Max Payne 3
Karanlık bir alanda, sadece kan izlerini takip ettiğimi hatırlıyorum. Uzaktan gelen bebek ağlamalarını, Max’in heyecanla evine girdiğinde hayatı boyunca unutamayacağı acıyla karşılaştığını. Sam Lake denen adamın (Ki oyunun hem yüzü, hem de hikayesinin yazarıydı) yüz tasarımının kullanıldığı, “Limon yemiş adam” esprilerinin yıllarca yapıldığı bir karakteri hatırlıyorum. Eklenen minik bir modla, dönemin popüler dizisi Deli Yürek ezgileriyle Bullet Time moduna geçtiğini, düşmanlarını kevgire çevirdiğini hatırlıyorum. Bullet Time demişken, bu özelliğin de oyunlarda ilk kez Max Payne’de olduğunu biliyorum.
Yıllar evvel Windows 98’de oynamayı denediğim, ama yarım kalınca Windows XP’de bitirdiğim bir oyundu Max Payne 1. Ekran kartımdan olsa gerek, bazı bölümlerin kaplamaları gelmiyordu Win98’deyken. İkinci oyun ise, ilkine nazaran çok çok kısaydı, ama değişen pek bir şey yoktu. Max, her şeyi bir bir hallediyordu belki, ama her defasında kaybeden o oluyor ve giderek içine kapanmaya, o karanlıkta boğulmaya devam ediyordu.
Remedy, harika bir iş başarmıştı. Öyle bir serüvendi ki bu, etkilenmemek mümkün değildi. Çizgi roman tarzda hazırlanan ara geçiş sahneleri, etkileyici müzikler, duygusal hikaye akışı ve en çok akıllarda yer edilen Bullet Time modu.
Max Payne, neredeyse 10 yıldır sessizdi, ta ki 15 Mayıs günü gelene kadar. Rockstar, Remedy’nin oyun dünyasına armağan ettiği Max Payne serisini aldı ve üç numaralı yapımı bizlere sundu. Yapım koltuğunda bu kez Remedy yok, ancak gelişim sürecinde fikir beyanlarında bulunmuşlardı.
Peki bu, gerçekten de Max Payne miydi?
Yayımlanan ilk ekran görüntüleri, birçok oyuncuyu şaşırtmıştı. Zira karşımızdaki, Max’den çok daha farklı bir adamdı. Saçlarını tamamen kazımış, bitkin bakışlara sahip ve gür sakallı bir adam. Evet, bu Max galiba. Biz oyuncuların dikkatini çeken ikinci nokta ise, Max Payne’in bir GTA kopyası olabilme ihtimalinin bulunmasıydı. Böyle bir gelişmeyi kimse istemezdi eminim. Bu arada hey! Sam Lake de yoktu bu defa ekipte. Zaten yeni tasarlanan karakterin ona pek benzemediği ortadaydı. Dan Houser almıştı kalemi Max için eline. Hikaye artık ondan sorulacaktı, baktığımızda isim dışında her şey değişmişti aslında. Yapımcılar da bu durumu saklamıyordu işin aslı. “Bu, Max Payne’in hayatında yepyeni bir dönem” diyorlardı oyunu tanıtırken. Peki bu döneme gerçekten ihtiyaç var mıydı?
Yeni bir ülke, yeni bir başlangıç
Yapımcılar hani “Bu, Max’in hayatında yeni bir sayfa” açıklamasını yapmıştı ya, işte oyun başlar başlamaz aynı sözleri bir kez de Max’in ağzından duyuyoruz. Böylelikle yapımcıların söyledikleriyle ikna olmayan Max Payne hayranları, Max’in kendi sözleriyle kendilerini daha iyi hissedebilir belki.
Oyuna ilk adım attığımda, bazı şeylerin hala aynı kaldığını hissettim. Max’i ilk görüşüm, anlattıkları ve arkaplanda çalan müzik (İlk oyunu hatırlayın), hikaye anlatımı konusunda Max Payne 3’ün de öncekileri aratmayacağını gösteriyor. Ara geçiş sahnelerinde kullanılan birden fazla görüntü ve karakterlerin söylediği önemli sözlerin ekranda belirmesi, neyi ciddiye alıp, neyi ciddiye almamamız gerektiğini vurguluyor belki de.
Adamımız pek bir yorgun. İçmeyi pek seviyor, kaçmayı da öyle. En azından görünen böyle. Başlıyor kendi kendine konuşmaya. Yeni bir başlangıç, eskileri geride bırakmak güzel olabilir. Evet, belki olabilir. Max böyle düşünüyor, ama buna belki o da inanmıyor. Çünkü geçmiş, her zaman onu yaralayan en büyük unsur. Şu an yaşadıkları da tuz biber oluyor belli ki. Peki neler yaşadı ki Brezilya’da?
Yeni hikayemiz, Max’in New York’dan ayrılıp, Brezilya – Sao Paulo’ya gitmesiyle başlıyor. Burada zengin bir ailenin güvenlik işleriyle uğraşmaya başlayan Max, terörist gruplarca gerçekleştirilen saldırılar sonucu tehlike altına giren güvenliği geri sağlamak için harekete geçiyor.
Bu sokaklar çok tehlikeli
Rockstar yetkilileri, oyunun çıkmasına az süre kala birçok döküman ve resim yayımlamıştı. Bu belgelerde Brezilya’daki yaşamdan, bulunan terörist gruplardan, güvenlik yöntemlerinden ve hatta ne gibi ekipmanların kullanıldığından dahi bahsediliyordu. Anlayacağınız, adamlar etkili oyun deneyimi için Brezilya’ya gitmiş, araştırmalarda bulunmuş. O gezilerde tehlike yoktu belki, ama oyunumuzda güvenli nokta yol bile denilebilir.
Silahımı elime alır almaz, ilk görevim, bir kaçırılma vakasını engellemekti. Tabii ki spoiler vermeden devam ediyorum. Gamepad ile Max’i kontrol etmeye başladığımda, bu adamın gerçek Max olduğuna henüz ikna olmamıştım. Düşmanlar bir bir geliyor ve ben de onları indiriyordum. Derken bir siper çıktı karşıma, Gears of War tarzında geçtim arkasına ve bekledim.
Düşmanlar beni beklemeye niyetli değildi, çıktım oradan ve çatışmaya devam ettim. Pek akıllı değillerdi, ama fark ettim ki ortalık yerde olduğum sürece onlar da ateş etmekten çekinmiyordu. Bir kurtuluş gerekiyordu ve o an ekranda beliren düğmeye basarak zamanı yavaşlattım. Evet, Bullet Time modu beni bir anda 10 yıl öncesine götürdü. Yavaş çekim modunda sağa doğru atlarken, hedef imleciyle tek tek karşımdakileri indirmenin verdiği hazzı sizlere anlatamam. Bu arada lafı açılmışken, oyunda birkaç çeşit hedef seçeneği bulunuyor. İsterseniz komple hedef yönergelerini siz ayarlayabilirsiniz, isterseniz Auto-Aim özelliğinden de yardım alabilirsiniz.
Birçok bölümde genellikle tek başımıza ilerliyoruz. Araya giren sinematik sahneler, az da olsa soluklanmamıza ve konu hakkında bilgi elde etmemize yardımcı olurken, yapacağımız en ufak hatanın da hayatımıza mal olacağı gerçeğiyle adımlarımızı atıyoruz. Bu önemli, çünkü Max Payne’de dinlen ve iyileş yöntemi yok. İlaç alarak sağlığımızı yenileyebiliyoruz, ki bu ilaçları da her zaman bulmak kolay değil. Tabii üst üste birkaç kez ölürseniz, otomatik olarak sahip olabiliyorsunuz. Ek olarak, bazen Call of Duty’deki The Last Stand moduna benzer olarak otomatik Bullet Time modu giriyor devreye. Biz ölmek üzereyken bu sırada karşımızdaki düşmanı öldürürsek, tekrar hayata dönüyoruz.
İş birliği önemli
Çok dinamik bir oyun yapısına sahibiz gerçekten. Bazen dostlarımızla birlikte hareket ediyoruz. Birimiz koruma sağlarken, diğerimiz de düşmanlarla ilgilenebiliyor. Bazen kaçan, bazen de kovalayan pozisyonundayız. Üstelik karada, havada ve suda. Evet, çeşitlilik konusunda Rockstar bizi hayal kırıklığına uğratmıyor.
Bu arada, Bullet Time modu var dedik de, bu yıllar evvelki modun aynısı mı dersiniz? Hayır, değil. Tamam, yine zamanı yavaşlatarak olabildiğince hızlı davranmamız gerekiyor, fakat bu kez daha sinematik bir bakış açısı getirilmiş. Artık işin içinde artistik kamera açıları da bulunuyor ve odak noktası sadece Max değil. Bu moddayken birini kafasından vurursanız, kamera kurşunla birlikte hareket edebiliyor. Üstelik o hareket esnasında siz ateş etmeye devam ederseniz, bu kez düşmanın üzerinde açılan yaraları ve sıçrayan kanları görüyorsunuz. Bu değişimler gerçek zamanlı olarak yaşanıyor ve bir sinema filminde rol alıyor gibi hissedebiliyorsunuz.
Arada yakın dövüş tekniklerini de kullandığımız macerada, bazen limitlerin dibine dibine vuruyoruz. Nasıl mı? Misal düşmanlar size el bombası attı diyelim, bombaya hedef alarak onu havada patlatabiliyorsunuz. Eğer becerebilirseniz, iki düşmanın arasına girip bir anda çıkarak, birbirlerine ateş etmelerini dahi sağlayabiliyorsunuz. Aksiyon konusunda kesinlikle hiç sıkıntımız yok. Mıntıka temizliği yaparken arada etraftan bulduğumuz notlarla da yeni bilgiler elde edebiliyoruz. Bu arada, her bölümde, etrafa biraz dikkatli bakarak bulabileceğiniz altın silahlar da mevcut.
Tabii ki bu tamamen düz bir ilerleyiş değil. Bir bakmışsınız, Max’i odasında içerken buluyorsunuz. Üzerinde pis atleti, ayaklarında neredeyse derman yok. Ama bir de bakmışsınız, o klasik deri paltosunu giymiş, Amerika’daki barlarda kaybeden adam rolünü oynuyor. Max Payne 3’te belki yeni hayat kurma peşindeyiz, ama sıklıkla geçmişe seyahat ediyoruz.
Yapay zeka ne durumda
Az evvel de belirttiğim gibi, ortalık yere çıktığımızda kolay kolay hayatta kalmamız mümkün değil. Kısa sürede bizi kevgire çevirebiliyorlar ve bu sahneler de kare kare ekranlarımıza yansıyor. Lakin, yine de pek akıllı düşmanlarımız yok. Ya da şöyle diyelim, bir terslik var sanki. Ben, herkes arkasını dönükken onlara bakacak olsam, onların beni görmeyeceğini bilirim. Gelin görün ki bu oyunda durum farklı. Tüm düşmanlar arkasını dönükken kutunun arkasında saklanıyorsam, kimsede ses seda yok; ancak ayağa kalktığımda, herkes orada olduğumu anlıyor ve ateş etmeye başlıyor. Demek ki böyle kodlamış sevgili yapımcılar, ama biraz yapmacık olmuş bu doğrusu.
Çoklu oyuncu varsa, çoklu ölüm vardır
Max Payne 3’te seride ilk kez multiplayer oyun modları da bulunuyor. Bir karakter profili oluşturduktan sonra, ister tek başınıza, isterseniz de bir takımla birlikte hareket edebiliyorsunuz. Yapımcılar, son yılların tercih edilen sistemi “karakter gelişimi”ni entegre etmiş Max Payne’e. Ne kadar başarılı olursanız, o kadar puan alıyorsunuz ve gelişim gösteriyorsunuz. Tabii kullanacağınız ekipman ve silah çeşidi de artıyor. En ilgimi çeken olay ise, paranoya perk’i. Bu özelliği aktif ettiğimizde karşı takım elemanları şaşırıp, birbirlerine düşman kesilebiliyor. Ayrıca Bullet Time özelliğinin multiplayer’da da olduğunu söylemeliyim.
Bir de arcade modu var yapımın. Bu sekmeyi seçtiğimizde, senaryo modunda oynadığımız bölümlerin önemli kısımlarını tekrar oynayabiliyoruz, ancak tek farkla: Bu kez en yüksek puanı elde etmemiz gerekiyor. Karakterleri kafalarından vurursak ayrı puan, ayaklarından vurursak ayrı puan alıyoruz. Tabii ölmemeye de dikkat etmemiz gerekiyor. İlaç kullansak sağlığımız için iyi belki, ama puan seviyemizi düşürebiliyor. Oysa ki bu modun en önemli amacı zaten en yüksek skoru elde etmek. Tek başınıza yapamıyorsanız, arkadaşlarınızdan da yardım isteyebilirsiniz.
Tanrım beni baştan yarat!
Max Payne 3’ün X360 versiyonunu oynadım. Karakter tasarımları ve yüz animasyonları göze hoş gelirken, ışık-gölge efektlerinin de etkileyici olduğunu söylemeliyim. Islaklık efektleri, Max’in üzerindeki giysilerin hareketlerine göre kırışması ve tabii ki karakter animasyonları hoşuma gitti. Kaplama kalitesi de genel olarak iyiydi. Vuruşa göre vücutların tepki göstermesi de gerçekten önemli. Örneğin, merdivenden koşarak gelen bir düşmanı ayağından vurursanız, vurduğunuz ayağı sendeliyor ve öylece yuvarlanmaya başlıyor. Eğer kolundan vurursanız, o tarafa doğru savruluyor, hatta yarasını tutuyor. Animasyon çeşitliliği gerçekten güzel olmuş. Adamımız Max de vurulduğunda, üzerinde kurşun izleri beliriyor. Her ne kadar arada ufak animayon problemleriyle karşılaşsak da, çevredeki objelerle etkileşim de dahil fizik efektleri başarılı.
Bir diğer konu, müzikler de başarılı. Tempoya göre değişiklik gösteren, özellikle vurmalı çalgılardan elde edilen melodiler, sizi rahatlıkla atmosferin içine çekiyor. Yine ilk oyundan da tanıdık olduğumuz müzikle birlikte, bizi duygusallığa sevk eden melodiler de duyuyoruz. Karakter diyalogları ve Max’in oturaklı sesine de bir sözüm yok doğrusu. Sadece, bazı düşmanlarımız İngilizce konuşmuyordu ve alt yazılar da İngilizce değildi. Bu garibime gitmişti. Ama cevap Max’ten gecikmiyordu. Konuşulanlar hakkında Max de “Hiçbir şey anlamıyorum” diyordu ve belli ki bu bilinmezlik duygusunu biz oyunculara da yansıtmak istiyordu. Bence iyi bir yöntemdi.
Sonuç olarak
Max Payne 3, iyi bir aksiyon oyunu olmuş. Zaman zaman geçmişi hatırlatan, ancak genellikle yeni tarzı ve hayatıyla kendini oyunculara kabul ettirmeye çalışan bir oyun. Hem yapımcıların, hem de Max’in kendi ağzıyla söylediği gibi, “Max’in hayatında yeni bir perde bu.” Bence seveceksiniz, ancak eski oyunlardaki etkiyi aramaya çalışmamak kaydıyla. İyi oyunlar.