Legend of Zelda: Twilight Princess
Nintendo’nun piyasaya çıkarttığı bütün konsolları ve hepsinde seri haline
gelen oyunları gözlerinizin önüne getirin. Mario, Donkey Kong, Metroid, Zelda.
Birini diğerinden ayırmaya, herhangi birini öne çıkarmaya lüzum yok; hepsi de
kaliteli ve hepsinin de kendince hayranı var. Zelda da güzel bir seri, ama bu
sonuncu oyunun yeri apayrı. Düşünün bir defa! Nintendo devrimsel kontrolleriyle
yepyeni bir konsol piyasaya çıkartıyor ve tüm zamanların en iyi oyunlarından
birkaçına sahip olan Zelda’nın son oyunu da konsolla aynı anda raflarda. Daha
önce gerçekleşmemiş bir olay bu ve ilk kez Wii buna ev sahipliği yapıyor. Bu
aslında Wii alacaklar için inanılmaz bir şey. Çünkü konsolun yanına hangi oyunu
alayım diye fazla düşünmüyorsunuz.
Bunlardan bahsettim, çünkü bu sebeplerden dolayı konsol çıkmadan önce ve şimdi
bile Wii’nin en çok merak uyandıran oyunu Twilight Princess’di. Uzun zaman süren
bekleyiş ve Nintendo’nun mükemmeliyetçiliği de bir Zelda oyunu kalitesiyle
birleşince hem bu okumakta olduğunuz inceleme yazısının fazla bir özelliği
kalmadı, hem de oyunun diğer rakipleri yarışa 1 – 0 geride başlamış oldu. Tüm
bunların ötesinde en önemli şeylerden bir diğeri de serinin yaratıcısı
Miyamoto’nun, Twilight Princess’i yapılmış en iyi Zelda oyunu olarak göklere
çıkarmasıydı. En çok merak edilen ve ilgi uyandıran oyunlarından biri olduğu
bariz, ama en iyisi olup olmadığını deneyip de görmek isteriz açıkçası.
Hyrule’u beş geçe
Legend of Zelda: Twilight Princess, öteki Zelda oyunlarında olduğu gibi klasik
bazı özellikleriyle birlikte geliyor. Kontrolümüzdeki ana karakter yine Link ve
kendisi köyün genç delikanlısı olarak karşımızda. Yalnız önceki oyunlardan
ziyade bu kez onu çok daha gelişmiş bir şekilde, daha iyi ve gerçekçi
grafiklerle görüyoruz. Link ve köydeki diğer insanlar normal yaşantılarını
sürerken aniden karanlık bir güç ile tüm gökyüzü kaplanıyor ve bu gücün etkisi
altında kalan hayvanlar garip canavarlara, insanlarsa sürekli son saniyelerini
yaşayan ruhlara dönüşüyorlar. Bu güç akşam saatleriyle birlikte yayılmaya
başladığı için hiç kimse bir gariplik sezinlemiyor. Twilight denen bu etkinin
yarattığı garip yaratıklar insanlara saldırmaya başladığında da her şey için çok
geç olduğunun farkına varılıyor.
Kahramanımız da bu anda devreye giriyor. Twilight pek tabii ki onu da etkiliyor
ve bunun sonucunda kendisi bir kurda dönüşüyor. Yalnız bu etkinin sonucu ve
nedenleri çok sonra belli oluyor. Senaryonun akışına göre anlatılana bakılırsa
ülkenin tepesine çöken bu karanlığa sebep olarak Hyule’un ışığını koruyan
ruhların gözyaşlarının çalınması gösteriliyor ve Link de tanrılar tarafından bu
gözyaşlarını geri almak üzere seçilen kahramanı canlandırıyor. Biz de kendisine
yardımcı olarak Hyrule’u karış karış dolaşmalı, bütün yaratıkların hakkından
gelmeliyiz. Oyuna Ordon köyündeki sade bir vatandaş olarak başlıyoruz. Köydeki
diğer çocuklara örnek olan davranışlarımızla bütün halkın gözünde çok farklı bir
yerdeyiz; herkes bizi sevip sayıyor. Burası aynı zamanda oyuna alışmak için
oluşturulmuş bir deneme safhası. Etraftaki insanlarla konuşup basit yan
görevleri yerine getiriyor, bu sırada da basit kılıç hareketleri ile uzak
mesafeli vuruşların nasıl yapıldığını öğreniyoruz.Oyunun tamamında karşımıza çıkan yan görevlerin hepsi başarılı bir biçimde
hazırlanmış, ama ilk bölümler hem biraz daha yoğun, hem de yapmanız gerekenler
buralarda daha anlaşılır. Bununla birlikte Twilight Princess’de özellikle yol
bulma ve senaryoyu ilerletme kısımlarında biraz sorun yaşayabilirsiniz. Bu
sorunun kaynağı eğer yapmanız gereken şeyi konuşmalar sırasında kavrayamazsanız,
herhangi bir harita işaretçisiyle bunun gösterilmeyişi diyebiliriz. Onun dışında
harita üzerinde açılan bölümlerin isimleri yazıyor ve gideceğiniz yollar
gösterildiği için, en azından ilerleyişte fazla problem yaşamıyorsunuz.
Düşünülebilecek tek şey tüm Hyrule haritasının çok büyük olduğu olabilir. Bunun
ışığında oyun piyasaya çıkmadan önce söylenen şey, ülkenin bir ucundan ötekine
at üzerinde gitmek için bile en az 45 dakikaya ihtiyacımız olduğuydu. Denememiş
olmakla birlikte bunun doğruluğuna inanmıyor değilim.
Oyun çok başarılı bir biçimde tek bir dünya üzerine yerleştirilmiş ve olayların
geçtiği mekânların hepsi birbirine muhteşem bir biçimde bağlanmış. Öyle ki, oyun
size tek bir bölüm üzerinde tüm haritayı kullanıyormuşsunuz izlenimi veriyor. Ve
sırf bu yüzden de oyunda bulunduğunuz yeri tanımlamak için ilk bölümün sonları
ya da üçüncü bölümün başı gibi bir şey söyleme imkânınız yok. Ama
gerçekleştirmeniz gereken bir hedef var ve bu sizi bir an olsun boş bırakmıyor.
Örneğin sürekli bir gözyaşı avcısı durumundasınız. Böylesi durumlarda kurt
formunda oluyorsunuz ve haritanız üzerine de beyaz noktalarla öldürmeniz gereken
düşmanlar işaretleniyor. Her öldürdüğünüz düşmandan sonra ortaya çıkan mavi güç
toplarını toplamanız gerekiyor. Her neyse. En nihayetinde sizden istenen
gözyaşlarını böylelikle toplamış ve sırasıyla Hyrule’deki ışığın üç
koruyucusundan birine tekrar hayat kazandırmış oluyorsunuz. Ama özellikle
sonlara doğru bu işe girişmek için epeyce bir yol tepmeniz gerekiyor. Bundan
sıkıcı ve zaman kaybı diyerek söz etmek ise mümkün değil. Çünkü o arada o kadar
farklı şeyler yapıyorsunuz ki, ilerleyişiniz çok canlı ve eğlenceli bir hal
alıyor. Kimi zaman bir balık tutuyorsunuz, kimi zaman sumo güreşinin nasıl
yapıldığını öğreniyorsunuz, kimi zaman da kendinizi etraftaki detayları
araştırırken buluyorsunuz.
Twilight buçuk
Normal dünyada at koştururken bildiğiniz insan formunda oluyorsunuz ve etraftaki
yaratıklar da buna uygun olarak görünüyorlar. Link’i kontrol ederken yaptığınız
savaşlar, Remote kontrolörün sayesinde gayet gerçekçi ve güzel. Oyuna
başladığınız anlarda tahta bir kılıca sahip oluyorsunuz ve bunu bölümlere
alışmak için gerçekleştirdiğiniz işlemlerde kullanıyorsunuz, daha sonraları bu
da gelişim gösteriyor. Kılıçla yapabileceğiniz çok farklı kombinasyonlar var,
bunların tamamını da pek tabii ki Remote ile gerçekleştiriyorsunuz. Kılıcınızı
üst üste savurarak yaptığınız saldırılar oldukça etkili ve bu şekilde yaptığınız
komboların sonucunda etkili ve sürekli bir vuruş gücü oluşturmuş oluyorsunuz.
Fakat yapabildiklerinizin tamamına baktığınızda işin düşmana kilitlenip kılıcı
sallamaktan çok farklı olmadığını fark etmeniz uzun sürmüyor. Z tuşu ile
yapabileceğiniz bu işlem olayı aslında fazlasıyla da basitleştiriyor. Düşmana
kilitlendikten sonra A ile yapabileceğiniz havadan saldırı da fazlasıyla etkili;
bu da karşılıklı savaşın kolaylaşmasına yol açan bir etmen. Sahip olduğunuz
kalkan da işinize fazlasıyla yarıyor. Silahınızı çıkartmaksızın Z’ye
bastığınızda Link otomatikman savunma pozisyonuna geçiyor.Her ne kadar oyunun ilk kısımlarında çok fazla bir gereksinim duymasanız da özellikle sonlara doğru
onsuz yapamıyorsunuz. Dayanıklılığı ise ateşle temas etmedikçe gayet iyi.
Şimdiye kadar darbeler yüzünden yıpranıp kırıldığını görmedim, ama bir defasında
madenlerdeki ateş kusan yaratıklara karşı tahta zırhımın eriyip yok oluşuna
hayretler içerisinde şahit oldum.
Hem kılıç, hem de kalkan olarak silahlarınızı oldukça verimli bir biçimde
kullanabiliyorsunuz. İlerleyen bölümlerde oyun içerisindeki gizli yetenekleri
keşfediyorsunuz ve böylelikle son vuruşlarınızı daha etkili kılabiliyor, kalkanı
da bir silah olarak aktivitenize ekleyebiliyorsunuz. Her bakımdan bu ikilinin
yapabileceklerinin çok başarılı olduğunu söylemek olası.
İnsan formundayken silahlarınız bunlarken kurda dönüştüğünüzde tabii ki
pençelerinize ve sivri dişlerinize güveniyorsunuz. Burada yaptığınız şey de az
öncekinden çok farklı değil; temelde sadece görseller değişiyor ve yapılan
saldırıların etkisi çok benzerlik gösteriyor. Kurt halindeyken en büyük
avantajınız o sırada size sürekli yardımcı olan, sırtınızdaki Midna.
Yolculuklarınızda yardımcı oluyor, arasında mesafe olan yerlerden zıplamanızı
sağlıyor ve tüm bunların yanında size özel bir saldırı imkanı da kazandırıyor.
Kurt formundaylen sürekli olarak Twilight’ın karanlık güçleri ile karşı karşıya
geliyorsunuz. Onlarla kılıcınızla veya kurt halinizdeki pençelerinizle karşılık
verebileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Genel olarak üçerli, nadiren de
dörderli gruplar halinde önünüze çıkan büyük siyah yaratıklardan kurtulmanız
için hepsini bir defada öldürmeniz gerekiyor. Bunu başarabilmek içinse Midna’nın
size sağladığı üst düzey saldırı tekniğine başvurmanız lazım. Öncelikle B’ye
basarak etrafınızda kırmızı bir hale oluşturmalı, sonrasında da etraftaki bütün
yaratıkları bu halenin içerisine toplamanız gerekli. Böylece hepsini aynı anda
öldürmüş oluyorsunuz ve hareketlerinizi kısıtlayan düşmanların hakkından gelmiş
oluyorsunuz. Buna benzer alan etkili bir diğer saldırı yönteminiz de Nunchuk’ı
hızlı bir şekilde sallamaktan geçiyor. Tek dikkat etmeniz gereken şey, bu tarz
saldırıları arka arkaya yapabilmek için öncelikle bir süre dinlenmeniz
gerektiği.
Link’e çeyrek var
İlk planda kullandığınız yakın mesafe silahlardan sonra oyunun ilerleyişine göre
kazandığınız silahlar da fazlasıyla işinize yarıyor. Bunların başında yay ve
bumerang en önemlileri; oyun içerisindeyse ilk olarak bumerangı, sonra da yayı
ele geçiriyorsunuz. Savaşlarda bu silahlarınızı kullanmanız için çok fazla
alternatifiniz ve ihtimaliniz oluyor. Yayı bulduktan sonra uzak mesafeli
düşmanlarınızda kullanmanız gerçekten de işe yarıyor. İlerlediğiniz bölümlerde
satın alabileceğiniz bombaları ok ile birleştirdiğinizde kalabalıklara karşı
avantajlı duruma geçiyorsunuz. Bulmacalarda ise yaydan ziyade bumerang çok daha
kullanışlı. İlk zindan içerisinde çok fazla kullanmanızın gerektiği bu silaha
ilerleyen bölümlerde de ihtiyaç duyuyorsunuz. Kullanımı ise çok detaylı.
Sırasıyla çarpmasını istediğiniz yerleri işaretledikten sonra serbest
bırakıyorsunuz ve genel bulmacalarda bunu epey kullanıyorsunuz. Yay ve bumeranga
ilaveten ilk bölümlerde bir de sapanınız oluyor, onu da küçük hedefleri
yolunuzdan çekmek için kullanabilirsiniz. Yolunuzu aydınlatmak için de bir
feneriniz var, fakat yağı çok çabuk bitebildiği için yanınızda ek bir şişe yağ
bulundurmanız çok işe yarıyor.Oyundaki harita sistemi de çok kaliteli ve işe yarar. Remote üzerinde 1’e
basarak ulaşabildiğiniz haritada nerede olduğunuzu ve bölgelerin isimlerini
görebiliyorsunuz. İlerleyişinize göre bazı durumlarda bölgeler arasında
ışınlanmanız gerekiyor ve kurt formunda olduğunuz bu bölümlerde haritadaki
büyükçe mavi noktalara tıklayarak geçiş yapabiliyorsunuz. Bunlar tamamen
bulmacaların gereklilikleriyle birleşiyor ve fazlasıyla başarılı. Zindanların
içerisine girdiğinizde ise geçtiğiniz yerler harita üzerinde yerleşiyor, bir
yerlerden de harita bulduğunuzda haritanın tamamını görmüş oluyor ve böylece de
nerelere gidebileceğinizi daha iyi kestirebiliyorsunuz. Bazı kapılarsa önceki
Zelda oyunlarında olduğu gibi büyük veya küçük anahtarlarla korunmuş durumdalar;
küçük anahtarlar harita üzerindeki bazı önemli yerleri, büyük anahtarlarsa
boss’lara açılan kapıları açabilmek için gerekli. Önceki Zelda oyunlarında
olduğu gibi etraftaki çalıları keserek içlerinden ruby’leri topluyorsunuz ve
bunları alışveriş yapmak için kullanıyorsunuz.
Zelda
Grafiksel olarak oyun gerçekten de çok iyi. Her ne kadar oyunu açar açmaz
karşılaştıklarınız sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilse de oyuna alıştıkça
asıl önemsemeniz gereken şeyin grafiklerden ziyade tasarımın sanatsal yapısı
olduğunu görüyorsunuz. Atınız Epona’nın yürüyüşü, tüm karakterlerin
animasyonları ve etraftaki ağaç, nehir, kale gibi yapıların duruşlar mükemmel.
Kurt formundayken D-Pad’in sağ veya sol tuşuna basarak geçiş yapabildiğiniz
sense modu ile değişen görüşünüz ve buna göre etrafın kararması, onun dışında da
grafiklerin parlaması gerçekten de harika. Sesler de sizi ilk anda pek tatmin
etmiyor. Ama grafiklerin aksine buna alışmanız çok da hızlı değil; hatta
alışamama ve beğenmeme durumunuz bile var. Bir Zelda klasiği olarak karakterler
konuşmuyorlar, ama ünlem belirtmeleri gereken noktalarda “Hey, Ooo, Ohaa” diye
sesler çıkartıyorlar ve bunlara göre siz de kendi hayal gücünüzü kullanarak
atmosferi istediğiniz gibi oluşturuyorsunuz. Sadece Midna konuşuyor, o da kendi
dilinde anlamsız sesler çıkartıyor. Buraya kadar herhangi bir sorun yok; hatta
bunun oyunun havasına hava katması bakımından inanılmaz bir özelliğe sahip
olduğunu söylemek de mümkün. Ama müzikler pek o kadar tat vermiyor. Her ne kadar
özellikle atınızla koştururken coşturucu müziklerimiz varsa da, tamamını
değerlendirdiğinizde daha iyi tınılar beklenebilirdi.
Legend of Zelda: Twilight Princess, müziklerini biraz görmezden geldiğinizde
inanılmaz bir oyun yapısını size sunacaktır. Hatta bu kadar şımarmamak lazım;
oyun tek kelimeyle şaheser. Her yanı ayrı bir ayrıntı, her adımınız size
inanılmaz bir tat veriyor. Hem Remote, hem Nunchuk kontrollerin kullanımları
başarılı. Belki vuruşlarda Remote biraz daha aktif kullanılabilseydi daha güzel
olabilirdi ama yine de çok iyi olduğunu söylemek lazım. Wii aldıysanız yanına en
iyi şekilde eşlik edebilecek oyunların başında Twilight Princess geliyor.
Takılmaksızın oynamanız durumunda bile nereden baksanız 50 saatlik kesintisiz
oyun zevkini size sunuyor. Şahsi önerimdir; bile bile takılın, zorlanın, atınızı
yavaş sürün, etrafın sesini dinleyin, balık tutun, insanlarla konuşun ve bu
oyunun tadını çıkarın. Koleksiyon oluşturabilecek küçük böcekleri bulmak için
etrafı defalarca kez gezebilirsiniz; oyunu bitirince ikinci amacınız da bu
olsun. Hem konu, hem karakter ve hem de bulmacalar konusunda Twilight Priness
kadar sürükleyici ve kaliteli bir oyun oynamadığımı da belirterek noktayı
koyayım.