Makale

Oyun Akademisi #11

Oyunlar bizim için ne kadar önemlidir? Hayatımızın ne kadarını kapsarlar? Geçtiğimiz haftalarda size Braid’in öyküsünü anlatmıştım, nasıl bir dönemden geçtiğimi ve bu dönemi atlatmamda bana Braid’in ne kadar yardımcı olduğundan bahsetmiştim, bu hafta da benzer bir konudan bahsetmek istiyorum.

Braid kendimi bulduğum bir oyundu, bütün karakterimle benimsediğim ve bir o kadar içselleştirdiğim bir hikayeye sahipti, şimdi bu denklemi alıp tersine çevirelim; tamamen sizi yabancılaştıran oyunlardan bahsedelim.

Mutlaka hayatınızın bir döneminde oynamışsınızdır, sizi deşarj eden, ruhsal olarak bütün sinirinizi stresinizi boşalttığınız ve tamamen kendinizin zıttı olduğunuz bir dünya. Benim için bu dünya Lionhead’in Black and White’ta yarattığı dünyaydı.

Tanrı simülasyonları gerçekten enteresan, çoğul kullanıyorum, tabii bu konuda elimizde çok fazla örnek yok fakat, güç verildiğinde insanoğlunun neler yapabileceğinin çok enteresan bir kanıtı gerçekten. Black & White oyuncularının büyük bir kısmı oyunun içinde neler yapabileceklerini fark ettiklerinde kontrolden çıkmaya çok meyillidir, çünkü sonuçta, sizi kontrol edecek bir varlık yok, sizi dengeleyecek başka bir oyuncu yok, kişisel fantezi bahçenizde tek güçlü ve tek esas sizsiniz, bu ilk çıktığından beri benim oldukça dikkatimi çeken bir konsept olmuştu.

Black & White’ı bir kere bile kötü bir Tanrı olarak bitirmedim, bir kere bile tek bir insanıma kasten zarar vermedim, bir şekilde bunu yapamadım, çünkü çok mantıksız olduğunu düşünüyordum, sonuçta ben kadim, gücü sonsuz bir varlıktım ve acı vererek elde edebileceğim bir şey yoktu.

İşte tam bu noktada çok garip bir deşarj yöntemi buldum, sabahları küçükken oyunun başına oturur ve elimden geldiğince halkıma yardım eder, iyilik yapmaya çalışırdım. Bizi temsil eden el ne kadar iyilik ve ne kadar kötülük yaparsak ona göre renk ve şekil değiştirirdi, ben ise her gün avatarımın parlamasını sağlamaya çalışırdım. Ben ve yaratığım, sabahtan akşama kadar, bir şeyler başarmak için uğraşırdık, bir fark yaratmak için.

Bu gerçekten garip bir psikozdu, siyah-beyaz dışında ahlaki anlamda gri bölgelere sahip olmadığım yaşlardı ve çocuk değerlerimle kendimi gerçekten iyilik yapmaya adamıştım, bunu yaptıkça sanki dünyayı bir şekilde gerçek anlamda değiştirebileceğimi sanıyordum, bu sebeple oyunda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım, kimi zaman başardım, kimi zaman başaramadım.

Bütün Black & White tecrübesi boyunca asla “Black” tarafını görmedim, benim için tek taraftan ibaret olan oyun, Black & White 2 geldiğinde de aynı şekildeydi, değişen bir şey olmamıştı, savaşmak bile istemiyordum, elimde o evrenin bütün güçleri vardı fakat ben bu güçleri kötüye kullanmayı bir kez bile istememiştim.

Bu olayların bir şekilde beni etkilediğine inanmak istiyorum, insan olarak olsun, oyuncu olarak olsun, ben de bir takım, beni bırakmayan etkiler yarattığına inanıyorum. Rol Yapma Oyunlarına bu kadar çekilmemin sebebinin altında bu tarz oyunların yatmasına bağlıyorum.

FPS sevmediğimi köşeyi takip edenler bilirler, FPS sevmiyorum çünkü birini öldürme fikri, özellikle bunu ateşli silahla yapma fikri beni çok rahatsız etmekte, Dishonored, BioShock gibi daha stilize ve arkasında bir fikir olan FPS’leri oynarken aynı hissiyatı yaşamıyorum fakat özellikle Call of Duty, Medal of Honor gibi oyunlar beni inanılmaz rahatsız ediyor, izlemesi olsun, oynaması olsun, hiç sevmiyorum diyebilirim.

Rol Yapma Oyunlarında ise bunları engelleyebiliyorum, seçimlerim oluyor, kötü tarafta oyunları bitiremememin en büyük sebeplerinden birisi “iyiyi yapacağım” takıntısı oldu, çok saçma ve garip gelebilir fakat, dijital dünyalarda bile kötülük yapmaya gönlüm el vermiyor!

Tabii insan yaşamının sonuna kadar çocuk kalmıyor, size yapılan şeylerin çoğunu siz de yapmamak için ekstra çaba sarf etmeye başlıyorsunuz, ihanete uğramışken intikam almamak gibi şeyler ise gerçekten ciddi karakter ve bilgelik gerektiren olgular, bazen ben bunları taşımadığımı düşünüyorum, sözün özü şudur ki, yaşla beraber ahlaki gri bölgeleriniz genişlemeye başlıyor, bir yerden sonra olayları siyah beyaz olarak görmüyorsunuz, sadece grinin farklı tonları ve bu tonlar içinde en açık olanları fark etmeye çalışmak bir yaştan sonra yoruyor, bu sebeple işinize gelen gri tonunu seçmeye başlıyorsunuz.

Oysa hayat keşke hep Black & White’ta gösterildiği kadar keskin olsaydı, sadece tek bir doğru, tek bir yanlış olsaydı cevap kağıdında.

Bütün bunları düşündürdüğü için Molyneux’ün Black & White’ı bence başlı başına bir şaheserdir benim açımdan.

Bir yazının daha sonuna geldim sanırım, buraya kadar okuyan herkese teşekkür ediyorum, gelecek hafta Oyun Akademisi’nde ne yazmamı istersiniz? Merak ettiğiniz konular, irdelenmesini istediğiniz oyunlar var mı? Varsa gunhan@merlininkazani.com’a gönderin ben sizler için yazısını yazayım, sevgiler saygılar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu