Prince of Persia tarihi
Her şey 1984 yılında Yale Üniversitesi psikoloji bölümünden mezun olan bir gencin hayalleriyle başladı. Apple II için amatör olarak programlar ve oyunlar yazan bu öğrencinin adı Jordan Mechner idi.
Yale’den mezun olduktan sonra çok sevdiği dövüş filmlerinden özenerek bir oyun yazmaya başladı. Oyun bittiğinde ise adını Karateka koydu ve o zamanlar ismi Brøderbund olan oyun firmasının yayınlamasını sağladı. Karateka 500 bin satış yaparak o zamanlar çok zor bir başarıya imza attı. Bu başarıdan sonra Amstrad CPC, Atari 7800, Atari ST, Commodore 64, DOS, Nintendo Game Boy gibi bir çok platforma uyarlaması yapıldı.
Jordan Mechner ise bu başarıdan sonra asıl isteğini gerçekleştirmek için çalışmalara başladı. Karateye olan sevgisinin çok daha fazlasını Robin Hood ve Indiana Jones filmlerine besliyordu ve bunları bizim bildiğimiz ismiyle bin bir gece masalları, onların bildiği ismiyle Arabian Nights ile birleştirmek istedi. İyi ki de istedi.
Küçük hikayeler büyük başlangıçlar
Jordan bu isteğini hayata geçirmek için 1985 yılında çalışmalara başladı. Ancak yapmak istediği şey, şimdiye kadar oynadığı oyunların aksine, hareketi bir insanın hareketinden alıp oyuna uyarlamaktı. Ve inanılmaz bir şekilde, o günün teknolojisiyle bunu başardı. Hem de kardeşini oradan oraya koşturup, atlatıp, zıplatıp bunları kameraya kaydederek. Bir yandan da Jordan Mechner’in babası oyunun müziklerini yapmak için uğraşıyordu.
1989 yılı geldiğinde oyun nihayet bitmişti. Ancak hala bir sorun vardı. Mechner bu oyunu Apple I için yazmıştı ve Apple II bilgisayarlar o zaman için çok lükstü yani yaygın değildi. Ancak Brøderbund bu oyuna o kadar inanıyordu ki, oyunu bir çok platforma uyarladı ve satışa çıkardı. Takvimler 3 Ekim 1989’u gösteriyordu.
Oyun çıktığı anda yarattığı patlama inanılmazdı. Atmosferi, oynanabilirliği, hareketlerin (o zaman teknolojisine göre) gerçekliği, müzikleri, yarattığı heyecanı şimdiye kadar hiçbir oyun vermemişti.
Oyun kötü vezir Jaffar’ın, güzel prensesin odasına girmesiyle başlıyordu. Jaffar prensese evlenme teklif ediyor, kız da bunu kabul etmeyince birden ortaya bir kum saati çıkıyordu. Prensesin evlilik teklifini kabul etmesi için 1 saati vardı ve tek umudu olan sevdiği adam sarayın altındaki
zindanlarda sürünüyordu. Amacımız buydu. 1 saat içinde prensesi kötü vezirin elinden kurtarmak.
Oyun inanılmaz bir şekilde tam 2 milyon sattı (karşılaştırmanız için söylüyorum, Starcraft II 4.5 milyon sattı) ve oyun dünyasında bir efsane, bir kült haline geldi. Baştan sona defalarca, defalarca oynadık, sarayın her karışını ezberledik, 5. bölümdeki aynadan defalarca geçip nefesimizi tuttuk.
Oyun efsane olmuştu. Bu yüzden Brøderbund ve Jordan Mechner bir kez daha kolları sıvayıp maceranın devamını getirmeye karar verdiler. Yıl 1993’tü.
Kurtulamayacak mıyız bu Vezir’den?
İkinci oyun Prince Of Persia : The Shadow And The Flame olarak raflarda yerini aldı. Kötü vezirimiz geri dönmüştü. Bu kez iyiden iyiye çığırından çıkmış ve yerimize geçecek kadar cüretkar olmuştu. Sonuç olarak kaçmaktan başka şansımız kalmamış, limandan kalkan son gemiye ucu ucuna yetişmiştik.
The Shadow And The Flame aradaki video gösterimleriyle, ilk oyuna göre yarattığı daha gizemli ortamıyla, ilk oyundan daha yüksek yapay zekası ve saraydaki tuzaklarıyla ilk oyun gibi gönlümüzde taht kurdu. Bize yaşattığı atmosfer, bilmeceler ve mistik ortam bizim istediğimizden çok fazlaydı. Yine hastası olduk.
Bu iki oyundan sonra hayatında daha ciddi şeyler yapmak isteyen Jordan Mechner, Prince Of Persia serisini bırakma kararı aldı. Oyunun isim hakları ondaydı fakat Brøderbund hala oyun yapabiliyordu. Jordan Mechner bu işi bırakınca da yeni bir Prince Of Persia oyunu için bütün yükü Brøderbund’un bir alt firması olan Red Orb’a verdiler. Yapımcılar oyunun 3 boyuta geçmesi gerektiğine karar verdiler ve sonuçta 1999 yılı geldiğinde Red Orb firması bir oyun severin başına gelebilecek en kötü şeyi yaparak Prince Of Persia 3D’yi piyasaya sürdüler.
Keşke yapmasaydınız…
Oyunu ilk iki oyunun hatırına alıp bilgisayarlarına kuranlar büyük bir şok yaşadılar. Oyunun elle tutulur hiçbir iyi yanı yoktu. Kontroller inanılmaz zor, grafikler kare kare, hikaye anlamsız, oyun dayanılmayacak şekilde uzun ve bug doluydu. Brøderbund bu sefer yapamamıştı çünkü oyunun çıkarılacağı zamana gelene kadar hiçbir gelişme gösterememiş ve sonuçta Jordan Mechner’ın en korktuğu şey olmuştu; Prince Of Persia artık kötü, çok kötü bir Tomb Raider klonuydu. Brøderbund resmen, kendi yarattığı kahramanı elleriyle boğmuştu.
Prince Of Persia efsanesini yerden yere vuran, adeta zirveden alıp ilk oyundaki zindanlara sokan Red Orb ve Brøderbund firması, zaten ölü olduğunu düşündükleri Prince Of Persia’yı Ubisoft firmasına sattılar. Ubisoft ise bu oyunu yeniden yaratmaya, eski hataları tekrar yapmamaya kararlıydı.
Fakat ortada bir sorun vardı. Ubisoft her ne kadar Prince Of Persia’yı satın alsa da, oyunun isim hakları hala Jordan Mechner’a aitti. Böylelikle Ubisoft firması Jordan Mechner’ın kapısını çaldı ve “Bizimle çalışmak ister misiniz?” diye sordu. Jordan Mechner ise biz oyun severler için yapılacak en iyi şeyi yaparak bu teklifi kabul etti ve yeni yapılan oyunun hikayesinden tutun karakter tasarımına, atmosferinden animasyonlarına kadar her şeye el attı. Takvimler 21 Kasım 2003’ü gösterdiğinde ise raflarda yeni bir oyun vardı; Prince Of Persia: The Sands Of Time.
Kumlar ve zaman…
Ubisoft yaptığı oyundan böylesine bir efsane çıkacağını tahmin ediyor muydu bilmiyorum ama oyunu oynayanların ortak görüşü Prens’imizin geri döndüğü yönündeydi, hem de bağıra bağıra. Mistik ortamıyla, adeta eski Arap sokaklarından çıkma atmosferiyle, bir bilgisayar oyuncusunun ilk kez gördüğü duvarlarda yürüme, zamanı geriye alma gibi bir sürü yeniliğe rağmen insanı hiç yormayan tuş kombinasyonuyla ve en önemlisi insanın içine işleyen hikayesiyle Prince Of Persia: The Sands Of Time, çok uzun süre boyunca bilgisayarlarımızda yerini aldı. Sadece bu oyunu oynayabilmek için ekran kartımı değiştirdiğimi hatırlıyorum.
The Sands Of Time böylesine içimize işlemişken, doğru ata oynadığını gören Ubisoft hemen oyunun devamını çıkarmak için harekete geçti. Bu hareket esnasında ilk oyunu oynayan oyun severlerin, ilk oyun hakkında söylediği bazı eksikleri de göz önüne alacağını belirtti. Örneğin ilk oyunda duvarlarda o kadar perde asılıyken bunları kullanamıyorduk, düşmanla dövüşürken yaptığımız hareketlerin kısıtlılığı bizi bir süre sonra sıkmaya başlıyordu, daha da önemlisi, yıllarca zindanlarda mağaralarda mücadele vermiş olan Prens’imizin böyle ışıklı ortamlarda oynaması sanki biraz çocuk oyunu gibi olmasına neden oluyordu. Ubisoft bütün bu isteklere yanıt verdi. Hem de ne yanıt!! Tarihler 30 Kasım 2004’ü gösterdiğinde artık elimizde yeni bir oyun vardı; Prince Of Persia: Warrior Within.
Karanlık, acımasız, kızgın…
Oyunun 274 MB’lık demosunu 56k bağlantımla bir gecede indirmiştim ve oyunun demosunu oynadıktan sonra gözlerime inanamamıştım.
Daha karanlık bir Prens’imiz vardı. Daha karanlık, daha kanlı, daha ölümcül…
Eskisi gibi arap ezgileri yoktu artık oyunda. Siz karşınıza gelen bin bir çeşit düşmanı Ubisoft’a sipariş verdiğimiz gibi bin bir çeşit komboyla öldürürken arkada Godsmack – I Stand Alone şarkısı çalıyordu. Prens perdelerden aşağı kayıyordu, Kaileena ile dövüşüyor, Dahaka’dan kaçıyordu. İnanılmaz tuzaklarla örülü zindanlarda, bahçelerde cirit atıyor, bazen duvara kafa vurma isteği uyandıran bulmacaları çözerken bir geçmişe, bir geleceğe gidiyorduk. Amacımız ise belliydi; zamanı kandırmak, oyunun başındaki yaşlı amcanın “zamanı değiştiremezsin, hiç kimse değiştiremez” demesine rağmen.
Oyun dünya çapında 2 milyonun üzerinde satış rakamlarına ulaştı ve yine bizleri elinde kılıç olan bir adamın hikayesine uzunca bir süre bağladı.
Fakat Ubisoft bu oyunu üçleme yapmaya karar vermişti bile. Üçlemenin son halkası ise ikinci oyundan tam bir sene sonra, 1 Aralık 2005 yılında geldi; Prince Of Persia: The Two Thrones…
Aydınlığın içindeki karanlık…
Artık zamanın kumlarına iyice maruz kalan Prens’imiz, kolunda açılan bir yara yüzünden çift kişilikli olmaya başlamıştı. Karanlık ve aydınlığın savaşında bambaşka bir rol üstleniyorduk ve işin güzel tarafı hem iyi hem kötü olabilmemizdi. The Two Thrones’un en güzel yanlardan birisi ise “speed kill” denen gizlice öldürebilme olayıydı. Sinsice düşmana sokulup onu öldürebiliyor, böylece diğer düşmanların yanımıza gelmesini engelliyorduk.
Üçlemenin sonu geldiğinde Prens-severleri bir hüzün kaplamıştı. Çünkü hikaye sona ermişti. Ubisoft ise devamının gelip gelmeyeceği konusunda sessizliğini koruyordu.
Konsolu olanlar ise 2007 yılında Prince Of Persia: Classic ile konsollarını şenlendirdiler. İlk çıkan Prens’in yenilenmesiyle oluşturulan bu oyun, biz PC kullanıcılarına çok parmak ısırttı.
Prens’e yapılan ikinci hata…
2008 yılı geldiğinde internet alemi yepyeni bir Prince Of Persia tanıtımıyla çalkalandı. Ancak bu yeni Prens ne eskisine benziyor, ne de konunun devamlılığı bakımından bize bir ümit veriyordu. Sonuç olarak Ubisoft 2008 yılında yeni bir Prince Of Persia çıkardı ve Prince Of Persia tarihine girdiği andan itibaren ilk hatasını yaptı.
Oyun yeni karakterler, yeni atmosfer, yeni hikaye ve yeni görüntü motoruyla oluşturulmuştu. Ancak bu kadar yenilik biz Prens-severler için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çünkü oyunu bilgisayarlarımıza ilk kurduğumuzda anladık ki, yeni prens ölmüyordu, bir yerden düşünce yanında gelen Elika tarafından kurtarılıyordu. Bu da yıllardır öldükten sonra ta bölüm başından başlamaya alışık olan bizler için çok saçma bir hamleydi.
Yeni Prince Of Persia geldiği gibi bir hızla gitti ve o andan itibaren Ubisoft firması artık Prince Of Persia’dan uzaklaşıp, Assassin’s Creed’e yöneldi.
Aradan geçen zamanda biz üçlemeyi baştan sona oynadık, hikayede gözlerimizi doldurduk. Fakat Ubisoft’un başka planları vardı. Sands Of Time’ın hikayesi beyazperdeye uyarlanıyordu. Hem de Jake Gyllenhall, Sir Ben Kingsley ve Alfred Molina gibi efsane bir kadroyla.
Ubisoft ise bu beyazperdeye uyarlamanın ekmeğini daha iyi yiyebilmek için acele bir oyun çıkardı; Prince Of Persia: The Forgotten Sands…
Hikayenin devamı mı, reklam kokan hareketler mi?
Prens’imiz kardeşi Malik’in yanına gidiyor ve savaşın içinde buluyordu kendini. Malik’in gözünü hırs bürüyor ve bizi dinlemeden son hızla kendi sonunu hazırlıyordu. Oyun da tıpkı bu hızla çıkmıştı. Öyle seri oldu ki bunlar, hiç istediğimiz tadı alamadık.
Bu arada sinema uyarlaması gösterime girmişti. Prens’imize Dastan ismini vermişlerdi. Ancak oyun içinde aksiyondan geçemezken, sinemaya uyarlanan hali yavan geldi bizlere. Yine de izledik, sevdik. Çünkü yıllardır bizden birisi olmuştu artık Prens.
Ubisoft artık Assassin’s Creed’e ağırlık verdi, Jordan Mechner belgesel yapmaya başladı. Belki bundan sonra Prince Of Persia serisi olmayacak ancak biz oyun severler için her zaman ayrı bir yeri olacak. Her ne kadar yıllar boyunca bir sürü değişim gösterse de, hatta bırakın değişim göstermeyi, adını bile bilmesek te, bizim için Pers Prensi’nin yeri diğer bütün oyun kahramanlarından ayrı olacak