Yeteri kadar oyun oynarsanız artık değişik şeyler düşünmeye başlıyorsunuz. Oyunların size düşündürmeye çalıştığı şeylerden değil, oyunların yerine sizin düşünmeniz gereken şeylerden bahsediyorum. Örneğin; oyunlar yalnız ve güçlü mü hissettirmeli? Yoksa tam tersine toplumun bir parçası, takımın bir öğesi gibi mi göstertmeli kendimizi bize? Cevap basit, oyunun ana amacı böyle felsefi bir durum yerine daha basit bir mantığı olmalı: Eğlendirmeli. Soruyu değiştirelim; oyun oynarken tek başımıza hissederek mi daha çok zevk alırız, eğleniriz? Yoksa takım oyunu tarzı bir havayla oynayarak mı?
Bu sefer de soru çok öznel oldu. Fakat kısaca bir göz gezdirdim de geçmişime, genelde en epik ve en kaliteli oyunlar farklı ve güçlü kişiliklerin zenginliğinden doğuyor. Oyun çok güzelse bunun nedeni ya çok kaliteli ve sürekli sizi esir eden bir düşmanın/rakibin varlığından, beraberinde getirdiği rekabetten, kısacası karakter etkileşimlerinden doğuyor. Hayran olduğumuz durumlar genelde yaratılan karakterin bizden daha gerçek olmasından kaynaklanıyor. Öyleyse bu karakterlerin bizimle beraber aynı yolda yürüyenlerini bir kenara ayırıp ifadelerini alsak, fena olmaz mı?
Listedeki sıralamayı kötüden iyiye doğru ya da güçsüzden güçlüye doğru gibi kavramlarla düşünmemeye çalışın. Burada yaptığımız şey, yeniden zevk almak için eskiyi unutmamak, yeniyi güzelleştirmek için eskinin aromasından bir parça ilave etmektir.
Bu kadar konuştuktan sonra eski topraklardan söze başlamasaydım kafama taş yağardı, bu yüzden on numaradaki ak sakallı dedemiz şu an için en uygun start çizgimiz. Saygı duruşumuz başlasın.
10 – Deckard Cain (Diablo):
9 – Gus McPherson (Still Life – Post Mortem):
Microids gibi zamanında macera oyunları diye tabir ettiğimiz “advanture”ın dibine vurmuş bir firmanın şimdiye kadarki tüm oyunlarını oynadım. Eğer siz de yukarıdaki yazdığım iki oyunu oynama şerefine erişmişseniz Gus’ı tanırsınız. Still-Life çok güzel bir oyundu gerçekten. Tam o geçiş döneminde oyun çeşitliliğini zenginleştirmişti ve orijinal hikâyesi, iki boyutlu harika grafikleri, karanlık atmosferi ve parmak ısırtan bulmacaları ile ufkumuzu genişletmişti (Ben macera oyunlarının ağır hayranlarındanımdır. O yüzden bu yazdıklarım size biraz taraflı gelebilir). Benzetmeleri kullanarak yaptığımız yemek bulmacası veya tablo bulmacaları oynayanların hala aklının bir köşesinde saklıdır.
Peki, bu güzel oyunun yoldaşı kimdi? Tabii ki ana karakterimizin amcası olan Gus McPherson. Still Life’ta ana karakterimiz bir cinayet davasını incelerken, Noel’i geçirdiği babasının evinin çatı katında bulduğu günlüğü okur ve büyükbabasının 50 sene önce incelediği davaya çok benzediğini fark eder. Buradan itibaren de ara sıra Gus ile oynarız (ki kendisi Post Mortem adlı oyunun ana karakteridir). Düşünsenize, cinayet masasındaki bir polis dedektifi için yol gösteren konumundaki kader ortağı, 50 sene önce yaşamış dedesinin tozlu hatıraları. Tadından yenmemişti zamanında. Oynamamış olanlar için hala geç değil.
8 – Cortana (Halo):
7 – Elika/Dahaka (Prince of Persia 4):
Prince of Persia’nın ilk üçlemesi oynayanlar için masalsı diyarlarda unutulmaz bir yolculuk sunmuştu. Hatta filmi her ne kadar eleştirilse de en güzel “oyun filmi” tahtına aday olabilecek kadar iyiydi. Aklıma ilk olarak Elika gelmişti. Oyun boyunca kayıt bile gerektirmeyecek kadar çok kereler sizi kurtarmış bir yol arkadaşı olunca geçmişinizde, unutmak zor haliyle. Sonra Elika deyince kendi kendime, isim benzerliğinden Dahaka geldi aklıma bu kez.
Her ikisi de serinin unutulmayacak yoldaşlarındandı. Elika her ne kadar koruyucu meleğimiz olsa da, Dahaka karizmasıyla, görevine olan bağlılığı ve demir gibi hırsıyla bize terden don değiştirtmişti. Ondan kaçarken yaptığımız 40-50 saniye sürebilen kombo hareketlerini her tamamladığımızda oyunu durdurup belli bir sürelik küfrün ardından devam etmiştik. Hangi birini unutalım ki, her ikisi de bize eşlik etmişti. Farklı amaçlarla aynı oyuncuya eşlik eden bıçağın iki yüzü.
6 – Black&White’teki hayvanımız:
Molyenux her ne kadar “Tanrı” takıntısı ile ilgili oyunlarına son verdiğini açıklamış olsa da BW her zaman unutulmayanlar listesinde kalacaktır. Böyle bir oyunun fikri bile başlı başına yeni ve gelecek vaad eden cinstendi ki oynamış olanlara ilk defa kendilerini böyle hissettiren bir oyun olmuştu. Boğulan çocuğu kurtaran “el”in neyi betimlediğini hepimiz biliyoruz. O zaman biz oyunda O’yuz, demektir ki hayvanımız da bizim en önemli yardımcımız. Şimdi hatırlıyorum da tasmalarımız vardı, bir tasmayı takınca daha hızlı öğreniyor, bir diğerini takınca daha olumlu şeyler kapıyordu dünyadaki kuklamız.
İlk başta üç tane (yanlış hatırlamıyorsam inek, aslan/kaplan benzeri bir kedigil ve maymun) olan seçimimiz oyun ilerledikçe yerini daha geniş bir yelpazeye bırakıyordu. Faremizin çizdiği yola göre dövüşüyor, önüne yemek attıkça tıkınıyordu kankamız. Tasması takılıyken gözünün önünde iki köylü tokatlarsanız, tasması çıkınca magandanın kralı oluyor ve köye terör estiriyordu. Tabi ben tarlalara yağmur yağdırmayı öğrenene kadar göbeğim çatlamıştı ama ilk defa yapay zekâlı bir birimin böylesine kendi seçimlerini yapması ve bu seçimlerde ona öğrettiklerimin izini taşıması çok heyecanlandırmıştı beni. Böyle bir yoldaşa kim hayır der, göbekli ve şirin bir maymun, biraz irice, hem de gıdıklanabilir.
5 – Atlas (Bioshock):
Denize düşen yılana sarılır. Böyle başlamıştı oyun, savunmasız ve ortama yabancıydık. Bu yüzden bizimle iletişim kurmaya çalışan bir insan sesi duyduğumuzda onun iyi veya kötü olabileceği değil şu anki durumumuza çözüm olabileceği tek gayemiz olmuştu. “Would you kindly…” diye güzelce rica ederek telsizi aldırmakla başlamış ve devamında kilit şeyleri yaptırmıştı oyun boyunca bize. Onun Frank Fontaine olduğunu oyunun son zamanlarına kadar öğrenememiştik ve o kararlı ses tonunun eşliğinde hipnotize olmuş gibi ilerlemiştik.
Bioshock’taki birçok farklı öğeyle birlikte, bu “sesle kişilik oluşturma” durumu da çok sanatsaldı. Bir insanı ete kemiğe büründürmeden bu kadar etkili hale getirmek zor bir işti ve yapımcılar bunu başarmıştı (ikinci örneği ise komedi dükkânındaki yönetmenin sesidir). Oyun boyunca duvarlarda posterlerini görmüş, onu halkın ve işçinin kahramanı Atlas sanmıştık ve yalanlarına inanarak taraflı düşüncesini, gerçek olarak algılamıştık. Böylesine zevkli bir ters köşe yemek futbolda değil ancak Bioshock’ta olabilirdi, Atlas sağ olsun. Yalnız bırakmadı gerçek kimliği açığa çıksa bile.
4 – Yoshi (Super Mario):
Hugo’nun getirdiği “Televizyona bağlanıp oyna, dandik oyunlardan dünya para kazandır bize” furyasının devamı olan Mario vardı. Orijinal isminden öte “yoşili maryo” diye anılır ve çağırılırdı. Ne gülerdik yahu. Çocuklar bağlanır yarışırlardı, kimisinde 3-5 saniyelik gecikme olurdu, çocuk çukura düştükten sonra “dııt dııt dıııııt” diye basardı ama geçmiş ola.
Herkes de sağdan giderdi, soldan giden delikanlı yoktu pek. O yüzden ilk bölümün maskotu olan üzerine bindiğimiz yeşil dinozor Yoshi, oyunun sembolüydü. Zaten ikinci bölümü geçen de olmazdı pek, açılır kapanırlarda düşülürdü, istisnasız. Metal Slug’da bindiğimiz tanklar gibi işimizi görmese de canlı ve sevimli olması onu çocukluğumuzun unutulmaz oyun yoldaşları listemize girmesine yeter. Artar bile.
3 – Captain Price (Call of Duty serisi):
CoD serisinin ikonu haline gelen Captain Price’ın özel bir yeri vardır. MW2’deki Soap deli hareketleri, ateşli kişiliği ve cesareti ile gözümüze girse de komutanımız olarak, Yüzbaşı Price kadar (kulak aşinalığımız kadarıyla Captain Price) babacan, yol gösterici ve soğukkanlı olmadığı için onun tahtından indiremedi. Oyunun başında bizim için sıradan bir rütbeli asker iken oyun sonlarına doğru yanımızda göremeyince bunalıma girdiğimiz başkahraman oldu çıktı başımıza. Gençliğindeki, Çernobil zamanlarındaki suikast görevini oynarken kendimizi onun gibi hissettik.
Zamanında tüfeğiyle bitiremediği yarım kalan işi -Imran Zakhaev’in işini- oyunun sonunda yine onun tabancasıyla bitirdik. Milletin ışın kılıcı kullandığı Star Wars evrenine bile gelse kaybetmemek ve kendimi iyi hissetmek için onun tarafında olurdum. Kalem kılıçtan keskindir lafına inanacak kadar safız ne olsa, “kurşun ışından hızlıdır” lafına niye inanmayalım.
2 – Cairne Bloodhoof (Warcraft 3 – Reign of Chaos):
Şunu söyleyerek bu maddeye başlamak istiyorum, hikâye ve senaryonun işlenişi olarak şimdiye kadar oynadığım en epik oyundur W3. Frozen Throne da, bana kalırsa W3’ün başarı kırıntılarıyla idare etmiştir. Gelmiş geçmiş en önemli ticari başarılardan birini yakalamış World of Warcraft gibi harika bir oyunun senaryo temelini oluşturmuştur. Ayrıca bu oyun Orclar Elfler gibi basit bir malzemeyle ne kadar muhteşem bir başyapıt çıkabileceğini de göstermiştir bize. Beni ve tüm dünyayı etkileyen önemli oyun anlarını anlatsam eminim ki bir dosya konusu kadar yazı çıkar, ama bir tanesini yine de sizinle paylaşmak istiyorum:
“Bir rüyayla uyanmıştı Thrall, dünyanın sonu geliyordu ve İnsanlığın kralları bu sonu görmeyi reddetmişti. Bu yüzdendi kadim dostumuz Medivh’in ziyareti. O’na bu kehaneti mühürleyerek bırakmış, soru işaretlerinden oluşturduğu toz bulutu vasıtasıyla kaybolmuştu. O gün bu gündür ilerliyordu önce denizde, sonra ormanda Thrall, kendine söylendiği gibi, Batıya. Bu kâhini aramaya koyulmuştu. Geçerken ormandan, ilerlemiş yaşının tam tersine gözlerindeki ateşin parlaklığından zerre yitirmemiş o taureni gördü.
Tauren kabilesinin lideri Cairne Bloodhoof, zamana karşı inat etmiş ayakta duruyordu, yaşlı kemiklerini besleyen şey kalsiyum değil güç ve onurdu. Dedi ki Thrall’a, “Yardım et bana, sonra beraberce koyuluruz kâhin’i bulmaya giden yola”. Anlamıştı o anda Thrall, eğer biriyle silah arkadaşı olacaksam, bununla olmalıydım diye. Önce köyünü korumasına yardım etti, sonra zorlu bir yolculukta karavanını korumasına. Bir süre sonra yollarını ayırsalar da, biliyordu ki onu tekrar görecekti sis perdesinin ardındaki zamanda. Ki köşeye sıkıştığında gelmişti gerçekten yardımına, yere vurunca dağlar sallanmıştı.
Doğa ana onunlaydı, en büyük gücü topraktı. Dedi kendi kendine, “Senin gibi bir yoldaşım olduğu için çok şanslıyım”. Kim bilebilirdi ki ileride Thunder Bluff’ın başgardiyanı, şehrinin bekçisi olacaktı?” Bunları yazarken düşündüm de, hakikaten biz WoW’da Mulgore çayırlarında seviye atlamaya çalışırken geç kalmışız. W3 zamanında kasmaya başlasaydık belki biz de bir Arthas, bir Thrall, Bir Illidan olabilirdik. Neyse geçmiş ola.
1 – Alyx (Half-Life serisi):
Yaptığım liste ne kadar objektif davranmaya çalışsam da kişisel düşüncelerimden ortaya çıkan fikirler doğrultusunda yarattığım bir sıralamadan oluşuyor. Eminim ki yorumlarda “onu niye koymadın, bunu niye koydun” tarzı yazılar olacaktır. Ki bu yazılar benim baş tacım, onları dikkate alıyorum kesinlikle. Lâkin emin olduğum tek şey varsa o da bir numaranın pek de tartışmaya açık olmadığı. Çünkü o öyle bir karakter oldu ki, el yapımı resimleri çizildi, bir sonraki oyunda kontrol edilen karakter olması istendi…
Oynarken yaptığımız her seçimde bize destek çıktı, her defasında kendine özgü surat ifadeleri ile tepkisini gösterdi. Kızınca bağırdı, üzülünce oturup ağladı. Bir oyun ve iki episode boyunca tek kelime etmeye tenezzül bile etmedik ona, amma ve lâkin bizi hiç yalnız bırakmadı. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır atasözünün doğruluğundan bu oyunda emin olduk…
Biliyoruz bizde de çok büyük sorumluluk var, Dünya’yı uzaylılardan kurtarmaya çalışıyoruz, ağzımızdan çok elimiz iş yapmalı. Ne olursa olsun yine de… Gordon… Anladık konuşmayacaksın, zamanında başından ne geçtiyse ya büyük yemin ettin konuşmamaya ya da gece yatağına yılan girdi o gün bu gündür dilsiz keme misali geziyorsun. Ama şu kızın en azından bir başını okşa teselli et, babasını kaybetti…
Eh be… Eğer bu kızın intikamını almanın bir yolu varsa, canı cehenneme, Xen’e kadar yolu var!