Kayıp Yıllar: Bölüm-5
Açılalı henüz bir hafta olmasına rağmen Kafein’de işler çok iyi gidiyordu.
Neredeyse semtin bütün gençleri bu mekâna gelmeye başlamışlardı. Kaliteli
malzemeyle yapılan içecekleri uygun fiyata sıcak bir gülümsemeyle sunan Serkan,
Ekrem, Ebru ve Sıddık; müşteri memnuniyetini en üst seviyede tutmaya
çalışıyordu. Evet, Sıddık bilardo salonunu kapatıp hemen satmış, Kafein’e ortak
olmuştu! Bu sayede herkese değiştiğini ispatlamayı düşünüyordu.
Yıllarca kendisinden korkarak yaşayan semt sakinleri de, Sıddık’ın bu güler
yüzlü ve nazik halini hemen benimsemişlerdi. Gencinden yaşlısına, fakirinden
zenginine her kesimden insan, bu sıcak ortamı adeta ikinci adresleri olarak
kullanıyorlardı.
Yine de Serkan temkinli davranmaya özen gösteriyordu. Açılalı bir hafta olmuştu
fakat hiçbir aksilik yoktu, bu da Serkan’ı oldukça rahatsız ediyordu. Sürekli
zorluklarla mücadele etmeye alışkın olan Serkan, bu yaşam şekline pek ayak
uyduramamıştı anlaşılan.
Diğer yandan gerek Serkan, gerek Ekrem, gerekse Sıddık, kapalı kapılar arkasında
Dağdelen için planlar yapan ‘büyük’ adamlardan gelecek tepkiyi beklemekteydiler.
Karşılarına aldıkları kişilerin kim olduğunu Sıddık bile tam olarak bilmiyordu,
bir iki kez telefonda konuşmuştu sadece. Bu nedenle üçü de tetikte, karşı
tarafın yüzünü aydınlatacak bir hamlenin gelmesini bekliyordu. Şu ana kadar
herhangi bir işaret gelmemişti, ama üçü de bu kadar önem taşıyan bir işin sonunu
getirmeden bırakmayacaklarını biliyordu.
Ekrem, diğer ikisine göre biraz daha kararsızdı. Girdikleri yolun sonu belli
değildi, bu iş bir yerden birilerini kurtarmaya benzemezdi. İşin içine
uyuşturucu girince durum ciddileşiyordu. Hem de ne uyuşturucu! Bunca zaman sonra
tam mutluluğu yakalamışken yine acı çekmekten korkuyordu Ekrem. Artık arkasından
ağlayacak biri vardı, bu da onun tehlikeye atılırken çelişkiye düşmesine neden
oluyordu. Her şeyi bir bakışta anlayan Serkan, nedense Ekrem’in bu çıkmazını
göremiyordu. Onu da kendisi gibi maceraya hazır halde heyecanla beklediğini
zannediyor olmalıydı.
Sıddık ise bulutların üzerindeydi sanki. Hiçbir şey düşünmüyor, kimseden
korkmuyordu. Yıllardır aradığı iç huzuru ve mutluluğu bulmuştu en sonunda.
Etrafında kendisinden korktuğu için değil, gerçekten hak ettiğini düşündükleri
için ona saygı gösteren insanlar vardı. Kimseye kötülük yapması için kimseden
emir almıyordu artık. En güzeli de; etrafında keskin bakışlar ve ciddi suratlar
dolaşmıyordu, herkes gülümsüyordu. Bazen kendisini bir rüyanın tam ortasında
gibi hissediyordu, hiç uyanmak istemediği bir rüyanın…
Serkan, büyük macera adamı, bilge kişi, mahallenin Robin Hood’u. Kişiliğini,
yaptıklarını, karşılığında aldıklarını, bundan sonra yapması gerekeni, kaderini
sorguluyordu mütemadiyen. Bunca zaman boyunca hep iyinin ve muhtaç olanların
yanında yer almış, haksızlıklara elinden geldiğince karşı koymuş, kimsenin
hakkını kimseye yedirmemişti. Ama nereye kadar?
Acaba gerçekten de doğru olanı mı yapıyordu? Bunca sene yaptığı iyiliklerin
kendisine gerçek anlamda ne faydası dokunmuştu? Ya da faydadan ziyade, yaptığı
şey gerçekten de ‘iyilik’ miydi? Başkalarının hayatlarına ve kararlarına
karışmak ne derece doğruydu? Eğer hayatta istediği tek şeyi elde edemiyorsa,
bunca uğraşın amacı ne olabilirdi? Sevdiği, kavuşmak istediği tek şeye, aşkına
layık olmak için daha ne kadar iyi olması gerekiyordu? Ya da gerçekten de ‘iyi’
olmak her şeye yeter miydi?
Bunları düşündükçe kafası allak bullak oluyor, bunuysa mümkün olduğu kadar
diğerlerine hissettirmemeye çalışıyordu. Her ne kadar ilk başta umursamaz
görünse de, çok değil, bir iki gün sonra iyice içine işlemişti Ebru’nun aldığı
kararın verdiği üzüntü. Aslında tam olarak neye üzülmesi gerektiğini bile
bilmiyordu, Ebru’nun başka birini seçmiş olması mıydı üzücü olan? Yoksa Serkan’ı
seçmemiş olması mıydı? Serkan’ın kafası gerçekten de çok karışıktı.
Bilinmezlerin içinden çıkmak için çabaladıkça daha dibe batıyordu. Bu nedenle
yay gibi kaşları sürekli kalkık bir vaziyette, gözleri hep yerde bir şeyler
arıyormuş gibi geziyordu. Ne kadar gizlemeye çalışsa da bazen Ekrem durumu
anlayıp ne olduğunu soruyordu. Serkan da birkaç kaçamak cevapla durumu
geçiştiriyordu. Başlarındaki püsküllü belayı düşünecek vakti bile olmamıştı.
Acaba karşı tarafın tavrı ne olacaktı? Yeni bir piyon mu süreceklerdi oyuna,
yoksa toplu bir temizlik mi vardı kafalarında?
Serkan düşündükçe boğulacak gibi hissediyordu. Biraz temiz hava almak için
dışarı çıkmaya karar verdi. Ekrem’e tezgâha geçmesini söyledi. Önlüğünü çıkarıp
Sıddık’a gülümseyen bir bakış attıktan sonra kafenin cam kapısından dışarı
çıktı. Saat öğleye geliyordu ve ortalığı kavruluyordu. İlk başta tentenin
üstünden vuran güneş, gözlerini kamaştırdı. Cebinden çıkardığı mavi güneş
gözlüğünü takıp etrafa bakındı. Az ötedeki üstü açık kırmızı spor arabasına
binip teybin sesini açtı. Eskilerden hoş bir şarkı çalıyordu radyoda. Gözlerini
kapatıp başını arkaya attı. Öylece kalıp şarkıyı dinledi bir süre. Derin
nefeslerle iç çekti. Arabaya birinin yaklaştığını hissedip aniden doğruldu.
Soluna baktığında ürperdi birden. Bütün hücrelerinin titrediğini hissetti. Hemen
yanında, elini arabanın kapısına yaslamış kendisine bakan kişi Ebru’ydu. Hem de
kumral saçıyla, abartılı olmayan makyajıyla, Serkan’ın hep hatırlamak istediği
Ebru!Vakit akşama yaklaşmıştı. Sıddık tezgâhta içecekleri hazırlıyor, Ekrem ve
Burcu masalarla ilgileniyordu. Üçü de aynı zamanda göz ucuyla Serkan ve Ebru’nun
hararetli konuşmasını takip ediyordu.
Ebru, ilk kez duydukları sert ve sitemkâr bir sesle:
“Yani bunca yıl sonra gelip ne kadar mükemmel olduğunu ve benim ne kadar berbat
bir hayat yaşadığımı mı anlatmak istiyorsun bana?” diye sordu.
Serkan, önce bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp vazgeçti. Ardından sesini, sadece
Ebru’nun duyacağı kadar alçaltarak konuşmaya başladı:
“Sen ne diyorsun Ebru?”
Öyle hazin bir ifade vardı ki Serkan’ın yüzünde, Ebru bir an duraksayıp
söylediklerini tekrar düşündü. Serkan, gözlerini kısmış Ebru’ya bakıyordu:
“Ben mi mükemmelim? Ebru ben sana bir saattir boşa konuşmuşum. Benim hayatım
mükemmel değil Ebru. Benim hayatım, hatalardan ve onları düzeltmeye çalışırken
yapılan daha büyük hatalardan ibaret. Karşında bir katil duruyor Ebru!”
‘Katil’ kelimesi Ebru’nun içini ürpertti.
“Aklı her şeye yeterken, doğru ile yanlışı ayırt edebilecek haldeyken, intikam
için adam öldürmüş bir katil.”
Ebru, yıllar önce bir gece vakti yaşadığı dehşeti hatırlayıp:
“Ama…” diyecek oldu fakat Serkan sözüne devam etti:
“Aması yok Ebru. O adam aşağılık bir hırsızdı belki, ama hiçbir dinde ve hiçbir
hukukta hırsızlığın cezası ölüm değil. Ben büyük bir hata yaptım ve bunun vicdan
azabını yıllardır çekiyorum. Her gece yattığımda aklıma öldürdüğüm adam geliyor.
Acaba ailesi var mıydı? Varsa şimdi ne haldeler? Ben bu kadar rahat bir hayat
sürdürürken onlar aç mı tok mu bunu bile bilmiyorum!
Bu olaydan sonra vicdanımı rahatlatmak için insanlara faydalı olmaya çalıştım.
Ama bunun sebebi yardımsever biri olmam değildi. Sadece kendim için, vicdanımı
rahatlatmak için yaptım her şeyi. Ve yine hatalar art arda geldi. Bir tarafı
kurtarmaya çalışırken diğer tarafı yok ettim. Zarar verdiğim herkes, birilerinin
evladı, birilerinin kocası, birilerinin de babasıydı. Şimdi bunları düşünmek
bile tüylerimi diken diken ediyor. Ben iyi biri bile değilim, anlıyorsun değil
mi?”
Ebru, gözleri dolan Serkan’a aynı şekilde nemli gözlerle bakıyordu. Serkan’ın bu
kadar aciz olduğunu, bu kadar acı çektiğini bilmiyordu.
“Serkan…” dedi titrek bir sesle. Elini Serkan’ın yanağına koydu. Bir süre öylece
kaldılar. Fakat Serkan birden kendini geri çekti. Gözlerini kaçırıp başını öne
eğerek:
“Bunları seni etkilemek için anlatmadım. Sadece içimi dökebileceğim birine
ihtiyacım vardı. Unutma ki sen evleniyorsun. Madem bir karar vermişsin, seçimini
yapmışsın, artık seninle görüşmesek daha iyi olur. Kafanı bulandırmak istemem.”
Ebru’nun içine, nedeni belirsiz bir acı çöktü:
“Ama ben senin arkadaşım olarak kalmanı istiyorum.”
Serkan ise buna şiddetle karşı çıktı:
“Ne arkadaşı Ebru, çocuk musun sen? Ben seni kimseyle paylaşamam. Senin
kararsızlığının acısını ben çekemem. Ne yani; sen, ben, bir de kocan hafta sonu
pikniğe mi gideceğiz? Hangi arkadaşlıktan bahsediyorsun?
O defteri imzaladığında benim için bir ölüden farkın kalmayacak. Seni başkasının
kolunda görmeye dayanamam anla beni. Ömrüm boyunca sadece seni sevdim ben, sen
başkasına gidiyorsan, boşa yaşamışım demektir. Önemli değil, acımı içime gömer
yine yaşarım. Senin saçını bir kez okşamak, sana b,ir kerecik sarılmak bile bir
ömre değer. Ama karşımda bir başkasını seçmiş halde durmanı ben bile
kaldıramam.”
Serkan heyecanla içindekileri anlatırken, dikkatini yolun karşısına park etmeye
çalışan geniş kasa siyah bir Mercedes çekti. Sesinin tonu hemen o ciddi haline
döndü, istemsizce kolunu tuttuğu Ebru’ya, etraftaki müşterilere bakarak:
“Arka taraftaki yazıhaneye geç.” dedi kısaca.
Eliyle gideceği yeri gösterip Sıddık’ın yanına yürüdü.
Ebru hiçbir şey anlamamasının yanında fazlasıyla şaşkındı. Serkan’ın
konuştukları kafasını iyice karıştırmıştı. Arkasını dönüp sokağa baktığında, her
şey normal görünüyordu. Yine de bu durumlarda Serkan’ı dinlemesi gerektiğini iyi
biliyordu. Masadan kalkıp sakin adımlarla Serkan’ın işaret ettiği yöne gidip,
deri kaplı bir kapıdan yazıhaneye ulaştı. Birkaç saniye sonra Burcu da yanına
gelip durumu anlatmaya başladı. Ekrem’in gür sesi çalındı bu esnada kulaklarına:
“Sayın müşterilerimiz, özür dileyerek çok acil mekânı kapatmamız gerektiğini
söylemek durumundayım. Bugünkü hesaplar ikramımızdır. Yalnız hızlı bir şekilde
sizleri uğurlayabilirsek bize yardımcı olursunuz.”
Zaten içeride fazla müşteri yoktu. Olanların da hepsi tanıdıktı. Gençlerden
birkaçı Ekrem’in yanına yaklaşıp:
“Ekrem ağabey, bir durum varsa kalıp yardım edelim.” diyecek oldu ama Ekrem
sakin bir tavırla gülümseyerek:
“Sağ olun arkadaşlar, yalnız öyle bir durum yok. Sadece acil bir iş çıktı.”
karşılığını verince sessizce mekânı terk ettiler.
Herkes çıktıktan sonra Serkan tekrar dışarı baktı. Yolun diğer tarafına, az önce
park edenin on-on beş metre uzağına ikinci bir araç daha gelmişti. Camları
filmlenmiş olduğundan Serkan içindekileri göremiyordu. Aynı şekilde kafenin de
camlarına film çekilmişti ve bu durumu eşitliyordu.
Sıddık hemen Ekrem’le birlikte soğuk içeceklerin bulunduğu dolabı çekip döşemeyi
kaldırarak büyükçe siyah valizi çıkardı. Bu valiz, Serkan ve Ekrem’in ‘operasyon
çantasıydı’. Ekrem, valizi açıp içinden altı tane tabanca çıkardı. Bunların üç
tanesi 9mm.lik Smith Wesson İnox, ‘baba on dörtlü’ denen 9mm.lik bir Browning ve
iki tane de 7,65mm.lik Beretta’ydı. Serkan, Sıddık’a bakarak:
“Hangisini en iyi kullanacaksan onu al.” diye uyardı.Sıddık bir iki saniye düşünüp Berettalardan birini aldı. Çift silah kullanan
Ekrem, diğer Beretta’yı ve ‘baba on dörtlüyü’ aldı. Serkan da bir Smith Wesson
kapıp şarjörünü kontrol etti. Sıddık:
“Yedek şarjör almayacak mıyız?” diye sorunca Serkan ve Ekrem gülmeye başladı:
“Oğlum savaşa gitmiyoruz, üstümüze gelenleri geri püskürteceğiz sadece.”
Serkan, bunun üzerine son bir hatırlatmayı gerekli gördü:
“Unutma Sıddık, biz silah manyağı değiliz. İlk önce onlar silahlarına davranmalı
ama ilk bizim ateş etmemiz lazım. Gerek kalmadıkça silah çekmeyeceğiz. Ve
öldürmek için değil, caydırmak için kurşun sıkacağız. Gayet açık ve net değil
mi?”
Sıddık, başını sallayıp tasdik etti. Serkan’ın kendinden bu kadar emin
konuşmasına şaşırmıştı. Belki de dışarıdaki arabalar sadece tesadüf eseri orada
bulunuyordu. Belki aralarında bir işleri vardı ve burada buluşmayı uygun
görmüşlerdi. Hatta belki iki arabanın birbiriyle alakası yoktu.
Fakat arabalardan aynı anda inen sekiz kişinin, bellerindeki silahları göstere
göstere içeri girmesi, kafasındaki bütün şüpheleri sildi. Kendisi de bir
kabadayıydı ve bu yürüyüşü nerede olsa tanırdı. Düpedüz ‘mekân basma’ girişiydi
bu. Grubun en irisi, en önde duruyordu. Lacivert bir takım elbise giymiş, beyaz
gömleğinin üstten iki düğmesini açmıştı. 1,90m boylarında, genişçe, pos bıyıklı,
kirli sakallı, sert yüzlü bir adamdı. Etrafa tepeden bir bakış attıktan sonra,
tezgâhın yanında duran üç kişiyi tepeden tırnağa süzdü. Kükrer gibi bağırdı:
“Siz misiniz lan buranın sahibi?”
Serkan, bulunduğu yerden bir iki adım yaklaşarak:
“Evet benim, bir sorun mu var?” diye karşılık verdi sakin bir sesle.
Bu sükûneti korkuya yoran adamın yüzüne pis bir gülümseme yerleşti:
“Bir hafta içinde burayı kapatıp şehirden ayrılacaksın. Yoksa…”
İri yapılı adam cümlesini tamamlamamış, sadece tehditkâr bir ‘yoksa’ ile sözünü
bitirmişti. Serkan birden kaşlarını çatıp yüzünü ekşiterek:
“Yoksa ne?” diye sordu.
Amacı karşı tarafı kışkırtmaktı. Bu kadar kalabalık gelip olay çıkarmadan
dönmeyeceklerini biliyordu. Olayların ansızın değil, kendi belirlediği bir
zamanda patlak vermesini istiyordu.
“Yoksa bu mekânı başına yıkarım!”
Serkan, bunun üzerine dalga geçer gibi bir tavırla:
“Yık da görelim!” dedi bağırarak.
İri yarı adam elini hızla beline atmak istedi ama Serkan adamın kolunu tutup
bükerek belindeki silahı çekip aldı. Bu sırada arkasındakiler de silahlarına
davrandılar. Serkan, dev gibi adamı bir tekme darbesiyle diğerlerinin üstüne
attı. Neye uğradığını şaşıran iri yapılı adam, kendini arkadaşlarının dibinde
yerde yatar halde buldu. Bu esnada silahların doğrulduğunu gören Ekrem, yıldırım
gibi çektiği tabancalarını aynı anda ateşleyerek ilk kurşunları sıktı. Takım
elbiseli adamların iki tanesi, ellerine isabet eden kurşunlar nedeniyle
yüzlerini acıyla buruşturup silahlarını yere düşürdüler. Serkan da adamdan
aldığı silahla bir tanesinin silahına ateş ederek saf dışı bıraktı. Kapının
yanındaki masalara siper alan adamlar, üçlünün üzerine rasgele kurşun yağdırmaya
başladı.Ekrem ve Sıddık tezgâhın arkasına siperlenirken, Serkan da
yerinden ok gibi fırlayıp masalardan birini devirerek arkasına saklandı.
Kurşunlar tezgâhtaki bardakları, kahve makinesini, kasayı paramparça ederken,
masaların da birkaçını kevgire çevirdi. Sıddık, kafasını çıkarmadan bir iki el
ateş etti. İçeride uçuşan kurşunlar, vurulan adamların iniltileri ve kırılan
eşyalardan başka ses çıkmıyordu. Baskına gelen adamlar sekiz kişiydi, üçünü
indirmelerine rağmen beş kişi hala kurşun sıkıyordu. Bu sayıca üstünlük
nedeniyle üçlünün durumu zorlaşıyordu. Serkan, bulunduğu yerden tezgâhın
arkasındaki Ekrem’i ve Sıddık’ı görebiliyordu. Ekrem’e bir kaş göz hareketi
yaptı. Ekrem, onaylayarak başını eğdi. Serkan’ın işaretiyle tezgâhın sol
tarafından fırlayıp üç dört el ateş ederek iki tanesini bacaklarından vurarak
yere yıktı. Bu sırada dikkatlerini Ekrem’e çeviren adamlar, sağdan zıplayan
Serkan’ı fark edemediler bir an. Bu bir an, Serkan’ın birini daha indirmesine
yetmişti. Geriye sadece iri yarı adam ve yanında biri daha kalmıştı. Sayı
üstünlüğü bu kez Serkanlara geçmişti. Sıddık da yerinden çıkıp silahını iri
yapılı adama doğrulttu. Başaramadıklarını gören adamlar, fazla zorlamadan pes
etti. Silahlarını atan adamlar aman diledi. Serkan gülerek silahını indirdi.
Ekrem ve Sıddık ise ne olur ne olmaz diye silahlarını sabit tutuyordu. Serkan
tamamen sakinleşmişti, her zamanki umursamaz tavrıyla sordu:
“Sizi kim gönderdi?”
Diz üstü çökmüş olan elebaşları, yerde acı içinde kıvranan arkadaşlarına
bakarak:
“Bunu söylemeyeceğim, bilmiyor musunuz?” dedi kendinden emin bir şekilde.
Sıddık ise o kadar sakin değildi:
“Söylesene ulan!” diye bağırdı sert ve gür sesiyle.
Adam sanki hiç etkilenmemiş gibi Sıddık’a baktı. Elebaşlarının tecrübeli ve
akıllı biri olduğunu az çok tahmin eden Serkan, bir kez daha tekrarladı:
“Sadece söyle, sizi kim gönderdi? Ve buradan çıkıp gitmenize izin vereyim. Ya da
işe yaramaz hale gelene kadar sizi zorlayayım tek tek. Sen değilsen bile
içinizden biri mutlaka konuşacaktır. Nasıl olduğunu bilirsin eminim. Bu nedenle
şimdi buradan en az zararla kaybetmiş şekilde gitmek istiyorsan söyle: Sizi kim
gönderdi?”
Serkan’ın bu bilmiş tavrı ve rahat hareketleri, karşı tarafta hayranlık
uyandırmıştı. Bu genç yaşına rağmen bazı konularda bu kadar tecrübeli görünmesi,
hepsinin aklını karıştırmıştı. Üstelik imkânı olmasına rağmen hiçbirine zarar
vermemiş, sadece kendilerine zarar vermelerini önlemişti. Böyle merhametli
birinin kendilerini konuşmasa da bırakacağını düşünen elebaşı, kararında inat
edince, Serkan içlerinden birini kenara çekti.
“Sen söyle, sizi kim gönderdi?”
Adam cevap vermeyince adamın ayağına nişan aldı:
“Son şansın, sizi kim gönderdi?”
Yine sessizlik olunca Serkan hiç tereddüt etmeden tetiğe bastı. Bir patlama
sesinin ardından adamın acı içindeki feryadı mekânı doldurdu. Kurşun tam olarak
adamın sol ayağının başparmağına gelmişti. Adam ayakta duramayarak yere yığıldı.
Serkan ise hala sinir bozucu bir rahatlığa sahipti.
“Daha dokuz tane var, istersen konuşmaya başla?” dedi kayıtsız bir sesle.
Arkadaşlarının başına geleni dehşet içinde izleyen baskın tayfası, “konuşmazsa
sıra bana gelecek” diye düşünmeye başladı. Ama adamın aynı acıyı bir kere daha
çekmeye hali yoktu. Zavallı adam, iniltilerinin arasında cevap verebildi:
“Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum!”
Serkan, diğerlerine dönerek:
“Kim biliyor?” diye gürledi.
Sonunda o da dayanamamış, sinirli ve agresif bir hale bürünmüştü. Adamlardan ses
gelmeyince birini daha kaldırdı.
“Ya bana bir isim verirsiniz, ya da isim vereni bulana kadar teker teker
hepinize aynı şeyi yaparım. Ve inanın bana, göründüğünden daha çok acı veriyor.”
Kimseden cevap beklemeden tuttuğu adamın da ayağına nişan alıp sıktı. Bunun
üzerine daha fazla dayanamayan çete lideri, terinden atılıp Serkan’ın eline
yapıştı:
“Dur tamam, söyleyeceğim. Daha fazla kan dökmeye gerek yok.”
Serkan, silahını indirerek adama baktı:
“Söyle bakalım.”
Adam, son bir tereddüt ile arkadaşlarına baktı. Ama hepsinin gözünde yalvarır
gibi korku dolu bir ifade vardı. Bu da son çelişkisinden sıyrılmasını sağladı:
“Şahin Solakoğlu.” dedi dişlerinin arasından.
Serkan bu ismi tanımıyordu. Sıddık’a baktı, ne de olsa bu şehirdeki mafya
babalarını bilen oydu. Sıddık, söylenen ismi tanıdığını işaret ederek kafasını
salladı. Bunun üzerine Serkan, gülümseyerek elindeki silahın şarjörünü söküp
namludaki mermiyi de çıkartarak elini hala bırakmamış olan adama uzattı.
“Şimdi gidebilirsiniz.”
Silahı alan adam, arkadaşlarına bir işaret yapıp bacaklarından vurulan adamını
kucaklayarak dışarı çıktı. Arkasından diğerleri de sessizce çıkıp araçlarına
bindiler. Serkan, Ekrem ve Sıddık, hepsi sokağın sonunda gözden kaybolana kadar
dikkatle araçları takip etti. Ardından hemen valizi çıkarıp silahları yerlerine
koydular. Arka tarafa geçtiklerinde ise Ebru ve Burcu’yu dehşet dolu gözlerle
kendilerine bakarken buldular. İkisi de konuşmak istiyor fakat konuşamıyor
gibiydi. Ebru Serkan’a Burcu da Ekrem’e gözlerini kırpmadan bakıyordu.
“İyi misiniz?” diye sordu Serkan.
Ama kimseden cevap gelmedi. Heykel gibi öylece kalmışlardı. Gözlerindeki
şaşkınlık ve korku kolaylıkla okunabiliyordu. Ekrem Sıddık’a:
“Su getir iki bardak.” diye tezgâhı işaret etti.
Sıddık bir şey sormadan denileni yaptı. Titreyen elindeki bardaktan suyu
dökmeden içmeye gayret eden Burcu:
“Siz… Siz ne yaptınız?” diye sordu zar zor.
Durumun farkında olan Burcu bile bu kadar gerilimi kaldıramamıştı anlaşılan.
“Siz silah kullandınız, adam vurdunuz…”
Ekrem biraz rahatlatmak amacıyla:
“Merak etme, kimseyi öldürmedik. Sadece bize ateş etmelerini engelledik.” diye
anlatmaya çalıştı.
Fakat gördükleri ya da duydukları ikisi için de çok fazlaydı. Onlar böyle bir
hayatın içinde olmak istemiyorlardı. Ve bu durum büyük ayrılıklara yol açacaktı…
Beşinci Bölümün Sonu