Makale

Oyun Akademisi #27

Yepyeni bir Oyun Akademisi’nde yine karşınızdayım. Bu hafta yeni ofisimizden yazıyorum bu satırları sizlere, eski Merlin ofisini çok seviyordum, burayı da zamanla severim umarım. Üç katlı, daha büyükçe bir ofis, bol bol nefes alacak yeri, çalışacak alanı var, bütün bunlar güzel şeyler tabii.

Bu haftanın konusuna geçmek istiyorum şimdi, benim için oldukça önemli bir konu; yeni jenerasyon. Son iki aydır yeni jenerasyon haberlerine boğulmuş durumdayız, hem ofiste hem de arkadaşlarımla sürekli olarak bunun muhabbetini yaparken, yeni jenerasyonun artılarını ve eksilerini kafamda sıralamaya başlamadım bile (varsa).

Benim oyunlarda ilgilendiğim en önemli şey her zaman hikaye olmuştu. Hikaye her şeyin başlangıcıdır. İnsanların kendi hayatlarında yaşadıkları bütün acılarda, bütün ilişkilerde esas olan aslında hikayedir. Peki ama neden hikaye? Her şey yaşanıp bittiğinde ve geride iyi kötü bazı şeylere dair kırıntılar kaldığında bu ne anlama geliyor?

Oyunlar ve hayat birbirinden çok ilintisiz kavramlar değil. Bir yandan oyunlar, diğer yandan hayat ve bu iki kavramın yan yana paralel ilerleyişi bizim kişisel hikayelerimizi, kimi zaman ise kendi mitolojilerimizi yaratmamıza neden olmakta.

Bütün her şeyi anlamlandırmaya çalıştığımız vakit elimizde genellikle sıfırla kalıyoruz, her şey sıfırdan çıktığında ise en fazla iki ileri gidebiliyoruz, eninde sonunda hepimiz kişisel tarihimizi, kırıklıklarımızı ve mitolojilerimizi tekrar baştan canlandırmaya mahkumuz.

Bunu nereden mi biliyorum? Oynadığım binlerce oyun ve bu oyunların hikayelerini geçtim, tanıdığım binlerce insan ve onların hikayelerinden biliyorum, kimi zaman bu iki grubu karşılaştırıyorum kafamda ve elimde tanıdık acılar, tanıdık mutluluklar ve bir o kadar birbirinden uzak olaylar silsilesine tanık oluyorum. Erkek bir kadını sever, kadın başkasını, erkek gönlünü kadına kaptırır, kadın başkasını delicesine ister, bu zincir bir adım geriye indirgenir, kadını isteyen erkeği isteyen başka bir kadın mutlaka vardır, bütün bunlar kendisini kuyruğundan yemeye çalışan çember çizen bir yılan gibi birbirini takip eder, bunların gerçekleşme sürecinde olanlara ise yaşam adını veririz.

Peki bütün bu bahsettiklerimin yeni jenerasyon oyun teknolojileri ve oyun şirketlerinin bize E3’te pompaladıkları küçük heyecan parçaları ile ne ilgisi var? Çok ilgisi var aslında. George Lucas geçtiğimiz günler de oldukça çapsız bir laf etti, oyunların bir spora dönüştüğünü ve kontrol cihazını elinize aldığınız an hikayelerin ruhunu kaybettiğinden dem vurdu.

Şimdi bunun ne kadarına katılıyorsunuz bilmiyorum fakat bu bence dünyanın en riyakar sözlerinden biri. Hikayeleri anlamsızlaştıran insanlardır, eğer ortada güzel bir hikaye varsa, bunu irdeleyip gerçekten ne anlatılmak istendiğini, hangi metaforlardan faydalanıldığını ve hangi yöntemlerle değerlendiğini anlamak yerine bunu itibarsızlaştırıp çok basit bir şekilde hor görmek mümkün. Romeo ve Juliet’e basit bir aşk hikayesi deyip geçebilirsiniz, Akira Kurosawa’nın işlerine “Sıkkın ve depresif bir yaşlı adamın Japon düzeni üzerinden hayata eleştirileri” diyebilirsiniz fakat bu sizin ne kadar bazı şeyleri alabilme kapasiteniz olduğu ile alakalıdır.
Kısacası, çapınızla.

Oyun dünyasından bu konsepti anlayan pek çok sağlam yapımcı ve tasarımcı yetişti son dönemde, bu kervanın arasında sinema yönetmenleri, senaristler ve müzisyenler de bulunmakta. Oyun kısmında bunlardan biri şüphesiz Quantic Dream’in amirali David Cage. Çoğu yapımcının lineer düşünceleri aksine, oyunlar konusunda oldukça geniş bir anlayışı benimseyen Cage, Fahrenheit, Heavy Rain gibi klasikleri hayata geçirerek oyun dünyasına başka bir anlayışın mümkün olabileceğini göstermiş yegane isimlerin arasındadır.

Oyunlar ve yaşam, birbirinden çok bağımsız gibi görünen bu iki kavram, o kadar da uzak değil. Oynarken yaşıyoruz, yaşarken oynuyoruz. Yeri geliyor bazı insanları, yeri geliyor bazı olayları oynuyoruz, oynanıyoruz, kayıt noktaları olmadan, tek jetonlu bir oyunun içerisindeyiz, günün sonunda, her şey bitip her insan geçmişte kaldığında, önemi olan tek şey, ardımızda bıraktığımız hikayeler olacak.


Not: Görseller Preacher isimli bir çizgi romandan, benim en sevdiğim hikayelerden biri mesela, bulabilirseniz siz de kesinlikle okuyun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu