Ölümcül Makineler
Yüzüklerin Efendisi üçlemesi, Hobbit üçlemesi ve King Kon filmlerinin yönetmeni Peter Jackosn‘ın yapımcılığını üstlendiği, Mortal Engines (Ölümcül Makineler) işin içinde Peter Jackson’ın olması sebebiyle bu yılın ilgi çekici filmleri arasında yer alıyordu. 2006 yılında vizyona giren Peter Jackson’ın yönetmenliğini üstlendiği King Kong filmi ile en iyi görsel efekt oskarını kazanan Christian Rivers‘ın yönetmen koltuğunda oturduğu, Ölümcül Makineler, kitap uyarlaması olan pek çok filmle ne yazık ki aynı kaderi paylaşıyor, sıradan bir film olmaktan kurtulamıyor.
Ölümcül Makineler İnceleme
Bilim kurgu edebiyatının önemli yazarlarından Philip Reeve‘in kaleme aldığı “Yürüyen Kentler” yaratıcı hikayesi ve özgün dünyası ile steampunk adı verilen kurgu evreni iyi yansıttığı yönünde olumlu eleştiriler almıştı. Ölümcül Makinelerin senaryosunu Peter Jackson ile birlikte Hobbit filminin de senaristleri olan Philippa Boyens ile Fran Walsh‘ın kaleme almdı Ölümcül Makineler Christian Rivers’ın ilk yönetmenlik deneyimi. Ancak Christian Rivers’ın yönetmenlik ve görsel açıdan filmde fena bir iş çıkartmadığını söyleyebiliriz. Filmin en büyük sorunu senaryoda ve heyecan yaratmayan karakterlerde.
Dünya, Medusa adı verilen oldukça yıkıcı bir nükleer silahın kullanılması sonucunda, neredeyse yok olma noktasına gelmiştir. Yok oluşun kıyısından dönen insan neslinin torunları için yaşam, atalarınınki kadar kolay olmamaktadır. Dünya neredeyse koca bir düzlükten ibaret hale gelmiştir. Kasabalar, şehirler, hatta ülkeler kalmamıştır. İnsanlar yüzyıllar önce meydana gelen kıyametin ortaya çıkarttığı hurdaları birleştirerek yürüyen şehirler inşa etmiştir. Ancak doğa yasaları, besin piramidi hala devam etmektir. Yaşamaya devam edebilmek için büyük olan küçük olanı avlar. Büyük şehirler küçük şehirleri yutar, ihtiyaç duyduğu kaynağı küçük şehirlerden sağlar ve yoluna devam eder.
Ölümcül Makineler oldukça etkileyici bir girişle, Londra, ya da “Predator” adı verilen devasa hurda şehrin küçük bir şehri “avlamaya” çalıştığı bir sahne ile başlar. 15, 20 dakika süren bu sahneyi izlerken “hımmm enteresan bir hikaye, etkileyici bir giriş” diye aklımdan geçirdim. Filmin tek yapması gereken şey bu etkileyici başlangıcı filmin geneline yaymak ve ilgi çekici dünyaya izleyiciyi sokabilmekti. Ancak ne yazık ki filmin ilerleyen bölümlerinde bunlardan hiç biri olmadı. Hera Hilmer‘ın canlandırdığı Hester Shaw karakterinin intikam hikayesi, filmin merkezine konumlandırılmış. Ancak ne Hester Shaw karakterinin içini doldurulabilmiş ne de, bu intikam hikayesini heyecanla takip etmemiz sağlanmış.
İntikamın hedefi durumundaki karakter Hugo Weaving ( V for Vendetta, Matrix, Yüzüklerin Efendisi filmlerinden tanıdığımız hafif kel abi) yaldır yaldır saçları ve başarılı oyunculuğu ile yine Holywood’un hırslı kötüsü klişe karakterini oldukça iyi resmetmeyi başarmış. Hırslı kötü diyorum çünkü, Hugo Weaving’in canlandırdığı Thaddeus Valentine karakteri, yürüyen şehir Londra’yı kontrol etmeye ve kötü emelleri için kullanmaya çalışıyor. Filmin ana karakteri Hester Shaw ise, spoiler içeren bir sebep yüzünden Thaddeus Valentine karakterinin peşine düşüyor. Bu amaç doğrultusunda, Jilhae‘nin canlandırdığı enteresan kaçak Anna Fang ve Robert Sheehan‘ın canlandırdığı, tekniker Tom Natsworthy‘den yardım alıyor ve macera başlıyor. Burada yüzüklerin efendisindeki yol-macera-yoldaşlar formülünü de hissetmedim değil. Hatta görsel olarak da zaman zaman benzerlikler hissediyorsunuz. Aksiyon anında kullanılan kamera açılarından, renk paletine kadar.
Filmin dünyası, görsel efektler kostümler ilgi çekici dursa da, hatta bana biraz Bioshock ve Dishonored evrenini hatırlatsa da, hem klişe bir hikayenin işlenmiş olması, hem de ana karakterlerin ilgi çekicilikten uzak olması, işlenen hikayeyi takip etmek için istekli olmanızı engelliyor.
Filmin temposu son yarım saat içinde oldukça yükselse, kaçma kovalamacadan ibaret olan aksiyon sahneleri biraz daha çeşitlendirilmiş olsa da, hikaye çok fazla ilginizi çekmediği için bu sahneler de etkileyiciliğini yitiriyor. Filmin, ana karakter de dahil bence en ilgi çekici karakteri android robot karışımı tuhaf bir varlık olan Shrike‘dı. Ünlü oyuncu Stephen Lang‘ın canlandırdığı Shrike karakteri, insan olmamasına rağmen, filmdeki diğer karakterlerden daha ilgi çekici ve heyecan verici bir karakter olarak dikkat çekiciydi. Ancak Shrike karakterinin de hikayeye dahil olması ve ana karakter Hester Saw ile olan bağının oldukça yüzeysel işlenmiş olması, “harcamışlar güzelim karakteri” dedirtti. Kanımca Shrike karakteri filme çok daha erken girmeliydi. Filmin duygusal ve daha derin yanını anlatan Shrike, Hester Saw ilişkisi ve ikili arasında geçen, duygu, ruh, insan olmak temelli ilişkinin altı daha derin çizilmeliydi. Hatta filmin ana hikayesi, bu ikili bile olabilirmiş ama olmamış.
Yönetmen daha çok tempolu, kaçma kovalamacalı, patlamalı, kahramanlık hikayelerinin olduğu Holywoodvari bir “eğlence” filmi yapmak istemiş. Bunu da başarmış mı? Orası soru işareti. İlgi çekici bir romandan uyarlanan film, kitabın ilgi çekici yanını sadece bir sos olarak almış, vasat bir senaryo ile birleştirip klişelerle dolu bir film ortaya çıkartmış. Yine güzel bir kaynak kötü değerlendirilmiş. Oldukça iyi bir başlangıç yapan film, ne yazık ki giriş sahnesindeki heyecanı filmin geneline yaymayı başaramamış. Ancak hikaye derinliği aramıyorsanız, görsel efektlerin fena olmadığı, zaman zaman düşse de temponun belirli bir seviyeyi koruduğu “izle geç” aksiyon filmi istiyorsanz. Ölümcül Makineler’i seveceksiniz.