Merkez Şehri’nde yaşananlar bir süre daha sır olarak kalabilirdi. Ne var ki Elrin’in içinden bir ses sadece tebrik için burada olmadıkları söylüyordu. Lucien konuşmaya başladığında Elrin bu önsezisinin ne kadar doğru olduğu anlayacaktı.
“Siz güneydeyken burada, Cheydinhal’da hiç beklemediğimiz bir olay yaşadık. Bu yüzden geldiğinizde tedbir olarak kimliklerinizi doğrulamak istedim.”

“Efendim, anlamıyorum. Lütfen, bize açıklayın.” dedi Elrin.
“Evet, lütfen neden alıkonduğumuzu bize açıklayın efendim.” diye Teinaava da ona katıldı.
Lucien yüzünü buruşturdu. “Eleyici Elrin, bana Kardeşlik’in ikinci ilkesini söyler misin?”

Defalarca okuduğu ilkeleri karıştırmasına imkan yoktu. Şimdi karanlık bölgede can çekişenin neden orada olduğunu tahmin edebiliyordu.

“Asla Kardeşlik’e ihanet edip sırlarını paylaşma, yoksa Sithis’in öfkesini uyandırırsın.” dedi usulca.

Lucien gülümsedi. “Güzel, peki sen Teinaava, dördüncü ilkeyi hatırlatır mısın?”

“Asla Kardeşlik’ten çalma, yoksa Sithis’in öfkesini uyandırırsın.”

Şimdi herkesin gözleri odanın sol tarafındaydı. Lucien elinin zarif bir hareketiyle karanlığı kovdu.
Manzara korkunçtu. Kardeşlik’in büyücüsü Khajiit M’raaj-Dar ayak bileklerinden tavana asılmıştı. Kalın postunun her bir yanından kanlar yere damlıyor ve hemen altında minik bir kan göledi oluşturuyordu.

Tanınmayacak haldeydi, giysileri kan içindeydi. Elleri bağlanmıştı fakat işin kötüsü parmakları garip açılarla duruyordu. Elrin, parmakların tek tek kırıldığını fark etti. Khajiit’in maruz kaldığı işkencelerden en çok etkilenen yeri ise yüzüydü. Gözleri yerinde değildi. İki boş göz çukuru kurumuş kanla çevrelenmişti. Ama Khajiit inanılmaz bir şekilde hala nefes alıyordu.

“Efendim, M’raaj-Dar tam olarak ne yaptı?” diye sordu Elrin. Zorlukla konuşmuştu, çünkü midesinin boğazına dayandığını hissetmişti.
“Kardeşlik’e ait çok kıymetli bir nesne olan Altın Anahtarı çaldı.” dedi Lucien nefretle.
“Ne?” Teinaava kendine hakim olmamıştı. “Ama anahtar…”
” Gecenin Annesi’nin tapınağına giriş anahtarı, evet düşündüğün gibi Teinaava.”
“Ama nasıl olur, anahtarın yerini sadece siz konuşmacılar ve büyük Dinleyici bilir.”

Elrin olayın ciddiyetini kavramıştı. Yine de Dinleyici’nin ne demek olduğunu merak etmişti. Teinaava’nın saygılı hitap biçiminden yüksek bir seviye olduğu tahmin ediyordu.

“Vicente ve benim hatam.” dedi Lucien. “Yazışmalarımız da fazla dikkatsiz davrandık. Sinsi dostumuzda bu fırsatı değerlendirmiş.”
“Hala anlamıyorum efendim, M’raaj-Dar anahtarı ne yapacak ki?” diye sordu Teinaava. “Yani alıp satabileceği bir şey değil ki.”
“Bizde bunu merak ediyoruz.” dedi Lucien. Sonra M’raaj-Dar’a döndü:
“Konuş hain.” dedi en tehditkar haliyle. Elrin ürperdiğini hissetti.
“Be-bende değil.” M’raaj-Dar’ın sesi zayıftı, kırılgandı. Acılarla doluydu. Gördüğü işkenceler yaşamını sonlandırmak üzereydi.

“O kadarını biliyoruz. Altın Anahtar’ı kimin için çaldın?” Lucien yerinden kalktı ve haine yaklaştı.
Khajiit gülmeye başladı. O kadar garip bir kahkahaydı ki bu Elrin ilk başta ağladığını sanmıştı.
“Ne yapacaksınız?” diye sordu. “Ona ulaşamazsınız. Kimse ulaşamaz.”

Lucien belinden gümüş bir bıçak çıkardı. Sonra elleriyle Khajiit’in sol işaret parmağını tuttu. Bıçak parmağı elden kopardı ve M’raaj-Dar’ın ızdırap çığlıkları Vicente’nin odasının dört bir yanında çınladı.

Parmağı yere attı ve yüzüne fışkıran kanları cüppesinin yeniyle sildi. “Sen hele bir dene bakalım.”
M’raaj-Dar hızla soluk alıp veriyordu. Yerdeki kan gölü iyice genişlemişti. Dudakları kıpırdadığında Lucien’de dahil olmak üzere odadaki üç kişide birbirlerine korkuyla baktılar.

“Gri Tilki.”

Lucien hemen toparlandı ve yeniden haine döndü. Fakat M’raaj-Dar sessizlik anını fark etmişti. Acısına rağmen yine de kıs kıs güldü.

“Demiştim, ona ulaşamazsınız.”
“Tahmin etmiştim. İşte bu yüzden sizinle konuşmak istedim.” dedi Lucien. Elrin ile Teinaava’yı kastediyordu.
“Lonca bizim hakkımızda ne biliyor?” Lucien soruyu sorarken çömelmişti. Bıçağı hainin boğazının hemen dibindeydi.
“Herşeyi. Kara El hakkında ki her şeyi biliyorlar. Sadece Gri Tilki de değil, bütün Hırsızlar Loncası biliyor.”

“Bu her şey olmuyor.” diye atıldı Elrin. Lucien başını ona doğru çevirdi.
“Eleyici haklı, Karanlık Kardeşlik sadece Kara El’den oluşmaz.” dedi Lucien.
“Merak etmeyin, Lonca ile en son bir buçuk ay önce iletişime geçtim. Tapınakta ki herkesi biliyorlar. Hepinizden bahsettin.”

Kahkaha atma sırası Lucien’deydi.
“Yo hayır, birini atladın. Eğer gerçekten bir buçuk ay önce sırlarımızı sattıysan, onlara Elrin’den bahsetmiş olamazdın.”
“Bahsettim.” Khajiit telaşlanmıştı. “Anahtarı teslim ederken bahsettim.”
“Bence anahtarı çalmanın verdiği stres bunu unutmanı sağladı.”
“Ne fark eder ki? Sanki gidip anahtarı geri alacak.” dedi M’raaj-Dar alaycı bir tonla.
Lucien gözlerini M’raaj-Dar’ın göz çukurlarına iyice yaklaştırdı.

“Bilesin diye söylüyorum. Kardeşlik tarihinde daha önce hiç bir üye ilk kontratında iki terfi birden almadı. Genç Eleyici’mi küçümsedin M’raaj-Dar. Ve şimdi bunun cezasını bizi sattığın lonca çekecek.”

Lucien’in bıçağı Khajiit’in boynun etrafında kavis çizdi. M’raaj-Dar’ın başı bedeninden ayrıldı ve kendi kanının içine düştü.
                                                                           ***

Cyrodiil’in kuzeyi, Bruma

Gölge ayak dikkatli adımlarla merdivenleri inmeye başladı. Ses çıkartmak istemiyordu. Ne var ki merdivenlerin ortalarına geldiğinde bu çabasının boş olduğu ortaya çıktı. Onu bekleyen kişi aşağıdan sesleniyordu:

“Seni duydum evlat, kendini kanıtlamaya mı çalışıyorsun?”

Bozum olmuş bir biçimde merdivenleri indi. Burası Helvius’un yatak odasıydı. Merdivenlerin yanında çeşitli fıçılar istiflenmişti. Odanın orta yerindeki geniş  yatak ise ona yorgunluğunu hatırlattı. Yatağın yanındaki şöminenin üstündeyse akşam yemeği keyifle kaynamaktaydı.

Gölge-Ayak’ın bakışları şöminenin önünde, taburenin üzerinde oturan adama yöneldi. Pejmürde giyinmişti. Üzerindeki giysiler oldukça eski ve yıpranmıştı. Fakat temizdiler. Yüzünü gri bir maske ile gizlemişti. Maskenin ortasında mavi semboller vardı.

Gri Tilki ayağını kullanarak ikinci tabureyi hafifçe dürttü. “Gel otur bakalım, azcık laflayalım. Gerçi acıkmışsındır, kolay değil onca yoldan geldin.”
“Yok ben iyiyim, merak etmeyin.” dedi Gölge-Ayak taburesine otururken.
“Sen bilirsin genç adam.” dedi Gri Tilki gülerek. “Ben teklifimi yaptım.”
“Teşekkür ederim.” dedi Gölge-Ayak nazikçe. “Ama ben diğer teklifinizi daha bir merak ediyorum.”
“Teklif?” dedi Gri Tilki. Keyiflenmişti.
“Ülkenin en ünlü hırsızının beni sadece akşam yemeği için çağırdığını sanmıyorum.” diye karşılık verdi Gölge-Ayak. “Sizi dinliyorum Gri Tilki.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu