Makale

Oyun Akademisi #16

Geçtiğimiz haftalarda Oyun Akademisi’nde bu konuya ucundan
değinmiştim fakat söyleyeceklerimin bitmediğini fark ettim, bu sefer “hayatımız
oyun” kısmından değil “oynayan insan” tarafından bahsetmek istiyorum.

Oyun oynamak enteresan bir şey, kendisine oyuncu sıfatını
takan insan, bir yerden sonra bütün bu oyun yapısına öyle çok alışıyor ki,
hayattan keyif alabilmek için onu kendi içinde bir şekilde oyunlaştırıyor. Bu
oyunlaştırma durumu sadece bizim zamanımıza ait bir olgu değil üstelik.
İnsanlığın ilk zamanlarından beri bir şekilde varoluşa dahil olan, oldukça
enteresan bir konsept.

Neden oyun oynuyoruz? Neden oyun oynama ihtiyacı duyuyoruz
veya bir şekilde oyunları kendi içimizde doğalımıza katıyoruz, ya da zaten olan
bir şeyi tekrar keşfediyoruz kendi davranışlarımızın içinde?

Bu soruların evrensel cevaplarını veremeyebilirim fakat
kendi içimde neden oyun oynadığımı sorduğumda, bir şeylere ulaşabildiğimi fark
ettim. Oyun oynamak bir şekilde kendi düzenini, kendi doğrunu yaratmakla ilgili
bir şey.

Doğumu ve yaşamı toplumun standartları üzerinde şekillenmiş bir insan
olarak, en azından kendi istediğimiz şekillerde ve kendi kurallarımızla oynama
özgürlüğüne sahip olmak , bir şekilde işin içine hayalleri ve fiziksel
sınırları koyarak, bu sınırları bükerek tamamen farklı bir gerçeklik
yaratabilmek. Buna kaçış psikolojisi diyebilir miyiz? Sanmıyorum, en azından
bütün bu durumun kaçış psikolojisine oldukça “fazla” geldiğini düşünüyorum.

Tabii bu bilgisayar oyunlarının hepsine uyarlanabilir bir
durum değil, daha çok oyun kavramının kendisiyle alakalı. Peki ama bilgisayar
oyunlarına uyarladığımız vakit nereden bakıyoruz duruma? Çeşitli kodlar ve
hikayeler çerçevesinde sınırlandırılmış, kar amacı güden çoğu oyun artık bunu
desteklemezken, daha çok his odaklı, duyguların uyarılması için oldukça uç
noktalara ihtiyaç duyan insan psikolojisine istediğini verebilen yapımlar
olarak, ne kadar oyun ismini hak ediyorlar, bence bu oldukça tartışmaya açık
bir konu.

Değişen zamanlar ve değişen insan rolleri, şüphesiz insanın oyunlarla olan bağlantısını değiştirmişken, bazı şeyler aynı kaldı. Hala oyun oynamayı seviyoruz, daha doğrusu, içinde oyun lafı geçtiği vakit merak kabartıyoruz, onunla ilgilenmek istiyoruz. Bir şekilde oyun denildiğinde, insan evladı çabuk uyarılıyor.

Oyun oynayan insan ise hayatın her yanında oyun oynamayı seviyor. İlişkilerinde, kariyerinde, topluma açık alanlarda, topluma kapalı alanlarda. Her tarafta oyuncuyuz, her yanımız oyun. Peki ama oyunun sonu nerede? Yaşamın oldukça içinde olan oyun, bazen yaşam kadar büyük, bazen ise yaşamın kendisi.

Konuyla ilgili Johan Huizinga, Oynayan İnsan’ı yani Homo Ludens’i aynı isimli araştırma kitabında oldukça güzel bir şekilde açıklamış. 1955 Yılında basılan bu kitap, konunun video oyunlarından önce çoğu insan tarafından dert edinildiğini açıkça göstermekte.

 Huizinga oyunun kültürden daha eski olduğunu fakat doğru düzgün açıklanamadığını söylerken, en önemli faktörlerinden birinin eğlence olduğunu belirtir.  “Kelime ve fikrin bilimsellikten veya mantıksal düşünceden değil, yaratıcı dilden doğduğunu söyleyen Huizinga, sayılamayacak kadar iletişim tekniğinin sürekli olarak yeniden doğduğunu önerir.

Oyun kelimesi pek çok dilde ve pek çok kültürde farklı anlamlara gelebilir fakat yaşam içinde, insan içinde bence henüz tam olarak açıklanamayan, oldukça geniş ve önemli bir noktayı kaplamakta.

Bu iletişim denizinde milyarlarca farklı ruh arasında iletişim yöntemlerimizden sadece birisi olan oynamak, herkes için en temel anlamında bir gereklilik ve ihtiyaç olarak, yaşamımızda bulunacaktır.

Oyunun formu ne kadar değişirse değişsin, oynayan insan, oynamaya devam edecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu