The Matrix: Path of Neo
Gösterime girdiği 1999 yılından itibaren The Matrix, defalarca izlendi,
tartışıldı, eleştirildi, yerden yere vuruldu, göklere çıkartıldı ve tam
anlamıyla bir fenomene dönüştü. Daha önce çoğu edebi eserde ele alınan
“Gerçeklik nedir?” “Hayatımızı kontrol eden bir takım güçler mi var?” gibi
sorulara bir hacker bakış açısından bakmamızı sağladı ve en anti-kültürel
insanlara bile birkaç şey öğretebildi. Larry ve Andy Wachowsky kardeşler sağdan
soldan, detay vermek gerekirse mitolojiden, efsanelerden, dini kitaplardan,
sayısız felsefeden, filmden, kitaptan vs. topladıkları ufak parçaları büyük bir
ustalıkla birleştirip, Matrix efsanesini yarattılar. Ancak Wachowsky kardeşler
ilk filmin getirdiği büyük başarının altından kalkamadılar. Takip eden The
Matrix: Reloaded ve Revolutions, biraderlerin yaratıcıklarını yavaş yavaş
yitirdiğinin bir göstergesiydi. Hikayede o kadar büyük kopukluklar ve
açıklanmayan olaylar silsilesi vardı ki, aradaki boşlukları doldurabilmek ve
izleyiciyi daha fazla bilgilendirebilmek için türlü fabrikasyon yapıldı. Çizgi
roman, anime film, kitap vs. gibi yan ürünlerin dışında bir bilgisayar oyunu da
şarttı tabii. En sonunda Enter The Matrix ile iki sene önce tanışıp, Matrix
alemine girebilme şansına sahip olmuştuk. Oyun, filmlerin çıkışı ile senkron
edilmeye çalışıldığı için aceleye getirilmişti ve her yönden vasatın çok az
üstünde bir yapımdı. Ayrıca oyunda sadece Niobe ya da Ghost adlı karakterleri
oynayabiliyorduk ki, bu bile tek başına oyunu almama nedenlerinden biriydi.
Ancak oyun, The Last Flight Of The Osiris adlı anime kısa film ile Reloaded
arasındaki olayları, Reloaded’dan Revolutions’a doğru giden perde arkası birçok
detayı anlattığı için, en önemlisi de o sıralar başka hiçbir yerden
bulamayacağınız, Revolutions fragmanını oyunun sonunda bulundurduğu için pek
beğenilmese de çoğu insan tarafından alındı ve oynandı. Şu an kutusunun
kenarlarını çiğnemekle meşgul olduğum The Matrix: Path Of Neo, aylarca
öncesinden bizlere kaliteli bir yapım ve Enter The Matrix’in bütün kusurlarının
ortadan kaldırıldığı bir oyun olarak vaad edilmişti. Gerçek nedir? Bunu az sonra
öğreneceğiz.
-Beyaz tavşanı kovala Neo…
-Bırak Allah’ını seversen şimdi.
-Tak tak, pat küt, stak stok, çata çota Neo!
-Dur abi tamam kalkıyoruz ya vurmasana!
Oyunu ilk kurup yüklediğimiz andan itibaren ortada bir konsol oyunu havası var.
Gerek arayüz olsun, gerek diğer görsel öğeler sanki bir PS2’nin başında
oturuyormuşsunuz izlenimi veriyor. Her yeni oyun yükleyip, ilk defa
çalıştırdığımda yaptığım gibi options menüsüne giriyorum ve o da ne? Grafik
ayarları kısmı son derece ayrıntısız. Çözünürlük ayarının dışında kalite ayarını
yapabileceğiniz tek bir yer var ve 1’den 10’a kadar gidiyor bu ayar. Ne bir AA
ne bir AF ayarı mevcut. Tamam, anladık çok tembelsiniz, beceriksizsiniz,
konsolda grafik ayarı yok diye PC versiyonuna sallamasyon bir şey koymuşsunuz
tamam ama, asıl sorunlar grafik ayarını en sona getirip oynamaya çalışmamdan
sonra ortaya çıktı. Sadece kafası olan vücudu olmayan karakterler mi dersiniz,
saçma sapan renk cümbüşleri mi dersiniz yoksa ben size ara sahneler bitince
karşınıza çıkan simsiyah bir ekrandan mı bahsedeyim? Kafayı yemek üzere iken
girip oyunun readme dosyasına bir bakayım dedim, işler burada daha da
saçmalaştı. Neymiş efendim, 10’dan 8’e kadar pixel shader 3.0 kullanılıyormuş.
Hadi tamam, ekran kartım olan Radeon X800XT-PE pixel shader 2.0 destekliyor
ancak insan bir uyarır, bilmeyenler için bir açıklama yazar değil mi? Saf,
hakiki, öz tembellik ki ilerleyen zamanlarda daha pek çok örneğini göstereceğim.-Niçin sabahlara kadar uyumadığını biliyorum Neo!
-Trinity’cim, o konuya hiç girmesek diyorum?
Nihayetinde ayarı 8 yaparak oyuna başladık. Grafikleri tek bir cümle ile
özetlemek gerekirse: GTA3 grafiklerini alın, üzerine biraz buğu serpin,
tamamdır. Her ne kadar Enter The Matrix’e göre grafikler çığır açmışsa da genel
anlamda kötü. Hatta iddia ediyorum Max Payne 2’nin grafikleri bile daha iyi.
Karakterlerin yüzleri mutasyona uğramışlar gibi. Hele yüzlere zoom yapılan ara
sahnelerde, düşük çözünürlüklü kaplamalar insanın midesini iyice bulandırıyor.
Yansıma yapmayan gözlükler, dümdüz dişler, bazen zeytinyağına banılmış gibi
parlayan bazen de kapuska gibi mat duran kıyafetler, dümdüz, kutu gibi eller de
cabası. Mekan tasarımları az biraz kurtarır gibi oluyor durumu ki, oyunun
grafiklerinin hiçbir platforma göre optimize edilmemesi Path Of Neo’nun grafik
konusunda sınıfta kalmasına yeterli oluyor. Şöyle ki, diyelim F.E.A.R.’ı canavar
gibi çalıştırabilen Athlon64 tabanlı, 1GB RAM’li bir sisteminiz, bir Geforce
7800 ekran kartınız var; oyunda bullet time adı verilen yavaş çekime geçtiğiniz
anda fps yerlerde sürünüyor. Benimki gibi Intel P4 tabanlı, 2GB RAM’li bir
sisteminiz, Radeon X800XT ekran kartınız varsa; pixel shader 3.0 olmadığı için
oyunda herhangi bir yavaşlık yok ancak bu sefer de çoğu kötü kodlanmış oyunda,
ATI yonga setli ekran kartına sahip olanların çektiği grafik “yamuklukları”
artmış bir şekilde devam ediyor. Ortalık gün gibi aydınlıkken karakterinizin
zifiri karanlıktaki gibi gözükmesi, bazı yerlerdeki duvarların gidip gelmesi,
anlam verilemeyen çizgilerin oluşması gibi. Peki diyelim bir PS2’niz var; oyun
bazen o kadar yavaşlıyor ki bastığınız düğmeler bile geç algılanıyor. Bir de
Xbox’ınız olsun bakalım; bu sefer oyun anlamsız bir şekilde bazı zamanlar daha
da yavaş ve ayrıca 16:9 geniş ekran TV desteği de yok. Grafiker açısından tek
iyi gözüken olay etraftaki çoğu şeyin parçalanabilmesi ki, uzun süren kavgaları
çok zevkli kılıyor.
-Hanım, şu oğlana söyle artık kaşıkla içsin çorbasını, ben yamultacam yoksa
onun suratını!
Oyunda oynadığınız karakter olan Neo, her bölüm atladıktan sonra yeni dövüş
hareketleri kazanıyor. Hangi hareketi ya da özelliği alabileceğinizi, bir menü
aracılığıyla seçebiliyorsunuz. Öncekiler ile birleşip combo oluyor bu
hareketler. Yeni comboların ve yakın dövüş silahlarının da eklenmesiyle
yapabileceğiniz hareket sayısı 100’ü aşıyor. Oyunun en iyi yanı bu. Filmlerde
Neo’nun yaptığı her hareketi ve hatta çok daha fazlasını yapabiliyorsunuz. O
yüzden oyunda dövüşmek çok ama çok zevkli. Bullet time ile yapılan özel combolar
da şahane. Tabi adı üstünde “combo” olduğu için bu hareketler bir takım tuş
kombinasyonlarıyla yapılıyorlar. Bunların arasında bir tuşa uzun süre basıp,
başka bir tuşa 5 kere basmak gibi kolay olanları dışında, o tuşa 5 kere basıp,
sonra başka bir tuşa iki kere bastıktan sonra kendi etrafımızda dönüp, bullet
time’ı açıp iki kere zıplamak ve bu saydıklarımı iki kere yapıp başka bir
hareketle birleştirmek gibi çok zor olanları da var! Dolayısıyla çoğu hareketi
bir kere bile yapamadan oyunu bitirmek zorunda kaldım. Hareketleri yapamamamın
nedeni sadece çok zor oldukları değildi maalesef. Oyunda PC’ye çevrilen çoğu
konsol oyunu gibi büyük bir kontrol sorunu var. Klavye+Mouse kombinasyonundan
maksimum derece yaralanmak için mutlaka ayarlardan tuş düzeneklerini değiştirmek
lazım. Ancak değişiklikleri yapıp kaydettikten(!) sonra her oyundan çıkıp geri
girdiğimizde kontrol ayarları varsayılana dönüyor. Bu yetmezmiş gibi mouse ile
döndüğümüzden mouse’un sağ ve sol tuşuna kayıtlı olan ana hareket düğmelerine
basarken mouse’u oynattığımız için çoğu hareketi istesek te doğru düzgün
yapamıyoruz. Sırf bu tarz oyunları oynamak için o kadar para vererek aldığım
Logitech Cordless Rumblepad II’yi de oyun tanımıyor. Tanımıyor derken, menüde
hareket edebiliyorsunuz gamepad ile, ancak oyunu oynayamıyor ve kontrolleri
istediğiniz gibi değiştiremiyorsunuz. Çünkü ayarlarda gamepad’in tuşları
algılanmıyor. Bu yüzden “Oyunu adam akıllı oynamak için bir gamepad şart”
demedim, diyemedim. Ateşli silahları kullanmanız gereken her konsol oyununda,
konsollarda mouse gibi hassas hedefleme sağlayabilecek bir zımbırtı olmadığından
ötürü otomatik hedefleme vardır. Bu özellik PC’ye aynen geçerse Enter The
Matrix’teki gibi abes-i iştigal olur. Dolayısıyla “akıllı” davranan yapımcılar
otomatik hedeflemeyi oyundan çıkarmışlar. Ancak bu daha kötü olmuş. Mouse silah
ile hedef almak için çok hızlı geldi. Hızını düşüreyim dedim, bu sefer de dövüş
hareketleri ve dönmek, kaçmak için yavaş kaldı. Bir türlü ortasını
bulamadığımdan ve dövüşmek çok daha zevkli olduğundan dolayı oyunda neredeyse
hiçbir zaman silah kullanmak istemedim. Kaldı ki kullandığınız zaman silahlar
yumruklara göre çok daha az güçlü oluyorlar (grenade launcher dışında). Yakın
mesafeden bir M16 ile karşınızdaki adamı tarıyorsunuz tarıyorsunuz tarıyorsunuz…
Bu sırada sağdan soldan bir sürü kurşun yiyorsunuz adam merminiz bitmezse anca
ölüyor. Aynı adamı, bullet time’da yapılan 2–3 combo ile artistik bir şekilde
eşekler cennetine yollanabiliyorsunuz zaten. Ajanlar’a ateş etmenin gereksiz
olduğunu da söylemeye gerek yok sanırım. Bu arada az önce gözüme çarpan başka
bir detayı da aktarmak istiyorum. Oyunda verilen ipuçlarının birinde otomatik
hedeflemeyi isteğe göre açıp kapatabileceğimiz söyleniyor. Ancak o kadar
araştırmama rağmen böyle bir ayar bulamadım. PC versiyonundan ayarı çıkartmışlar
ancak ipucunu da çıkarmayı unutmuşlar sanırım.
-Mistır Endırsın…
-Ooo abi sen miydin? Gel geç otur şöyle çay var smith var, buyurmaz mısın?
Geldik hikaye ve anlatıma… Hikaye Neo’nun olayların en başından sonuna kadar
yaptığı ve yapmadığı bütün olayları içeriyor. Peki bu ne demek? Filmlerdeki çoğu
sahneyi oynayabiliyorsunuz. Oyun ne kadar lineer gözükse de yapımcılar arada
sırada bize seçim hakkı tanımışlar. Misal Neo’nun çalıştığı Metacortex şirketine
ajanlar tarafından baskın yapıldığında, filmdeki gibi yakalanmayı seçebilir ya
da uğraşarak film ile hiç alakası olmayan olaylar yaşayarak Trinity’nin motoruna
atlayabilirsiniz. Oyun, bu bakıma filmlerden farklılaşıyor. Bunun bir oyun
olmasından ötürü film ile alakası olmayan, ters düşen ya da arka planda sadece
bahsedilen çoğu şeyi görmek mümkün. Misal, ilk filmde sadece “I know kung-fu”
sözüyle biten dövüş teknikleri eğitimi kısmını bizzat oynayabiliyorsunuz.
Operatör’ün yaptığı geyikler ve Mortal Kombat gibi oyunlara, John Woo filmlerine
yapılan göndermelerle gayet eğlenceli geçiyor bu eğitim bölümü. Öte yandan,
ikinci filmdeki “Zion toplu seks partisi” gibi gayet gereksiz, gülünç ve saçma
bir bölüm de var. Aksiyon oyunlarında bulmaca çözmekten pek hoşlanmayan biri
olarak bu her şeyin ters yüz olup, uzaydaki bir boşlukta kocaman karıncalarla
savaşıp, doğru kapıyı bulmaya çalıştığımız bölümü hiç sevmedim. Hikayeye hiçbir
getirisi yok. Ayrıca tamamen film ile alakasız bir bölüm, Merovingian’ın
şatosundan kaçmaya çalışırken bu bölüm karşınıza çıkıyor. Aynı şekilde hem
filmde hem de oyunda olan çoğu bölüm “oyunlaştırılmış”. Ayrı yeten oyunda çoğu
zaman absürt yerlerde mizahi anlatım yapılıyor. Hiç gülünmemesi gereken yerlerde
komik bir durumla karşılaşınca afallıyorsunuz. Oyunun en son kısmı ise geyiğin
tepeye vurduğu an. Öyle ki en son bölüme girmeden karşınıza Larry ve Andy
Wachowksy kardeşler (daha çok onların “dijital kişi yansımaları”) çıkıp,
Revolutions’ın sonunun bir film için iyi olduğunu, fakat o Hz. İsa sonunun oyuna
gitmeyeceğini o yüzden başka bir şeyler hazırladıklarını anlatıp size iyi
şanslar diliyorlar. Ondan sonra olacak geyiklikler hoşunuza gidebilir ya da
nefret edebilirsiniz. Fakat şahsen içinde rahmetli Freddy Mercury amcam bulunan
her mizansen’i orijinaline tercih ederim. Bunun dışında anlatım bazen oyun
motorunu kullanan arasahnelerle, bazen de filmlerden görüntülerle yapılıyor
(oyunun son kısmı için hazırlanan full render’lı sahneleri de unutmamak lazım).
Ancak filmlerin üçünü ve Animatrix’i izleyip anlamayanlar için tam bir kaos o
görüntüler. Çünkü müzik klipleri ya da fragmanlar gibi abuk subuk şekilde,
“İzleyen olayı anlamasın, sadece izlesin” amacıyla montajlanmışlar. Size
tavsiyem, bir arkadaşınızdan ya da bir yerden kiralayarak filmleri izlemeniz.
Eğer hayatınızda hiç izlemediyseniz oyundan şiddetle kaçınmanızı öneririm. Oyunu
oynayarak olayları anlayabileceğinizi hiç sanmıyorum. Hatta izleyenlerin bile
kafaları karışacak.
-We are the champions!
-Nassı yani?
Oyundaki ses efektlerinin çoğu filmlerden alınmış, bunun dışında gayet başarılı
bir çalışma yapılmış diyebilirim. Attığınız yumrukların düşmanınızın suratında
patlamasını, bullet time’da kurşunların yanınızdan geçerken çıkardığı uğultuları
ve insanları “mermi manyağı” yaparken elinizdeki çifte desert eagle’ın ateş
kusmasını gayet iyi yansıtmışlar. Ancak, maalesef ve maalesef oyundaki
karekterlerden sadece Laurence Fishburne’ün orijinal seslendirmesi mevcut.
Neo’nun da dahil olduğu diğer bütün karakterlerin seslendirmeleri, ses benzeri
olan aktörler tarafından yapılmış. Her ne kadar iyi iş başarmış olsalar da,
aradaki fark ister istemez anlaşılıyor. Anlaşılan Warner Bros önceki oyunun
yarattığı hayal kırıklığından sonra Atari’ye fazla güvenememiş ve orijinal
aktörlere seslendirme yapmaları için para vermemeyi seçmiş. Diğer bir konu olan
oyun müziklerindeki durum ise; filmdeki müziklerin neredeyse hiç biri
kullanılmamış. Bunun yerine oyun için sıfırdan, yeni bir soundtrack hazırlanmış.
Orkestrasyon ve elektronik yapı taşıyan müzikler atmosfere derinlik katıyor.
Ancak müzik kompoze etmek için uğraşılan zamanda oyunun kodlanması ve
grafikleriyle uğraşılsaydı, çok daha hayırlı olurdu diye düşünüyorum.
Başlangıcı olan her şeyin bir sonu da vardır, çekirge…
Velhasıl-ı kelam, sıkı Matrix fanatikleri için yapılmış bol aksiyon dolu bir
oyun olmuş Path Of Neo. Ancak sorunları ve aceleye getirilmedeki kalitesizlik
problemleri üstüne, kötü kodlanmış PC versiyonu, kötü grafikler ve kontrolleri
de katınca ödenen parayı kesinlikle hak etmeyen bir yapım oluyor. Aynen Matrix
Online’da da olduğu gibi eğer ilerleyen zamanlarda Matrix lisansı kullanan başka
başarısız bir oyun daha yapılırsa, insanlar artık üzerinde kayan yeşil kod
deseni bulunan hiçbir ürünü almayacaklar. Atari’den ya Matrix lisansını bu işi
becerebilen EA, Ubisoft gibi firmalara satmasını ya da oyun hazırlamak için
Shiny’den daha iyi programcılar bulmasını istirham ediyoruz.