Oynanması Gereken Macera Oyunları #7 (Makale)
Nostaljik macera oyunları kuşağının bu haftaki onur konuğu bir LucasArts yapımı. 1995 yılında piyasaya sürülen bu oyunun en büyük özelliği ise LucasArts’ın alıştığımız mizahının yerine daha ciddi bir kurguya sahip olması. Bu oyunun adı The Dig ve basit bir “dünyayı kurtarma operasyonu”ndan çok daha fazlasını sunduğuna emin olabilirsiniz.
The Dig’in hikâyesinin çıkış noktası aslında hiçbirimize yabancı değil. Dünyaya çarpmak üzere olan meteor klişesine Michael Bay’in yönettiği Buruş Vilis’i, yeni Batman Ben Affleck’li, Elf olmadan önce Liv Tyler’lı, her filmde gördüğümüz ama adını bilmediğimiz Steve Buscemi’li, Yeşil Yol ile tanıdığımız koca adamlı, Jackie Chan’ın ekürisi Owen Wilson’lı ve Prison Break’ten Mahone’lu Armageddon filminden zaten konuya aşinayız. 90’larda herhalde modaymış ki meteor olsun asteroit olsun sürekli bir şeyler sevimli dünyamıza çarpıyordu:)
Her şey Borneo’da bulunan bir radyo teleskopu ile dünyaya yaklaşan bir asteroitin keşfedilmesi ile başlıyor. Çarparsa dünyayı yok edecek olan asteroite Hun İmparatoru Attila’nın adı verilir. Asil bilim adamlarının aklına da Attila’ya bomba yerleştirip yörüngeden çıkarmak gelir. Bruce Willis ve ekibinden önce Atlantis Uzay Mekiği ile asteroitin ipini çekmek için beş kişilik bir ekip tertiplenir. Komutan Boston Low, Alman arkeolog Doktor Ludger Brink, Dilbilim uzmanı ve muhabir Maggie Robbins, NASA teknisyeni Cora Miles ve pilot olan Ken Borden bir araya gelerek dünyayı kurtarmak için yola koyulur.
Low, Brink ve Robbins asteroite daldıktan sonra bombaları yerleştirip patlatır ve planlanıldığı gibi Attila’nın yörüngesi değiştirilir. Görevlerini başarı ile tamamlayan astronotlar tam Attila’ya veda etmeye hazırlanırken asteroitin içinin boş olduğunu keşfederler. Evime gideyim, çoluğuma çocuğuma, sevgilime kavuşayım demek yerine ekip “hadi gidip bi inceleyelim” der ve kendilerini asteroitin içindeki boşluğa atlarlar. Ansızın asteroit 3 boyutlu beşgen şeklinde (Dodekahedron) bir yapıya dönüşür ve inanılmaz bir hızda uzayın derinliklerine doğru yol alır. Low, Brink ve Robbins’in uzay mekiğinde bulunan Miles ve Borden ile bağlantısı da doğal olarak kesilir.
Ekip nihayet yapıdan çıkabildiğinde kendilerini yabancı bir gezegende bulurlar. Kendilerini ada görünümlü bambaşka bir gezegende bulan üçlü doğal olarak neye uğradığını şaşırır ve etrafı araştırmaya koyulurlar. Araştırdıkça teknolojik yapılara da rastlayan Low ve ekibi bunları uzaylı bir yaşam türünün kanıtları olarak görürler ama bu uzaylıları bir türlü bulamazlar. Üç insan terk edilmiş gibi görünen bir gezegende uzaylı teknolojisi ile inşa edilmiş kompleks şeklinde bir yapıda yalnızdırlar ve belki de patlatma işleminden sonra dünyaya dönmedikleri için çok pişmandırlar. Onları eve giden yola yönlendirecek kişiler de elbette bizlerizdir.
Birkaç sene önce ScummVM ile The Dig’i ilk oynamaya başladığımda beni en çok etkileyen tarafı atmosferi olmuştu. Dediğim gibi 95 yılında sahneye çıktığında The Dig’i diğer macera oyunlarından ayıran şüphesiz tarzıydı. O dönem diğer macera oyunları genelde ya komedi türünde ya da kara mizah şeklindeyken The Dig filmlere yaraşır senaryosu ile türe farklı bir soluk getirmişti. Zaten ilginçtir ki The Dig aslında Steven Spielberg tarafından “Amazing Stories” adlı televizyon programı için tasarlanmış ama yapım maliyetleri fazla olduğundan iptal edilmişti. Yaklaşık on sene gibi bir süre sonra da LucasArts konuya el atmış ve oyun olarak tasarlamış. Yani filmlere yaraşır senaryosu derken abartmamışım:)
Komutan Low’u kontrol ettiğimiz oyun LucasArts’ın ünlü SCUMM grafik motoru ile geliştirilmiş bir yapım. Dolayısıyla oyuna çizgi roman tarzında grafikler hâkim. Lakin çizgi roman tarzında olmalarına rağmen öyle abartılı veya eciş bücüş karakterler yok oyunda. The Dig bizlere gerçekçi bir atmosfer sunuyor ve yabancı bir gezegende, dünyanın çok uzaklarda kaldığının hissini, o yalnızlık hissini çok iyi yansıtıyor. Low, Brink ve Robbins’in etrafı araştırması, bunu yaparken uzaylı teknolojisini keşfetmeleri ve en önemlisi giderek artan tedirginlik ile stres oyuna çok iyi yansıtılmış. Oyunda ilerledikçe karakterlerin ruh hallerinin değiştiğini görmek (örneğin Brink’in kendisini uzaylı teknolojisine kaptırarak giderek gerçeklikten uzaklaşması) ekran başındakileri de rahatlıkla etkileyebiliyor. Bunda yapımın müziklerinin de büyük bir payı var diyebiliriz. Gerçi The Dig’te müzikten ziyade arka plan efektleri ve sesler ön planda ama bunlar bile yeri geldiğinde tüylerinizi diken diken etmeye yarıyor. Bu arada The Dig’in oyundan ayrı Soundtrack albümü olan ilk LucasArts yapımı olduğunu da belirtmek isterim. Ve seslendirmelerde de Robert Patrcik (Terminatör 2’deki bizim deyimiz ile cıva adam), Steven Blum (Amerikalı ünlü anime/video oyunu seslendiricisi. Örnek olarak Cowboy Bebop’un Spike Spiegel’i ve God of War’ın Ares’i) gibi ünlü isimler bulunmakta.
Kontroller bakımından eski macera oyunlarında bulunan ayrı ayrı göz için inceleme, almak için el gibi komutlar yok. Gerçi bu tarz macera oyunları doksanların başından itibaren yerini tek tık ile tüm aksiyonları gerçekleştirmeye bırakmaya başlamıştı. Kısacası tek bir tuş ile tüm işlemlerimizi gerçekleştirebiliyoruz ve sağ tuş ile beliren envanterle elimizde ne var, ne yok göz atabiliyoruz. Fakat şunu söylemeliyim ki The Dig’in bulmacaları zorlayıcı. Oynadığınız süre boyunca birçok mekân gezeceksiniz ve kimi zaman neyin ne olduğu birbirine girecek. Envanterde topladığınız nesnelerle gerçekleştireceğiniz yapboz tarzı bulmacalardan uzaylı teknolojilerini çalıştırmaya kadar envai çeşit bulmaca karşınıza çıkacak. Benim tavsiyem sabırlı olun, Brink ve Robbins ile de bol bol konuşmayı ihmal etmeyin. Her ne kadar ikili kendi dünyalarında olsalar bile ipuçları bakımından sizlere faydalı olacaktırlar.
Günümüzde The Dig’i benim gibi nette sitesinden sorunsuzca bulabileceğiniz ScummVM emulatörü ile rahatlıkla oynayabilmeniz mümkün. Her ne kadar bulmacaları ile sabrınızı test etse de atmosferi ve hikâyesi bakımından buna değdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Haftaya Oynanması Gereken Macera Oyunları kuşağının kurallarını biraz esneterek nostaljik sayılmayan ama yüzde yüz macera oyunu klasiklerinden sayılan bir yapıma değineceğim. 90’lardan 2000’li yıllara geçiş yapacağımız önümüzdeki haftamızın konuğu Syberia serisi.