Oyun karakterlerinin kapışması
Sevgili Merlin okurları… Şimdiye kadar sizlere genel olarak gelecekten bahsettik, çıkacak oyunları tanıttık, bomba haberleri ilk olarak bizden duymanız için yerin kulağı olduk. Lâkin düşündük ki eskiyi hatırlamak, eski üstadlara bir saygı geçidi yapmak bize iyi gelecek. Kimimizi eski zamanlarına götürecek bu durum, kimimizi ise bazı meraklarından kurtaracak. Lafı daha fazla dolandırıp sizi merakta bırakmayayım isterseniz, projemden bahsedeyim biraz. Bundan böyle her hafta tek bir ortak noktaları olan üç ayrı oyun karakterini aynı kefeye koyup tartacağım. Böylece, hem yeni yetme oyun kahramanlarıyla karşılaştırabileceğimiz bir baz olacak, hem de onları daha yakından tanıma fırsatımız olacak.
Elimizde başlık çok. En sinsi karakterler, en öldürücü karakterler, en komik karakterler, en konuşkan karakterler… Yelpaze geniş. Madem ki oynadığımız üç oyundan ikisinde hızlıca ada öldürüyoruz, o zaman yolumuzu öldürücü özelliğe yönelik seçelim. Ben de karar veremedim şu an sizinle konuşurken, beyin fırtınası ile belirleyeceğim. Öldürücü, ama nasıl öldürücü mesela? Ateşli silah kullanan mı olsun, büyücü mü? Bileğine mi güvensin, zekasına mı? Tamam ben kararımı verdim, haydi başlığımızı koyalım artık: Az konuşup, çok iş yapanlar.
Hangi üçlüyü seçtin?
En can alıcı kısım burası. İlk olarak Gordon Freeman’ın akla gelmesi gayet doğal. Benim için FPS’lerin ağa babası diyebileceğim HL evreninin M.I.T. diplomalı fizikçisi, toplam 4 oyun boyunca kurşun yediğinde bile inleme sesi çıkmayan dilsiz kişilik… Bunun yanı sıra ikinciyi de pek düşünmeden buldum, Hitman. Barkodlu keltoşumuzun dolabımızdaki iç çamaşırından fazla leşi var. Codename 47’nin pek derdini anlatma sorunu yok, çünkü genelde başkalarının ne düşündüğü umrunda değil.
“Önce öldür sonra soru sor, hatta yok yok, sorma boşver” mantığıyla işini yürüten kankamız, ancak bakışlarıyla demek istediğini anlatamazsa veya sonuca gitmesi için başkalarının da bazı şeyler gerçekleştirmesi gerekirse ağzını açıyor. Ki bu cümleler de genelde emir kipi oluyor. Üçüncü karakter olarak John “Soap” MacTavish’i seçtim. Eee elimizde bir suikastçı var, bir de doktor, üçüncüsü de ancak asker olursa biraz sertleşebilecek bir grup. İyi oldu iyi. “Ama bilmem kim vardı, onu niye yazmadın” dediğinizi duyar gibiyim. Ben bunları seçtim şimdilik. Merak etmeyin eninde sonunda herkesi bir gruba alıp çekiştireceğiz, önümüzde yeterince hafta, hafızalarımızda yeterince kahraman var.Ağzın çalışacağına elin çalışsın
Her fırsatta konuşan karakterler, sizi daha çok film izliyor havasına sokar. Önceden hazırlanmış bir yol vardır ve siz o yolda karakterinizin ayakkabılarıyla yürüyorsundur. Fakat kimileri vardır, ağzından cımbızla laf alırsınız. Aslında ben bu uygulamayı seviyorum. Böyle durumlarda oyun FPS olsa dahi, yönettiğiniz kahramanın sesi olmaması onun kişilik formülüne bir değişken daha ekler ve böylece onu oyuncudan oyuncuya türevlenen esnek bir hale sokar. Önceden hazırlanmış olan “senarist cevabını” kabullenmek yerine, konuşmalara karşı içinizden kendi cevabınızı verebilirsiniz. Kişiselleştirme ve bütünleşme daha rahat bir hale girer.
En basitinden “hazır mısın” diyen bir piksel amcaya oyunun kendinden “evet” cevabı verilmesi yerine bir sessizlik olursa ve amca sizin gözlerinize bakıp bir süre sonra gözlerini kaçırarak cevap almışçasına işine başlarsa alın size fırsat. İster “yok yahu amma adam kestim ha, hazır falan değilim” diyerek geçirin içinizden, ister yanınızdaki sizi izleyen arkadaşlarınıza gönderme içeren bir espriyi ortama salarak kıs kıs gülün. Sonuç: Atmosfer oluştu mu? Kesinlikle. Her oyuncu türüne ve farklı kişiliklere hitap etme şansı arttı mı? Kuşkusuz.
Bu üç kankam da sessiz hakikaten, ama bir o kadar da tehlikeli
Zaten ortak paydamız bu, bunlar dışında pek de benzeşmeyen tipler kendileri. Üçü de kendine has hikâyelere sahip ve yeterince pişmiş delikanlılar. İsterseniz kısaca bir geçmişlerine değinelim.
Gordon Freeman, 27 yaşında MIT’deki doktorasını tamamlamasının ardından kopup gelmiş bir entel görünümlü ayaklı karizma (Hulki Cevizoğlu esprisini yapmayacağım, HAYIR!). Black Mesa tarafından kendinden çok büyük şeyler beklenmesine rağmen ilk deneyinde ortalığı cehenneme çeviren fizikçimiz (sonradan anlaşılıyor ki bu zaten planlanmış bir sabotajdır), kalem kılıçtan keskindir atasözünün ne kadar yalan olduğunu anlayarak silahını kaptığı gibi başlıyor fütursuzca sağa sola sıkmaya.
Öncelikle arkada iz bırakmak istemeyen hükümet ajanlarını ve askerlerini yara yara yüzeye çıkıyor ve nasıl olduğunu anlayamadan kendini komplo teorilerinin döndüğü çok karışık bir dünya içinde buluyor. İnanın bana devasa HL evrenini bir kaç cümleyle anlatmam çok zor, fakat şunu söyleyebilirim ki Gordon kendinden beklenmeyen müthiş şeyler gerçekleştiriyor ve insanlık için çok kilit bir role bürünüyor.
Hitman ise Gordon’un tersine programlanmış bir öldürme makinesi gibi. İçgüdülerden çok, hesap yaparak öldüren bir klon. Hatırlayın ilk oyunda bir odada başlıyorduk ve hipnoz edici bir tonla aklımızı yıkamaya çalışan bir sese eşlik ediyorduk. Sorgulama hiç başlamadan bitiyordu, bize hangi isim verildiyse o şahıs kendini tabutta bilmeliydi. Başarısızlık bir seçenek, insanlık ise acımak için bir gerekçe değildi. Sessiz olmalıydık, ardımızda iz bırakmamalı, her seferinde sıvışmalıydık ortamdan. Aynı çimendeki yılan gibiydik, planlı ve öldürücü. Soap gibi asker değil, suikastçıydık.
Ah evet, hey gidi koca Soap. Hepimiz onu çok sevdik, bağrımıza bastık. Onunla birlikte Rusya’nın topraklarına doğru maceraya çıktık. Savaşın ne kadar çirkin kuralları olan bir oyun olduğunu, seçimleri olmayan bir askerin gözünden izledik. Düşmanın gözünün içine bakma fırsatını yakaladık. Büyük seçimlerin ve ortak çıkarların karşısında ne kadar küçük olduğumuzu ve ne yaparsak yapalım bazı kötülüklerin bu dünyadan silinemeyeceğini öğrendik. İnsanın var olduğu sürece kendi kanını kendi elinden silemeyeceğini, acı tecrübelerle gerçeğe en yakın şekilde gördük. Ve o adrenalin patlaması, Soap’la birlikte bizi her yerde takip etti, son ana kadar.
Ortak noktanın yanı sıra farklardır bizi asıl yolculuğa çıkartacak bu üç kahramanımızın ruhunda. Ee, ne de olsa ayrıntılar farkı yaratır, değil mi?
Hepsinin kendi sebepleri var
Aslında şu kelimeyi pek sevmiyorum: Öldürmek. Çok taktık bu kelimeye son yıllarda. Filmde öldürenleri izliyoruz, oyunlarda ise biz öldürüyoruz. Ama ne yaparsınız, en popüler tema şu anda “vur kır parçala”, o yüzden en kaliteli yapımlar da bu tema üzerine. Üç silahşörlerimizin de ortak noktası sessiz ve ölümcül olmaları, ama farklı sebeplerden dolayı.
Gordon’a baş yaran ummadık taş dersek yalan olmaz sanırım. Sonuçta ondan uzay-zaman denklemleri dışında bir şey beklenmiyordu, fakat o imkânsız denebilecek zorlukları ustaca geride bıraktı. Analitik zekâsıyla ve şansının da yaver gitmesiyle yanlış yerdeki doğru adam haline gelen Gordon, gerekli olduğu için öldürdü. Leş olacak kişi ya kendisi olacaktı ya karşısındaki. Öldürmenin amacı “for greater good” denilen cinstendi. Uzaylılar desen zaten insanlığı dünyadan silmek için gelmişti, ki onlar hakediyordu toprak olmayı, düşman askerler desen ya işbirlikçiydi ya da kukla.
Hitman ise tam tersine suçlu suçsuz gözetmiyordu, amaç doğru olanı yapmak değil, istenileni doğru bir şekilde yapmaktı. Kafasında sorular oluşsa da o bir klondu ve görev demek hayatın amacı demekti. “Biz yapmasak yerimize başkası geçecek ve o yapacak, madem hâl böyle, parayı niye biz kazanmayalım” dedik ve etik yanlarımızı bir kenara bırakıp soğukkanlılıkla can almaya başladık.
Öldürdüğümüz adamlar, kötü adamlardı, fakat kötü olmak göreceli bir şeydi, bir kişinin kime göre kötü olduğu tamamen tarafların çıkarlarına bağlıydı. Eğer işverenin cebine giren parayı azaltan bir başka şahıs varsa, diğerinden önce davranan hayatta kalırdı ve mezardaki ceset kötü adam olurdu. Ne de olsa tarihi savaşı kazanan taraf yazıyor değil mi? Evet. Adil mi? Değil. Ama hayat bu mu? Malesef.
Askerin durumuna, “basit olduğu oranda karışık” demek istiyorum. Ne saçma bir cümle bu derseniz şöyle açayım; asker maddesel olarak rahattır ve verilen emri uygular. Kafa karıştıracak bir evresi yoktur ve her şey nettir. Lâkin iç dünyasında neler olduğunu ancak askerin kendisi bilebilir. Bir yere dünyayı kurtarmak için gittiğini sanan bir asker, daha fazlasını kazanmak için daha azını feda etme durumuna düşebilir.
Veyahut dökülmemesi gereken kanları, emir komuta zinciri yüzünden dökebilir ve bunun sonuçları kişilik içinde oluşan sonsuz kuyular olabilir. Belki de bu yüzdendir ki, Soap’u biz pek bir sevdik, kendimizden gibi gördük. CoD4’te tanıştığımız sessiz askerimizle hafiften Amerikan propogandasını hissetsek de, yine de savaşın iç yüzünü bütün gerçekliğiyle bize gösterdiği için minnettar olduk.
Öldürmek sanat mıdır, değildir midir?
Hepsinin elinde kan var, ama bu kan da farklı yollardan dökülüyor. Kimi levyeyle vura vura heykeltraş gibi çalışıyor adama, kimi kostüm partisinde gibi takılıyor; onun giysisini giyip ötekini vura vura gidiyor. Kimi ise termal kamerasında yanıp sönen bütün hareketli nesnelere sıkıyor. Silahlar evrenlere göre değişiyor tabii ki. Gordon’un sırtında 15 farklı silahla gezmesi insanı düşündürüyor, amma ve lakin vardır onun da bir Ali-Cengiz numarası. Kel ise genelde tek tür silahla geziyor ve bu ona fazlasıyla yetiyor. Soap ise millet gibi gevezelik etmektense şarjörü boşalana kadar vurduğum kâr mantığıyla takılıyor.
Gordon’un sessiz kalma konusunda işi zor, çünkü her gören muhakkak bir laf atıyor kendisine, ama tanıyan tanıyor artık onu. Aşmış artık o, guru. Koca Nihilant’ı tek başına alaşağı etmek kolay mı? Soap desen o kadar hızlı aksiyonun içinde, sadece emirlere uyduğu için konuşmaya vakit mi bulamıyor bilinmez, ama o da Hitman gibi sessiz iş bitiricilerden.
Duke Nukem biter, bu dosya konusunun malzemesi bitmez
Bu haftalık bu kadar sevgili okuyucular. Bu biraz ısınma gibi oldu, ama gelecek hafta farklı bir ortak paydada buluşan aykırı üç karakterle tekrar karşınızda olacağız. Onların geçmişlerinden bahsedeceğiz ve herkesin sevdiği noktalarına değineceğiz. Eğer önerileriniz veya düşündükleriniz varsa, yorumlar kısmına yazabilirsiniz. Tekrar görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.