Oyun Akademisi #4
Oyun Akademisi size oyun dünyasında iyi tasarımları ve o bilindik nostalji duygusunu dijital satırlar arasında taşımaya devam ediyor. Geçtiğimiz hafta hatırlarsanız Black and White ve Molyneux oyunlarından bahsetmiştim. Bu hafta ise başka bir klasik olan Vampire: The Masquerade – Bloodlines’tan bahsedeceğim.
Öncelikle Bloodlines’ın kendi başına orijinal bir fikri-mülk olmadığını belirteyim. Bloodlines, White Wolf firmasının “World of Darkness” yani karanlıklar dünyası kurgusunun, Vampire:The Masquerade kurulumunun üzerine yapılmış bir oyundur. Şüphesiz Bloodlines’ın bu kadar iyi bir oyun olmasının ardında ise bu projeye şekil veren dünyanın en iyi stüdyolarından birisi olan Troika vardır. Troika Bloodlines projesini aldığında daha önce emsal olarak sadece Redemption isimli başka bir Vampire oyunu vardı. Redemption izometrik kamerası, farklı zamanlarda geçişleri ile anlattığı hikayesi ile oldukça başarılı bir başka Vampire oyunuydu fakat çıktığı dönem ve yapısı itibariyle oldukça kısıtlı bir kitleye hitap etmişti. Bu tamamen Redemption’ın şanssızlığıydı.
“Venture binasını kaçınız hatırlıyor?”
Öte yandan Vampire: The Masquerade’i ele alalım, Bloodlines çıkacağı zaman Source motorunu kullanan ilk orijinal oyun olarak lanse edilmişti, hikayesi, atmosferi, karakterleri, görsel sunumu ve geri kalan bütün öğeleri inanılmazdı. Olay örgüsü öyle güzel işleniyordu ki oyunu oynarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordunuz. İlk dakikalarından itibaren sizi içine çeken sürreal atmosfer ve bu atmosferle birlikte gelen karakterler her sahnede oyunu bir adım yukarı çekiyordu, gerçekten benim oynadığım en güzel oyunlardan birisiydi Bloodlines.
Bir oyunu temalandırmak ne kadar önemlidir? Sorusunun yaşayan kanıtı olan Vampire:The Masquerade, bulduğu cevabı oldukça iyi kullanmayı bilmişti. Oyunun ilk bölgesi olan Santa Monica’da başladığınız da otoparktan sahile indiğiniz ilk görevleri hatırlayın. İki polisin yağmurlu Los Angeles havasında sigara içerken bahsettikleri katilin hikayesi, diyalogların gerçekçiliği, Santa Monica iskelesine asılı cesedi ilk gördüğünüz an aklınızda oluşan ihtimaller. Korku öğesini çoğu zaman hayal gücüne bırakıyordu Bloodlines ve iyi ki böyle yapıyordu. O katili görmek, o katili yaşamaktan daha az korkutucuydu çünkü ve Troika insanları neyin korkuttuğunu iyi
çözmüştü.
Bloodlines’ın oldukça bug’lı, tamamlanmamış bir oyun olduğu gerçeğine rağmen, bu kadar şeyi yaşatabilmesi bence bir başarı. Oyunun bunca hatasına ve tamamlanmamış olmasına rağmen insanların sadece anılarını ve iyi deneyimlerini konuştuğu bir oyun olması bu hataları göz ardı edebilecek kadar oyuncular tarafından sevilmesi, her şeye rağmen Troika’nın ne kadar başarılı bir iş yaptığının göstergesidir.
Bu başarının arkasında bulunan bir sebepte oyunun ilk 1 saatinde yaşadıklarınızın tekrara bağlamayıp, tamamen yeni pencereler açmasıdır. Her anlatılan hikayede bulunabilecek yeni nüanslar, orijinal konseptler, korku kavramının parçalanıp tekrar tanımlanarak oyuncuya verilmesi. Kısaca devamlılık. Hikayenin son dakikasına kadar neler olacağını merak ediyorsunuz, hangi tarafın haklı olduğunu düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Anarch’lar gerçekten özgür bir Kindred toplumu istiyorlar fakat Camarilla olmadan hepsini nasıl kontrol edebilecekler? Camarilla bu düzeni ne kadar devam ettirebilir? Sabbat konusunda bize anlatılan kadarıyla mı yetinmeliyiz, gerçekten onlar düşman mı? Gibi düşünceler arasında geçen saatler, Bloodlines’ı gerçekten çok özel bir yere koyuyor.
Öte yandan müzikler, müzikler gerçekten konsepte o kadar iyi uyan gruplardan oluşuyor ki, az, öz fakat yeterli. Bu yeterlilik, atmosfer ile birlikte harmanlandığında kendisini gerçekten oldukça hissettiriyor. Sahile vardığınızda çalan Darling Violetta – Smaller God, sizi sürekli olarak yabancı bir yerde gibi hissettiren Chinatown teması, oyunun sonunda hepimizin kulaklarında nostaljik bir yer eden Lacuna Coil – Swamped, bütün bunlar Bloodlines’ı efsane yapan öğelerdir.
“Vampire: The Masquerade 20.yıl versiyonunu anmamak olmazdı”
Tabii ki karakterlere dokunmadan edemem. Bu konuda Troika’nın yazarları gerçekten parlamış. Bloodlines’ta hikayeniz boyunca tanıştığınız her karakterin apayrı bir hikayesi var, her karakter derken, alışveriş yaptığınız NPC’lerin bile. Kibar, egoist ve kendini beğenmiş Prens LaCroix olsun, gizemli, nereden geldiği bilinmeyen, güçlü ve galesiz “Gülümseyen” Jack olsun, kendini davasına adamış Nines Rodriguez, çift kişilikli Therese / Jeanette Voerman, Şişko Larry, kaypak ama aynı zamanda sadık Mercurio, erotik ve insancıl Velvet Velour olsun, hepsi içimizde apayrı yer etmiş karakterler. Şimdi Amerika’da bir taksiye binseniz ve şoför size “Where to?” dese, gülümsersiniz, neden gülümsediğinizi bir siz bilirsiniz! Ocean House’tan ise bahsetmeye bile gerek duymuyorum!
Bütün bu güzel anılar ve bize hediye edilen harika macera için Troika ve White Wolf’a büyük bir teşekkür borçluyuz doğrusu, 2004’ü bizim için unutulmaz bir yıl haline getiren Vampire: The Masquerade – Bloodlines gibisi bir daha gelir mi bilmiyoruz fakat oyun tasarımı konusunda ders olarak okutulması gereken nadir yapımlardan birisiydi. İşin en üzücü kısmı Troika’nın Bloodlines’tan sonra kapanmasıydı, bunu hak etmiyorlardı, kesinlikle bunu hak etmiyorlardı fakat ne yazık ki durum ortadaydı, Bloodlines gibi bir efsane Troika’yı kurtarmaya yetmemişti.
“Chinatown unutulmaz!”
Şimdi Troika’da çalışan ekip farklı şirketlere dağıldı, kimisi Interplay’de, kimisi Obsidian’da kimisi ise Blizzard’da. Bu insanlar, bir efsaneye imzalarını atıp, hepimize iyi anılar verdikleri için, nerede çalışırlarsa çalışsınlar, bunun gururunu taşıyan insanlar olacaklar.
Evet, böylece bir Akademinin daha sonuna geldik. Oyun Akademisi gelecek hafta ilk dosya konusuyla sizinle beraber olacak.