Still Life

Victoria McPherson, varlıklı bir soydan gelen acemi bir FBI ajanıydı. İlk
işinin masa başında (katillerin kısa özgeçmişleri) olması seri katillere
açlığını daha da arttırmıştı. İkinci dosyasında, sonunda gerçek bir seri katille
baş başaydı. Missipi’de bankın üzerinde bulunan kadın cesetleriyle başlayan
cinayet dosyasını da başarı ile, açılmamak üzere kapatmıştı. Artık evine yani
Chicaco’ya dönme vakti gelmişti. Kariyerinin en büyük ve en önemli davası onu
beklemekteydi.

Victoria’nın üçüncü dosyasında dört cinayet olmasına rağmen, hala birkaç
yetersiz delil haricinde hiç bir bilgi yoktu. Yapacağı tek şey vardı; cinayeti,
delilleri ve katilin bilerek bırakacağı ipuçlarını beklemek. Arkadaşının
müzesini gezerken bir cinayet haberi daha gelir Victoria’ya. İstemese de soluğu
hemen orada alır. Evet, bu da bir kadındır ve yine boğazı kesilerek
öldürülmüştür. Alandan delilleri toplayan Victoria, ofisine büyük bir hüzün ile
gelir ve delillerini bırakır. Yine önemli bir delil yoktur. Bu sırada telefonu
çalar. Arayan babasıdır. Tek sırdaşı, arkadaşı ve biricik kızı Victoria’yı eve
çağırmaktadır. Çünkü bugün yılbaşıdır. 4×4 cipine binip güzeller güzeli evine
gelir. Biricik babasını görmek ve babasının verdiği o güzel kolye Victoria’yı
biraz da olsa rahatlatmıştır. Kolyenin biraz eski gözükmesi Victoria’yı merak
içinde bırakmıştır. Babasının, kolyeyi dedesinin sandığında bulduğunu öğrenen
Victoria kafasını dağıtmak, dedesinin anılarını, resimlerini karıştırmak için
tavan arasına çıkar. Dedesinin dokümanlarını okumaya başlar. Bir özel dedektif
olduğunu bilmektetir. Fakat bu kadar önemli ve ciddi işlere, daha da ilginci son
davasıyla büyük benzerlikler taşıyan bir davaya bulaştığı aklının ucundan bile
geçmemiştir. Bu sadece buzdağının görünen yüzü.

Syberia gibi bir efsane yaratan Microids, ne kadar Benoit Sokal gibi önemli
kişiyi kaybetse de hala bir numara olduğunu kanıtlayacak yapımla geliyor
monitörlerimize. Tabi kurucularının Benoit Sokal ve yine Microids’in başarılı
programcılarından oluşan bir grubun kurduğu White Birds Production’un ilk oyunu
ve büyük bir sükse yapmasını beklediğimiz Lost Paradise’ı dört gözle bekliyoruz.
Microids bu büyük kayıptan sonra tabi ki yeni bir Syberia oyunu çıkartmazdı.
Bunun yerine yine Syberia gibi oynanışı, ara yüzü, baş karakteri kadın olan oyun
yapması gayet mantıklı bence. Peki konu ne olmalıydı? Syberia yanında biraz
sönük kalan fakat yine de içine çeken konusuyla, kaliteli grafikleriyle, farklı
sonlarıyla ve gerilim yaratan atmosferiyle hafızalarda kalan oyun Post Mortem’in
devamı hiç fena olmazdı.

İlk Still Life fragmanını, diğer yandan oyunumuzun açılış filmini seyrettiğimde
Gustav’ı hemen tanımıştım. Acaba devamı mı geliyor diye bir soru belirdi
aklımda. Oyunun sadece kötü sonunu hatırladığım için devamı olmaz diye
düşünüyordum çünkü Gustav ölmüştü. Sonraki gördüğüm katil, resimler beni iyice
şaşırtmıştı. Çünkü bu Post Mortem’deki katilin neredeyse aynısıydı. En son
Victoria’yı ve Adventure Company yazısını gördüm. Microids yazısını görmeden
ekranı kapatmıştım. Yere baktım ve ‘Adventure ne hallere düştü’ dedim kendi
kendime. Yine klişe hatta taklit bir oyun ile karşı karşıyaydım. Ama oyun
hayatımın en büyük hatalarımdan birini yapmıştım.

Özel dedektiflere her zaman özel bir merakım vardır, her ne kadar sadece
Sherlock Holmes’ü bilsem de. Gustav’a da bu yüzden hemen kanım ısınmıştı. Tabi
bu yeni oyunda da olacağını duyunca gerçekten çok sevindim. Konunun birinci
oyunla alakalı olacağını sanıyordum fakat oyunumuzun konusu Gustav’ın Orphee
Oteli cinayeti yani Post Mortem’deki olaylar zinciri sonrası Prag’a gitmeye
zorlanması ve ondan sonra olan olayları konu alıyor. Gustav, orada da özel
dedektiflik işini devam ettirmektedir. Bir gün Gustav’a bir Rus hayat kadını
gelir. Anlattığına göre peşlerinde seri katil vardır ve şu ana kadar bir çok
arkadaşını öldürmüştür. Gustav bu büyüleyici güzelliğin sahibi ve yakında
hayatının aşkı olacak Ida Skalickova’yı kıramaz ve olayı araştırmaya başlar.
Gustav’ın da oyuna dahil olması bu şekilde başlıyor.Birinci oyunumuzda birinci şahıs bakış açısından (first person) oynarken hem
kendimizi hareket ederken göremediğimiz, hem de genelde yalnız mekanlarda
geçtiği için animasyonların sayısı bir hayli azdı. Aksine burada üçüncü şahıs
bakış açısı (third person) ile oynuyoruz yani Syberia’daki gibi. Tabi bu yüzden
her karakterin özellikle hareketlerine, yani animasyonlarına daha özen
gösterilmesi şarttı. Gördüğüm kadarıyla animasyonlarda az da olsa bir ilerleme
var. Syberia’daki Kate Walker ablamızın o robotvari hareketlerine karşın (ne
yapsın kız o kadar robot arasında), Victoria gayet güzel hareket ediyor, tabi
yine arada adım atmadan ilerleme (kayma) olayları olsa da. Animasyonlara
değinmişken biraz da grafiklerden bahsedelim. Microids önceden renderlenmiş
harika arka planı ile bizi büyülemeyi başarıyor. Her ne kadar Benoit Sokal gibi
bir resim dahisinin o müthiş, yaratıcı doğa manzaraları kadar güzel olmasa da.
Tabi Microids bu başarıyı (hatta sadece Microids demeyelim) karakterlerde
gösteremiyor. Buna uygun bir motor yaparlar umarım. Ama her yeni oyunda Microids
bu olayı biraz daha aşıyor. Umalım ki yakında arka plan ile karakterler arasında
hiçbir uyumsuzluk kalmasın. Arka plan ne kadar iyi olsa da neredeyse hiçbir
animasyon göremedim. Yıldız kaysın, kuşlar uçuşsun, kara bulutlar ayın önünü
kapatsın, hiçbiri yok oyunda. İnsanların pencerenin önünden geçmesi, uzaktaki
insanların bize bakması gibi animasyonlar hariç. Grafikler birkaç eksik
haricinde gayet iyi. Modellemeler de birkaç karakter haricinde gayet güzel. O
kalan birkaç karakter ise çizgi filmden fırlamış gibi, iki buçuk metre
uzunluğunda iki adam, bodur şişman bir polis vs. zaten onların seslendirmeleri
de ayrı bir sorun. Seslendirmelere geçmeden önce şu ağız hareketlerinden
bahsedeyim. Ağız hareketleri ne kadar sesler ile uyumlu da olsa göze hitap
etmiyor. Sanki adamın üç farklı ağız hareketini çekmişler (kapalı, açık, çok
açık) ve bunları gerektiği yerde gerektiği şekilde koymuşlar.

Daha önce söylediğim gibi seslendirmeler ayrı bir sorun. Bu kadar abartılı tonda
sesler kullanılması bence çok yanlış, hele o oyun bir adventure ise. Monkey
Island mı yoksa Still Life mı oynuyorum belli değil. Müzikler ise şu ana kadar
gördüklerimizden biraz farklı. Müziğin aksiyona, atmosfere göre değişmesi olsun,
yükselip alçalması olsun, alışık olmadığımız şeyler. Müzikler genelde opera
tarzı olmasına rağmen çok iyiler (Hatta bir parçanın Mozard’ın Seattle
senfonisinden Requiem parçası olduğuna eminim diyebilirim). Müziklerin genelde
çok hafif tonda çalması da gerilimi zirvelere çıkartan en büyük etkenlerden
biri. Diğeri ise o mükemmel diyebileceğimiz dinamik, aksiyon dolu videolar.
Videolar hakkında konuşulacak çok şey var (ben daha önce hiç böyle videolar
görmemiştim.) ama sadece mükemmel diyeyim.

Nesneleri artık tamamen inceleyebiliyoruz. Yani 360 derece çevirebiliyoruz,
zoomlayabiliyoruz vs. Tabi bu özelliği oyuna öylesine koymayacaklarını siz de
tahmin etmişsinizdir. Yeri gelmişken evanterimiz, yani bulduğumuz eşyaları
koyacağımız yerden de biraz bahsedelim. Önceden söyleyeyim bu sistemi hiç
sevmedim. Aldığımız bir objeye ulaşmak için esc tuşuna basıp evanter ekranına
geliyoruz, bu da oyundan kopmamızı sağlıyor tabi. Bir diğer saçmalık ta artık
objeleri kullanmak için önce objeyi kullanabileceğiniz yere gitmeniz gerekiyor.
Yani objeyi seçip sonra gidilecek yere tıklayamayacaksınız.

Yenilik demişken konuşma olayına da bir yenilik getirilmiş. Artık ne
konuşacağınızı önceden göremiyorsunuz. Aslında birinci oyunumuzda da öyleydi
fakat bu çok daha farklı. Birinci oyunumuzda anahtar kelimeleri not defterimize
kaydettikten sonra anahtar kelimeye tıkladığımızda o konu hakkında sorular
soruluyordu. Bu sistemde ise faremizin iki tuşuyla konuşmamızı yapabiliyoruz, ne
bir anahtar kelime var ne de bir not defterimiz. Konuşma geyik ve mevzu ile
ilgili olmak üzere ikiye ayrılmış durumda. Faremizin sol tuşuyla mevzu ile
ilgili konuşmalarımız yaparken sağ tuş ile de hal hatır sorabiliyoruz. Bu
geyikler oyunumuzu çok daha gerçekçi yapıyor tabi.

Karakterimizi artık hem klavye ile hem de fare ile yönetebiliyoruz. Hepsinin
kendine göre avantajları var. Yenilik açısından gayet güzel olmuş.

Adventure’ı adventure yapan nedir, tabi ki bulmacalar. Bence bulmacaların en
önemli özelliği oyunu uzatmak değil, gelişimine faydalı olmasıdır. Maalesef bu
oyunda bir çok bulmacayı uzatmak için çözeceğiz. Bulmacalar normal, zor arası
denilebilir. Genelde basit mantık yürütmelerle (tabi iyi ingilizce biliyorsak)
bulunabilir. Ama çok uzunları da var doğrusu. Keşke daha yaratıcı ve gelişimine
direkt katkısı olan bulmacalar görebilseydik.

Evet biliyorum ne kadar anlatsam da oyunun büyüsünü size aktaramam. Ama şunu
söyleyebilirim; oynarken Da Vinci Şifresi’nin bazı bölümlerini tekrar okumuş
gibi oldum. Gotik yerler, mekanlar, atmosfer, gizli toplantılar, resimler ve
içlerine gizlenen bazı ipuçları vs. Tabi bunlara profesyonel bir seri katil,
cinayetler, eskide kalan dosyalar ve iki farklı dedektif karışınca mükemmel bir
tat alıyor. En çok anlatmak istediğim şeyi son paragrafta anlattım. Bu arada
cinayetler olsun, olaylar olsun biraz kanlı. Hatırlatayım dedim.

Exit mobile version