Gözlerini hafifçe aralamaya çalışan Ebru, başındaki buzu, ardından da buzun
önlemeye çalıştığı keskin ağrıyı hissedip gözlerini acıyla sıktı. Karanlık
odanın içinde bir tıkırtı duydu önce, birileri yanına yaklaşıyordu sessizce.
Kafası allak bullaktı.
“Ebru?”
Kulağına çalınan bu fısıltı, hafızasını yerine getirmişti. Serkan’ın sesiydi bu.
Yıllar sonra aniden çıkıp gelen Serkan’ın. Gözlerini açmadan bir süre öylece
kaldı. Sıcak bir el, eline dokundu birden. Hissettirmemeye çalışarak yanağını
okşadı. Gözlerini hafifçe araladığında, elini hızla geri çeken Serkan’ın korku
dolu bakışlarıyla karşılaştı. Etrafına baktı, sadece dışarıdaki sokak lambasının
aydınlattığı odada yattığı yatak ve Serkan’ın oturmakta olduğu sandalyeden başka
eşya yoktu. Bu odanın hangi eve ait olduğunu ve o evin nerede olduğunu, buraya
nasıl geldiğini bilmiyordu. Güçlükle hatırladığı en son şey, çalıştığı barın
sahibi Sinan’la tartıştığıydı. Tekrar Serkan’a baktı, kısa ve net bir soru sordu
her zamanki gibi:
“Neredeyiz?”
Serkan, gözlerini Ebru’nun gözlerinden hiç ayırmadan cevapladı.
“Benim yeni evimdeyiz.”
Demek Serkan yeni bir daire almıştı. Aklında daha onlarca soru vardı ama
başındaki şiddetli ağrı, doğru düzgün düşünmesine engel oluyordu. Acıyla tekrar
gerildi yüzü. Serkan, yerde duran bardağı ve avucundaki hapı uzattı sevecen bir
ifadeyle:
“Al iç bunu, ağrını hafifletir.”
Ebru, hapı alıp ağzına attı, ardından suyla beraber yuttu. Birkaç saniye sonra
ilaç etkisini göstermeye başladı. Zihni gittikçe açılıyordu.
“Bana ne oldu, hatırlamıyorum.” diye Serkan’a baktı soran gözlerle.
Serkan, güven verici bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Patronun sanırım seni işten kovdu, ben de evini bilmediğim için seni buraya
getirdim.”
Gözünün altında ve üstündeki sıyrıkları yeni farketmişti, istemsizce elini
uzatıp yüzüne dokundu Serkan’ın.
“Sen iyi misin?”
Serkan bir anda donup kalmıştı sanki, Ebru’nun sıcaklığını yüzünde
hissedebiliyordu. Birkaç saniyede toparlandı:
“Merak etme, iyiyim ben. Ama senin yeni bir iş araman gerekecek tahminimce.
Çünkü patronunla ve korumasıyla oynaşırken etrafı biraz dağıttık.”
“Mühim değil, zaten ayrılmak istiyordum. Bahane oldu böylece.”
Serkan, hayran gözlerle Ebru’ya bakıyordu. Gecenin karanlığında kaybolmaya aday
iki kahve çekirdeği gibiydi gözleri. Makyajla renklendirilmiş yanakları ve
kızıla boyanmış saçlarından geriye bir tek bu gözler kalmıştı eskiyi anımsatan.
Yıllar önce bu kahverengi gözlere dalıp saatlerce, bütün dertlerini unuttuğu
zamanları hatırladı birden Serkan. İçini yine aynı tuhaf huzur kapladı.
O zamanlar uzun kumral saçları ve solgun bir yüzü vardı Ebru’nun. Yanında
olmadığında, uzakta olduğunda Serkan’ın tek düşündüğü, bu uzun boylu, kumral,
endamlı, solgun beyaz tenli, dünyadaki bütün güzellikleri kıskandıracak bir
güzelliğe sahip kızı ne kadar sevdiği, onun için neleri yapıp nelerden
vazgeçebileceğiydi. Küçücük bir gülümsemesini tekrar görebilmek için defalarca
kez ölebilirdi mesela. Ya da onu sadece uzaktan birkaç saniyeliğine görebilmek
için yemeden içmeden kesilip sokağında, kaldırımlarda saatlerce, hatta günlerce
bekleyebilirdi umutla.
Ebru, hafifçe doğrulup oturduğunda Serkan için şimdiki zamana dönme vakti
gelmişti.
“Aç mısın Ebru? Bezelye var, az önce pişirdim.”
Serkan Ebru’nun bezelyeye hayır demeyeceğini biliyordu. Ama Ebru’nun
gözlerindeki şaşkınlık, bezelyeden değil, Serkan’ın yemek pişirmesinden
kaynaklanıyordu.
“Sen yemek mi yaptın?” diye sordu Ebru kocaman açtığı gözleriyle.
Serkan gülerek cevapladı:
“Eh, eğer yiyebilirsek adı öyle olacak. Pek beceremem de.”
Yavaşça yerinden kalkan Ebru, Serkan’ın rehberliğinde genişçe bir salondan geçip
oturma odasına benzeyen bir odaya girdi. Bir gümüşlük, bir yemek masası, bir
televizyon, bir bilgisayar, birkaç sandalye ve bir kanepe vardı koca odada.
Serkan biraz utanarak:
“Kusura bakma ev daha yeni olduğu için eşya almaya fırsatım olmadı. Zaten
İstanbul’a yeni geldim.”
Ebru etrafa bakınırken her yerin tertemiz olmasını takdir etti. Az eşya vardı
ama hoş bir görüntüye sahipti oturma odası. Masanın etrafındaki sandalyelerden
birini gösteren Serkan:
“Sen geç otur, ben yemeği getireyim.” dedi.
Ebru bunu reddetti:
“Olur mu canım, ben de birkaç şey taşıyayım, sana yardım etmiş olurum hem.”
diyerek koridorda yürürken gördüğü mutfağa ilerledi Serkan’la birlikte.
Mutfak nazaran daha doluydu: buzdolabı, bulaşık makinesi, ocak, fırın, büyükçe
bir tezgâh, plastik bir masa ve sandalye. Ocaktaki tencereyi ve ekmeği alan
Serkan, Ebru’ya tabakların ve çatal bıçağın yerini gösterdi. Birlikte tekrar
oturma odasına dönüp masayı hazırladılar. Karşılıklı oturup yemeğe başladılar.
“Nefis olmuş, ellerine sağlık.” dedi Ebru kendisine hayran gözlerle bakan
Serkan’a.
Serkan biraz utanarak başını öne eğdi:
“Şu anda bilincin yerinde olmadığı için böyle diyorsun.” diye geçiştirmeye
çalıştı. Övülmekten ve övünmekten oldu olası hoşlanmamıştı.
Yemek boyunca neler yapmak istediklerini, buna rağmen neler yaptıklarını
konuştular, yani ayrı geçirdikleri dokuz yılı. Yemek bitince Serkan masadakileri
toplarken Ebru da kahve yaptı. Ebru kanepeye, Serkan da bir sandalye çekip tam
karşısına oturdu. Kahveden bir yudum alan Serkan, bu kahveyi ne kadar özlediğini
fark etti. Ebru mükemmel kahve yapardı.
“Peki Serkan Bey, söyleyin bakalım. Bunca yıl sonra sizi tekrar İstanbul’a,
özellikle Dağdelen’e getiren nedir?”
Ebru’nun böylesine cesur bir soru sorması, Serkan’ı bir an şaşırtmıştı şüphesiz.
Ama o bunun fazla üstünde durmadan cevap verdi:
“Çocukluk hayalimi gerçekleştirmek.”
Ebru bir an anımsamaya çalıştı. Serkan hatırlamadığını düşünüyordu ama Ebru
ortak hayallerini unutmamıştı:
“Yoksa açıyor musun kafeyi?”
Serkan’ın yüzüne kocaman sevimli bir gülümseme kondu. Böyle gülümsediğinde
gözleri kayboluyordu hep:
“Unutmadın demek!”
Ebru Serkan’ın bu sevincine pek anlam veremedi ama yine de güldü:
“Unutur muyum hiç.”
“Tamam o zaman, sana bir iş teklifi yapayım.”
Ebru Serkan’ın ne diyeceğini adı gibi biliyordu ama yine de sordu:
“Neymiş bu iş teklifi?”
Serkan, ilk uçurtmasını uçuran heyecanlı bir çocuk gibi karşılık verdi:
“Bizim kafede çalışmanı istiyorum.”
“Ne olarak?”
“Müdür olarak.”
Ebru biraz düşündü:
“Ne müdürü yahu?”
“Sermayeyi ben veririm, mekânı sen işletirsin, karı paylaşırız. Ne dersin?”
“Düşünmem lazım.”“Nasıl buradaydı ya?”
Ekrem ve Burcu’nun şaşkınlıktan kocaman açılmış gözleri, neşeyle gülümseyen
Serkan’a dönüktü. Serkan, daha önce Ekrem’in bile hiç duymadığı neşeli bir
sesle:
“Çalıştığı yeri öğrendim, sonra da küçük bir ziyarette bulundum. Bir tatsızlık
oldu, buraya getirmem gerekti. Beraber yemek yedik. Öyle işte…”
Burcu, Serkan’ın parlayan gözlerine, ardından Ekrem’e baktı:
“Uçmuş bu yahu.”
Gülüştüler. Ekrem:
“Peki ne konuştunuz?”
Serkan, bir yemek masasına, bir Ekrem’e baktı:
“Neler yaptığını anlattı, sonra ben ona neler yaptığımı anlattım. Bir de iş
teklifinde bulundum, bizimle kafede çalışması için.”
Burcu sevinçle zıpladı:
“Heeyt be süper olur! Gelecek mi bari?”
Serkan’ın yüzüne birden bir gölge düştü:
“Belli değil, düşünmek için biraz zaman istedi.”
Şimdi üçü de durgunlaşmıştı, Burcu:
“Daha neyini düşünecek yahu? Gelsin işte bak burada boş daireniz de var bir
sürü.”
“Bilmiyorum Burcu, bilmiyorum…”
Vakit öğleye geliyordu. Serkan, Ekrem’ kaş göz işareti yaparak dışarı çıktı.
Ekrem de Burcu’yu salonda bırakıp Serkan’ın yanına, koridora geldi.
“Hayırdır moruk, bir durum mu var?”
Serkan, koridordaki portmantonun aynasından kendine bakarak cevapladı:
“Ben Sıdo’yla konuşmaya gideceğim. Haber vereyim dedim.”
Ekrem, istemeden ses tonunu yükselterek:
“Ne konuşacaksın oğlum şerefsizle, kaç kişi var belli değil, tek başına ne işin
var orada?”
Serkan ise gayet sakin ve kararlı görünüyordu:
“Ekrem, sen de çok iyi biliyorsun ki bu böyle gitmez. Ne yapacağız yani, her gün
milletin önünde pat pat adam mı döveceğiz?”
Ekrem de bir an düşündü, gerçekten de bu işin sonu yok gibi görünüyordu. Her ne
kadar macerayı ve hareketi sevse de sevdiklerini düşünmek zorundaydı. Burcu
vardı artık, kendisi için değilse bile, onun için tehlikeden uzak durmalıydı
biraz da olsa.
“Tamam da Seko, ne konuşacaksın ben onu anlamadım?”
Serkan, aynadaki suretine baktı tekrar:
“Bilmiyorum Ekrem, gidince duruma göre bakacağım.”
Ekrem, Serkan için endişeleniyordu. Bilmedikleri bir mekâna kendisi olmadan
gitmesini istemiyordu, belki tek başına halledebilecek yetenekteydi Serkan, ama
bugüne kadar her şeyi beraber yapmışlardı. Bu olayda da yanında olmak istiyordu:
“Ben de geleyim o zaman.”
Serkan, sadece onun anlayabileceği bir bakış attı Ekrem’e.
“Sen burada kalıp işleri ayarla, en kısa sürede açalım şu kafeyi de sallantıya
gelmesin.”
Serkan’ın yüzündeki ifadeyi iyi tanıyan Ekrem, ne derse desin kararından
dönmeyeceğini anlamıştı.
“Peki.” demekle yetindi.
Serkan, yatak odasına geçip üstünü değiştirdi. Kendisini sevmeyen birinin
yanına, ona malzeme çıkaracak şekilde gitmek istemiyordu. Dolapta en kenarda
duran açık mavi keten gömleğini ve bej rengi pantolonunu giydi. Saçlarını,
sadece önemli bir yere gittiğinde yaptığı gibi jöleleyip taradı. Üstünü başını
özenle kontrol edip gömleğinin yakalarını düzeltti.
Tekrar salona döndüğünde, Burcu ile Ekrem televizyon izliyordu. Burcu, Serkan’ı
ilk defa gömlek ve kumaş pantolonla görüyordu:
“Hayret Serkan, sen böyle klasik giyinir miydin?”
Serkan, üzerindeki gerginliği Burcu’ya hissettirmemeye çalışarak gülümsedi:
“Bütün eşofmanlarım çamaşırda ne yapayım!”
Ardından:
“Allahaısmarladık…” diyerek dış kapıya yöneldi, eski bir hesaplaşmanın yeni
yüzünü görmek için…Serkan, büyük, deri kaplamalı bir kapıdan içeri girdiğinde, ceviz rengi oval
masanın arkasında oturan adam, yerinden kalkmadan kendisine baktı. Serkan da bu
esnada koltuğa iyice yayılmış olan, kirli sakallı, gür siyah saçlı, buğday tenli
adamı süzüyordu. Yıllar, kirli sakalı ve açık, kıllı bağrı hariç pek
değiştirmemişti Sıddık’ı. Gitmeden önce Serkan’ın kaşının üstünde bıraktığı
hatıra da aynı yerindeydi.
Yavaş adımlarla yaklaşıp masanın önündeki koltuklardan birine oturan Serkan,
Sıddık’la göz temasını hiç kesmiyordu. Bir süre sessizce birbirlerine baktılar.
Sonunda Sıddık:
“Bir şey içer misin?” diye sordu sessizliği bozan sert sesiyle.
Serkan, hiç bozuntuya vermeden:
“Gazoz alayım varsa.” dedi sakin bir sesle.
Sıddık, masanın kenarındaki diyafona bir çay ve bir gazoz sipariş ettikten
sonra, Serkan’a döndü tekrar. Sessizliği bozan bu kez Serkan oldu:
“İşler nasıl Sıddık?”
“İdare eder.”
Serkan, bodoslama konuya girme niyetindeydi:
“Bak Sıddık, benim şu an seninle hiçbir husumetim yok, iki gündür adamların
rahat bırakmadı bizi. Bunu görmezden geleceğim, eğer bir daha beni veya bu
mahalledeki her hangi birini rahatsız etmeyeceğine söz verirsen.”
Serkan’ın yüzündeki sakin ifade, ciddi ve otoriter bir şekle bürünmüştü. Sıddık
yüksek sesli ve rahatsız edecek kadar alaycı bir kahkaha attı:
“Sen kim oluyorsun?”
Serkan ifadesini koruyarak:
“Kaşının az üstüne baktığımda kim olduğumu görebiliyorum.” diye yanıtladı.
Sıddık birden kıpkırmızı olup masayı yumrukladı. O da ciddileşmişti:
“Keskin, sana şu anda seni çok severim desem buna inanmayacağını biliyorum çünkü
senden hiç hoşlanmıyorum. Bu mahalleyle ilgili büyük projelerim var ve kimsenin
buna mani olmasına izin vermem. Hele yıllar sonra ortaya çıkıp mahalleyi
sahiplenmeye çalışan eski bir serserinin.”
Sıddık’ın konuşmasını dikkatle dinleyen Serkan, son cümleyi duyunca araya girme
ihtiyacı hissetti:
“Benim mahalleyi sahiplendiğim falan yok, sen işine bakabilirsin ama adamların
yolun ortasında yaşlı bir amcayı dövmeye kalkarsa ben buna müdahale ederim ve
değil seni, kralını tanımam.”
Yine sessizlik. Masanın iki ucunda, biri her ne kadar belli etmese de ikisi de
limitine kadar öfke dolu iki adam, sert bakışlarla birbirini kesiyordu. Serkan
bir süre sonra bakışlarını odanın etrafında dolaştırıp:
“Burada güzel bir mekân açmışsın, burayı işlet ve helal para kazan. Dışarıda,
zaten kazandığıyla kendi zor geçinen adamın üç kuruş parasına göz dikme. Eğer
paraya bu esnaftan haraç kesecek kadar ihtiyacın varsa, sen söyle miktarı ben
her ay sana vereyim.
Sıddık bir şey söyleyecek gibi oldu ama Serkan kesmeden devam etti:
“Ha eğer ki derdin otorite kurmaksa burada yaşayanlar zaten kim başımıza geçse
de ondan korksak diye bakınan insanlar. Bunun yanı sıra ben de senin büyüklüğünü
tanırım, eğer gerçek bir büyüklük gösterip bu ikinci sınıf mafya takıntılarını
bırakır, mahalleliye ve esnafa faydalı bir ‘ağabey’ olursan.”
Ardından oturduğu yerden kalkıp kapıya yöneldi. Sıddık şaşkınlıktan yarıya kadar
açılmış ağzıyla Serkan’a bakıyordu. Serkan arkasına dönüp gülümseyerek:
“Bu dediklerimi bir düşün, unutma ki seninle bir problemim yok. Hatta seni
dostum olarak görmeyi de çok isterim, ama bu halinle değil.” dedi ve tekrar
kapıya dönüp dışarı çıktı.Ekrem, önünde parkeden cipin arka kapısını açıp kolilerden birkaçını aldı.
Serkan da araçtan inip arka taraftan kalanları aldı. Neşe içinde camları yarıya
kadar filmlenmiş, içinde koyu kiraz rengi masalar ve sandalyeler olan dükkâna
girdiler. Kucakladıkları eşyaları arka taraftaki bölmeye götürüp bıraktılar. Bu
sırada Burcu da masaları ve sandalyeleri düzenliyordu:
“Baylar bir saniye bakar mısınız?” diye çağırdı ikiliyi.
Serkan ve Ekrem geldiklerinde Burcu’nun baktığı doğrultudan masalara ve
sandalyelere baktı. Burcu, yüzünde pek ikna olmamış bir ifadeyle sordu:
“Sizce böyle iyi oldu mu masaların düzeni?”
Masalar aralarından bir kişi geçebilecek şekilde muntazaman dizilmişti, girişin
önü açık bırakılmış, tezgâhın hemen yanına bir iki tane masa eklenmişti.
Sandalyeler de küçük masalarda ikişerli, büyüklerinde dörderli konmuştu. Ayrıca
girişe göre sol taraftaki duvarın boyuna kalan sandalyeler yedek olarak
konmuştu. Serkan bu düzeni pek beğendi, Ekrem de öyle.
Birden, çocukluk hayallerinin gerçekleşmiş olmasının sevincini hissettiler aynı
anda. Birbirlerine bakıp gülümsediler:
“Bence harika olmuş, ellerine sağlık.” diye teşekkür etti Ekrem. Serkan:
“Bence de.” diyerek tasdikledi.
Burcu, yaptığı işin beğenilmesinden duyduğu hazla:
“Ay çok teşekkür ederim çocuklar.” diye miyavlar gibi karşılık verdi.
Ekrem, bunun ardından Serkan’a sordu:
“Ebru’dan bir haber var mı?”
Serkan’ın gülen gözleri bulutlandı birden. Ebru’yu evinde ağırlamasının üstünden
bir haftadan fazla zaman geçmişti ama bir daha haber alamamıştı. Birkaç defa
arayacak olmuştu ama sonra fazla üstüne gitmemeye karar verip vazgeçmişti. Her
dakika, her saniye belki gelir diye gözleri sürekli açık duran kapıdaydı.
“Hayır.” dedi sadece kapıya bakarak.
Burcu, çekingen bir tavırla sordu:
“Acaba ben bir gidip konuşsam?”
Ama Serkan kesin bir ifadeyle yanıtladı:
“Biz onu hiçbir şeye zorlayamayız, gelmek isterse gelir, istemezse gelmez.
Herkes eski sözlerine ve eski hislerine bizim kadar bağlı olmak zorunda değil.”
Sitem dolu bu sözler üçünü de hüzünlendirmişti. Serkan’ın durumu malumdu zaten,
Burcu ve Ekrem de onu böylesine mutsuz ve hayal kırıklığına uğramış görmekten
dolayı üzüntü duyuyordu. Özellikle Ekrem, yıllar sonra ilk kez böylesine
mutluluğu yakalamışken, can dostunu bu halde görmeye dayanamıyordu. Serkan’ın
ışığı sönmüş gözlerine bir kez daha bakan Ekrem’in aklında tehlikeli bir düşünce
belirdi birden.
Ekrem’in bakışlarından kendi kendine hesaplar yaptığını anlayan Serkan,
gülümsemeye çalışarak sordu:
“Ne düşünüyorsun lan sinsi herif!”
Ekrem, Burcu’yu yanağından öptü. Serkan’a:
“Benim biraz işim var gitmem lazım, sonra görüşürüz.” diyerek kapıya yöneldi.
Serkan, ruh halinden dolayı olsa gerek, Ekrem’in nereye gittiğini hiç
önemsemedi. Kafası zaten bir dünya doluydu, doğru düzgün düşünemiyordu bile. Laf
olsun diye arkasından seslendi:
“Geç kalma daha seninle konuşacaklarım var.”
Ekrem meraklansa da aklındaki işi bir an önce halledebilmek için:
“Tamam gecikmem.” diyerek yola koyuldu.Ekrem, cebinden çıkardığı paketten bir sigara alıp yaktı. Cam masanın diğer
ucunda oturan, lacivert çizgili siyah takım elbise giymiş, şık görünümlü adama
da uzattı. Karanlık bir konumda oturan adam, paketten bir sigara alıp ağzına
götürdü, Ekrem işlemeli gümüş çakmağıyla sigarayı yakmasına yardım etti. Yaşlı
adam, derin bir nefes çekti, bir iki kez öksürüp boğazını temizledikten sonra:
“Demek sonunda İstanbul’a gelmeye karar verdiniz.” dedi hırıltılı bir sesle.
Ekrem, derin bir nefes çekip camdan kararan havaya baktı.
“Öyle gerekti.”
Yaşlı adam gülecek oldu ama girdiği öksürük krizi, buna engel oldu. Ekrem, adam
iki büklüm ciğerlerini ahşap zemine çıkarmamaya gayret ederken, bir an elindeki
sigaraya bakıp yüzünü ekşitti. Birkaç saniye sonra yaşlı adam kaldığı yerden
devam etti gülmesine. Ekrem’in yüzündeki telaşlı ifadeyi o da fark etmişti.
“Anladığım kadarıyla acelen var?” dedi soran gözlerle.
Ekrem, bir kolunu masaya dayamış, sol bacağını topuktan aşağı yukarı titreterek
cevap verdi:
“Eh biraz. Bu nedenle şu işi halledelim, başka zaman ziyaretine gelince bol bol
sohbet ederiz.”
Yaşlı adamın kırış kırış yüzünde, Ekrem’i tedirgin eden, huzurlu ve sevecen bir
ifade vardı. Solmuş dudaklarını iki yana yayarak gülümsedi:
“Evlat, istediğin kızı bulduk, Bahçelievler Yayla’da oturuyor. Merak ettiğim
ise, seni bizzat benden yardım istemeye itecek kadar önemi nedir bu kızın?”
Ekrem, gözlerini karşı sahilden ayırmadan cevapladı:
“Eski bir dostuma yardım etmem lazım.”
İhtiyar adam, Ekrem’i iyi tanıyordu ve anlatmak istemediği zaman üstelemenin işe
yaramayacağını biliyordu. Yine aynı rahatsız edici sevecen tavrıyla:
“Tamam evlat öyle olsun bakalım. Bu iyiliğimi unutmazsın inşallah.” diyerek
yavaşça masadan kalktı. Cebinden çıkardığı kartı masanın üstüne bırakıp, yavan
bir ‘hoşça kal’ diyerek cevap beklemeden restoranın kapısına yöneldi.
İhtiyar, restorandan çıkıp lüks otomobiline binerek uzaklaşınca, Ekrem masadaki
kartı alıp arkasındaki adrese baktı. Aklında ise ihtiyarın manidar sözleri
vardı:
“Bu iyiliğimi unutmazsın inşallah.”
Gerçi ona telefon etmeden biliyordu bunun olacağını, ama herhangi birini bir
saat içinde bulabilecek başkasını tanımıyordu İstanbul’da. Küçüklüğünden beri
kendisinde en sevmediği huyu buydu Ekrem’in, bir işi kafasına koyduğunda
bitirmeden rahat etmiyordu. Bugün bir şey yapmaya karar verdiğinde iş yarına
hallolmazsa rahatsız oluyordu.
Bu nedenle işi düşmüştü Kudret Bey’e. İzmir’de yaptıkları bir araştırma sonucu
tesadüfen varlığını öğrendiği, fakat yaptığı iş yüzünden asla kabullenmediği öz
babasına…
Fakat şimdilik bunu düşünecek vakti yoktu. Gece olmadan bu işi halledip eve
Ebru’yla birlikte dönmek istiyordu. Hemen hesabı ödeyip masadan kalktı. Açık
krem ceketini giyip lüks restorandan çıktı. Cip gelir gelmez valeye bahşişini
verip araca bindi.
Görkemli lüks cipi restoranın geniş bahçesinden çıkarıp sahil yolunda güneşin
battığı yöne doğru sürmeye başladı. Bir yandan da Ebru’yu görünce neler
söyleyeceğini, nasıl ikna edeceğini düşünüyordu. Öz babasıyla aynı şehirde
yaşamaya başlayacak olmasını ve bunun doğuracağı sonuçları şimdilik ikinci plana
atmıştı…