Sizinkiler

Kayıp Yıllar: Bölüm-6

“Şahin Solakoğlu, nam-ı diğer Papaz Şahin; orta çaplı bir mafyadır. Sarıyer
taraflarında bir gazinosu var. Gazinonun altında bir kumarhanesi var. Ayrıca
civar esnafının da haracını yer. Pis adamdır, namerdin önde gidenidir. Kadın,
yaşlı, çoluk çocuk demeden saldırır. Kendinden küçük gördüklerini her zaman
ezer, büyük gördüklerine de yalakalık yapar. Gözünü para ve güç hırsı
bürümüştür. Kendisine verilen işi mutlaka bitirir. Bugünkü başarısızlık oldukça
canını sıkacaktır.”
Serkan ve Ekrem, Sıddık’ın anlattıklarını dikkatle dinliyordu. Serkan sözün bu
noktasında:
“Peki, sence bu adam bizim aradığımız büyük patron olabilir mi?” diye sorma
gereği duydu.
Sıddık, ensesini kaşıyarak birkaç saniye düşündü:
“Açıkçası, pek sanmıyorum. Tahminimce malum iş benden sonra ona havale edildi.”
Bu sefer Serkan ensesini kaşıyarak derin derin düşünmeye başlamıştı. Bir süre
yazıhanenin deri kaplamalı kapısına gözlerini kilitleyerek kaldı. Birkaç dakika
sonra ellerini çırpıp yeni bir şey keşfetmiş gibi yerinden fırladı. Elini masaya
vurup:
“Tamam, arkadaşlar, zannetmiyorum ki bu adam emir aldığı kişiyi tanımıyor olsun.
Gidip konuşturmamız gerek sadece.”
Zaten bu tarz bir hareket bekleyen Sıddık hemen gülümseyerek:
“Tamam ben varım.” dedi.
Ekrem, biraz daha düşünceli olsa da aynı şekilde bu fikri tasdikledi. Bu hali
Serkan’ın gözünden kaçmamıştı elbette.
“Diğer meseleyi ne yapacağız?”
“Hangi meseleyi?”
Ekrem, kekeleyerek cevaplamaya çalıştı:
“Şey, kızları yani.”
Bu soru, üçünün, özellikle Serkan ve soruyu soran Ekrem’in içine kor gibi
düşmüştü. Önceki gün olanlardan sonra Ebru’nun ardından Burcu da ‘böyle bir
hayat istemediğini söyleyip’ gitmişti. Serkan ve Ekrem ise arkalarından
kalakalmışlardı.
“Şu anda sadece tek konuya hedeflenme hakkımız var Ekrem, bu işi halledelim o
meseleye sonra bakacağız.”
Serkan’ın cevabı üzerine Ekrem, esas endişe duyduğu konuyu dile getirdi:
“Ama Serkan, biliyorsun Ebru bu hafta sonu evleniyor.”
Serkan gittikçe dibe batıyordu sanki. Durum daha kötü olamazdı herhalde. Kim
olduğunu bile bilmediği tehlikeli düşmanlar edinmişti ve hayatının aşkı olarak
gördüğü kız, birkaç gün sonra başka biriyle evleniyordu. Hangi birine
yetişecekti? Bunların hepsini bir anda düşünmeye kalktıkça daralıyordu.
Yanındakilere tek hedefe konsantre olmalarını söylüyordu ama kendisi bu duruma
ne kadar hâkimdi? Eliyle kulak yumuşağını çekiştirip yere baktı.
Sıddık, bu bunaltıcı havayı dağıtmak için, heyecanla konuşmaya başladı:
“Ya beyler lafınıza girdim kusura bakmayın ama söylemeden edemeyeceğim. Dünkü o
yaptıklarınız neydi öyle yahu? Maşallah attığınız ıskalamadı, hele Ekrem…” dedi
Ekrem’e dönerek, “iki elinde iki tabanca James Bond gibiydin. O atlamalar
zıplamalar, nereden öğrendiniz bunları? Bana da öğretin bir ara.”
Sıddık’ın sözleri işe yaramış, Serkan ve Ekrem’in yüzüne utangaç birer gülümseme
yerleşmişti. Serkan, Şahin’i düşünmeye başladı tekrar:
“Sıddık, canını emanet edebileceğin kaç adamın var?”
Sıddık biraz düşünüp cevapladı:
“Sadece Ferhat var.”
İlk defa birkaç gün öncesine kadar hayatında hiç gerçek dostu olmadığını
hatırladı. Bir an kendisini tuhaf hissetti, Serkan’a ve Ekrem’e olan sevgisi bir
kat daha arttı.
“Bu akşam Şahin’i halledeceğiz, var mısınız?”
Serkan’ın bu ani çıkışı karşısında şaşırsalar da kafalarını eğerek onayladılar.
Sıddık durumu daha iyi açıklamak için:
“Yalnız Şahin ödleğin tekidir, etrafında on beş korumayla gezer en az. Eğer
mekanına girmeyi düşünüyorsak, ki umarım düşünmüyoruzdur, bu sayı kırkı bulur.
Kumarhaneye birkaç kez gitmiştim, tek kapısı var, arka çıkışı yok.” diye
anlattı.
Serkan, Ekrem’e fikrini sorar gibi bir bakış attı. Bunun üzerine Ekrem:
“Eğer Sıddık’ın adamı da gelirse dört kişi ediyoruz. Kırk korumaya karşı pek
şansımız olmaz gibime geliyor.” diye görüşünü açıkladı.
Serkan her ne kadar acele etse de düşünmeden karar vermek istemiyordu.
“Tamam o zaman, bu akşam Sıddık sen Ferhat’la konuş, onu bizimle birlik olmaya
ikna et. Ama istemezse fazla zorlama, yoksa vebal altına girmiş oluruz. Ekrem,
sen Kafein’e göz kulak ol. Ben de gidip biraz bilgi toplamaya çalışacağım. Yarın
tekrar durumu gözden geçiririz.”
Bu fikir hepsinin kafasına yatmıştı. Başlarıyla tasdik ettiler. Sıddık, merakını
gidermek için:
“Serkan, nereden bilgi toplamayı düşünüyorsun?” diye sordu ama Serkan bunu
duymazlıktan geldi.
“Akşama görüşürüz, ben çıkıyorum.” diyerek mekânı terk edip ateş kırmızısı spor
arabasına binerek gözden kayboldu.
Sıddık, aynı soruyu bu kez Ekrem’e sordu. Ekrem, önce biraz düşündü, bunu ona
söylemeli miydi tam bilmiyordu. Eğer söylenecek olsaydı Serkan söylerdi her
halde. Ama belki de Ekrem’in anlatmasını istediği için hemen orayı terk etmişti.
Bu seçenek aklında iyice yer edince anlatmaya başladı:
“Serkan’ın bazı gizli bilgi kaynakları vardır. Bunların tam olarak kimler
olduğunu ben bile bilmiyorum. Ama çoğunluğu devletin üst düzey güvenlik
görevlileri. Nasıl yapıyor bilmiyorum ama hem Türk hem de yabancı haber alma
teşkilatlarından bilgi topluyor. İzmir’de kurtarma işleri yaparken çok kereler
Serkan bu kaynaklardan aldığı bilgilere göre hareket etti. Ve bu sayede elimizle
koymuş gibi kayıpları bulduk.”
Sıddık, kirli sakallarını sıvazlayarak:
“Peki, Serkan devlet görevlisi mi?”
Ekrem ne diyeceğini bilmiyordu:
“Hayır değil. Ya da… En azından ben öyle biliyorum.”Serkan, siyah minibüsün içinde oturmuş, sıkı bir pazarlık yapıyordu:
“Uyuşturucuyu kimin çıkarmak istediğini bulmak için bu adamı konuşturmam şart. Bu adamı bana siz getirirseniz, belki sizin kimseye bir açıklama yapmanıza gerek kalmayacak ama bu sefer ben herkese on tane korumayla gezen bir adamı tek başıma nasıl kaldırdığımı açıklamak zorunda kalırım.”
Serkan’ın karşısında oturan, gri gömleğinin üstüne gri hırka giymiş, elli yaşlarındaki adam:
“Bu görev çok tehlikeli Serkan, adamın önemsizliğine bir de korumalarının çokluğu eklenince, bu görev göze alınması gerekmeyecek kadar tehlikeli oluyor. Eğer bu adamı konuşturmak gerekiyorsa, biz bu adamı alalım, merkeze götürelim. Sen sorgula, sonra tekrar yatağına bırakalım. Adam ne seni, ne bizi, ne de kaçırıldığını hatırlamasın. Temiz iş.”
Serkan ise fikrinde ısrarcıydı:
“Unutmayın ki ben sizin elemanınız değilim. Sadece size yardım ediyorum. Bu nedenle ne merkezinizi, ne de başka elemanlarınızı görmek istemiyorum. Eğer bana bu adamla ilgili yardım etmezseniz, ben öyle ya da böyle bu adamı alır, konuştururum. Ama sizin yardımınızla yapacağımdan daha gürültülü olur. Bu sefer siz zor duruma düşersiniz.”
Bu sözleri tehdit olarak algılayan kır saçlı adam:
“Sen beni tehdit mi ediyorsun?” diye sordu sert bir sesle.
Serkan elini adamın dizine koyarak:
“Asla! Benim tek niyetim size yardımcı olmak, bana öğretileni ve yeteneklerimi ülkenin yararına kullanmak. Ama siz beni sadece kendi yararınıza kullanıyorsunuz gibime geliyor.”
Serkan’ın sitem dolu bu sözleri yaşlı adamın yüreğini sızlattı:
“Serkan, evladım, sen bana babanın emanetisin. O bu devlete yıllarca hizmet etti. Tek isteği senin de büyüyünce seni yetiştiren vatanına hizmet etmendi. Sen de bunu defalarca kez layıkıyla yerine getirdin. Şu anda da getiriyorsun. Ben senin için endişeleniyorum. Anlıyorum gençsin, kanın kaynıyor, belki ben de olsam aynı şeyleri yapardım. Ama kendini çok fazla ateşin ortasına atıyorsun. Tehlikeyle çok fazla iç içe yaşıyorsun. Bunu yapma evlat, kendine biraz dikkat et. Ciğeri beş para etmez bir adam tarafından bir gün hayatın kararacak diye korkuyorum. Endişemi anlıyor musun?”
Serkan, bu sözler karşısında etkilenmişti. Karşısında oturan adamın kendisini bu kadar önemsediğini bilmiyordu. Bir an ne diyeceğini şaşırdı:
“Ama, ama ben…”
Bir süre konuşmadı. Bu sırada yaşlı adam:
“Şimdi git, yarın yine bu saatte burada buluşalım. O zamana kadar adamı almış oluruz. Gelir sorgunu yaparsın. Öğrendiklerini bana da anlatırsın, buna göre bir strateji belirleriz. Bu iş çok ama çok önemli Serkan anlıyorsun değil mi?”
Serkan, istemese de kabul etti:
“Tamam. Ama o zamana kadar bana da bir bahane bulalım. Çünkü ben operasyon için her şeyi hazırlamıştım.”
Yaşlı adam Serkan’ın dizini sıvaladı:
“Tamam evlat, sen merak etme.”Burcu ile Ebru, kafaları fazlasıyla karışık halde salonda oturuyordu. Burcu
Kafein’deki olaydan sonra Ebru’nun yanına gelmişti. Sadece birkaç gün
Dağdelen’den uzakta olmak istiyordu. Elindeki fincandan bir yudum kahve içti.
“Gerçekten evlenecek misin Ebru?” diye sordu.
Ebru kararsız görünüyordu. Gözlerini, duvardaki resimden ayırmadan:
“Bilmiyorum ki Ebru, iş buraya kadar geldiğine göre geri dönmem her halde.”
yanıtını verdi.
Duvarda Ebru’nun baktığı resimde, kendisi ve müstakbel kocası vardı. Ayberk’in
yazlığında, havuzun başındaydılar. Ellerinde kadehleri, neşeyle gülümsüyorlardı.
Geçen sene çekilen bir pozdu bu. Acaba şimdi aynı yerde aynı fotoğraf çekilse,
böyle gülebilir miydi diye düşündü Ebru.
“Bunca yıl sonra nereden ortaya çıktın sen?” diye soruyordu içinden Serkan’a.
Burcu da Ekrem’i düşünüyordu. O sevecen, neşeli, esprili hoş çocuk birden nasıl
da bir canavara dönüşmüştü öyle. Yazıhanedeki ekrandan her şeyi izlemişlerdi.
Ekrem’in elindeki tabancaları maharetle kullanması, Burcu’ya daha çok barbarları
anımsatmıştı. Ekrem’in o temiz ve iyi imajı bir anda gitmiş, yerine eli kanlı
bir katil görüntüsü yerleşmişti Burcu’nun kafasında. O kadar iyi nişan aldığına
göre çok kullanmış olmalıydı o silahları daha önce.
Evde bu düşünceler dolanırken kapı çaldı. Ebru, kanepeden kalkıp kapıyı açtı. Bu
saatte kimseyi beklemiyordu, hele Serkan’ı hiç!
Kapıda, yüzünde Ebru’nun en sevdiği gülümseme, elinde en sevdiği çiçekle içi
yanıyormuş gibi bakıyordu Ebru’ya. Ebru ise donakalmıştı sanki. Kocaman açılan
kahverengi gözleri, gülümsemekle şaşırmak arasında gidip gelen dudakları,
gerilmiş yüzüyle kapıda duruyordu.
“Benim için hayatın senden başka bir anlamı yok. Sana ne dersem diyeyim, ben
sensiz yapamam Ebru. Sana bugüne kadar söylediğim ne kadar saçma şey varsa
hepsini unut, senden çok özür dilerim. Seni yıllarca beklettiğim için özür
dilerim. Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim. Eğer beni affedersen, sana
söz veriyorum bundan sonra sen nasıl istersen öyle biri olacağım. Benim şu sefil
hayatımdaki en önemli varlık sensin Ebru. Sana yalvarıyorum, gerçekten kimi
sevdiğini, seni gerçekten kimin mutlu edeceğini bir daha düşün. Seni benden daha
fazla kimse sevemez. Bunu sana göstermeyi beceremesem de durum değişmez. Seni
seviyorum Ebru.”
Ebru, Serkan’ın gözlerinde tomurcuklanan yaşlara baktı. Bu güzel gözlere ağlamak
hiç yakışmıyordu nedense. Elini Serkan’ın yanağına koydu, haline her üzüldüğünde
yaptığı gibi. Gözlerindeki yaşlara sevgi dolu bir gülümseme karıştı. O an, ne
Ayberk’i, ne başka bir şeyi düşünemiyordu. ‘Serkan’ sözcüğünün yanında ‘Ayberk’
hiçbir şey ifade etmiyordu ona. Bunu fark etmişti en sonunda. Gözyaşlarıyla
ıslanan dudaklarını, Serkan’ın solgun dudaklarına dokundurdu hafifçe. Parmak
uçlarına basarak Serkan’ın kulağına uzandı:
“Ben de seni seviyorum!”



Altıncı Bölümün Sonu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu