The Thing

Hava çok soğuktu. Yaklaşık -20 dereceye varıyordu. Kar sanki sınırsız bir kaynağı varmış gibi yağıyordu. Üşüyordum ve korkuyordum. Konuşacak halimiz yoktu. Üzerimizde dört parmak kalınlığında giysiler olmasına rağmen titremekten vazgeçmiyorduk. Hepimiz bizi bu kaosun ortasına salıveren ve pişkin pişkin emirler yağdıran üslerimize içten içe küfür ediyorduk. Derken helikopter ilk önce hızını kesti, sonra da olduğu yerde kaldı. İp aşağı sarkıtıldı ve açık havaya çıkınca gerçek ısının -40 derece olduğunu öğrendim. Hepimiz yere indikten sonra komutanımız bizi yüksek frekanslı radyodan arayıp şans dilerken orada olup, onun testislerine sert bir tekme atmak istedim. Çünkü o, kristal bardağında10 yıllık viskisini yudumlayıp havyar yerken, bizim soğuktan ve rüzgarın taşıdığı kar taneciklerinden gözlerimizi açacak halimiz bile yoktu.

15 kiloluk teçhizat çantamdan mermilerimi çıkarıp tüfeğime taktım, Hollywood yıldızlarına taş çıkartacak bir edayla kanyak şişesindeki son yudumu kafama diktim ve tüfeğimi omzuma astım. Bizimle aynı kaderi paylaşan ordu askerlerine ne olduğunu bulmaya giderken aklıma ailem geldi. Eşim, oğlum ve annem. Derken, beklemediğim bir anda erlerden biri komutanın söylediği yere vardığımızı söyledi. Hemen kendimi toparlayıp grubun ön saflarına geçtim. Kapıyı ayağımla tek vuruşta açtım ve aniden her şey duruverdi. Ayağım kramp girmiş gibi tekmeyi attığım ilk pozisyonda kasılıp kaldı. Adamlarımın ağzından çıkan buhar havada asılı kalmıştı. Zar zor kafamı arkaya doğru çevirdim. Birkaç halatla tutturulmuş dev bir pano gibi, yarı şeffaf ve köşeleri yuvarlak bir dikdörtgen gördüm. Dikdörtgenin rengi maviydi ve üstünde beyaz renkle bir şeyler yazıyordu. Kendimi son noktaya kadar zorlayıp kafamı biraz daha çevirdim ve gördüğüm durum karşısında dilim tutuldu! Eski ve yeni, çeşitli posterlerin asılı olduğu, perdeleri sıkı sıkıya kapatılmış bir odada, saçları dağılmış, sakalları yeni çıkmaya başlamış ergen bir genç merak ve ilgi dolu gözlerle dikdörtgenin içindeki yazıyı okuyordu.

The Thing, John Carpanter(yoksa Joe muydu?) isimli yönetmenin çektiği bir korku filmi. Filmi izlemediğim için pek fazla eleştiri yapamayacağım.
İsterseniz oyunun introsuna kısa bir giriş yapalım.

ARKANDA YARATIK VAR!!!

Askeri üs diyebileceğimiz bir yerdeki yemekhanede elindeki fenerin yetersiz ışığıyla bulunduğu yeri ağır adımlarla kolaçan eden asker, yere oturmuş ve sırtını duvara yaslamış biçimdeki sıhhiye görevlisini(medic) görür. Medic’in hareketleri, tavırları ve konuşması, bilinçaltının kaldıramayacağı bir durumla karşılaşmış gibidir. Konuşmaya bile mecali yoktur. Asker, medic ile konuşmaya başladığı sırada, pek de aşina olmadığı bir ses duyar. Koşullu refleks icabı asker hemen sesin geldiği yöne döner. Gördüğü şey pek de iç açıcı bir canlı değildir. İki metrelik boyu, akrebi andıran bacakları, iğrenç ve ıslak vişne çürüğü rengi derisi ve yüzüne kezzap dökülmüş bir hipopotamusu andıran şekilsiz, yamuk yüzü ve kafası askeri yıllarca sürecek bir terapiye şimdiden hazırlamıştır. Asker çabucak kendini toparlayıp canavara ateş etmeye başlar ama nafile. Canavar elinin tersiyle askere vurur. Asker tam kalkarken, yaratık tek hamlede askerin kafasını ağzına alır ve askeri sağa sola savurur. Asker ilk birkaç saniye direnir. İdam edilen birisinin üstünde durduğu tabure tekmelendikten sonra ne kadar şansı varsa, askerin de şansı o kadardır.

HADİ LEN!

Gördüğü manzara karşısında nefes nefese kalan medic kendi hayatını nasıl kurtaracağını mı düşünsün, yoksa ölen askere mi üzülsün bilememektedir. Korku ve endişe dolu gözleriyle, canavarın gözlerine bakmaktadır(bu arada altına da biraz kaçırmıştır:). Canavar da, bu iştahını açan parçaya bakar ve birkaç saniyelik göz temasının ardından medic’in kafası yaratığın midesine inmiştir. 

A.. AAA….. FEKAT BU?

The Thing sadece atmosferiyle işin ne kadar ciddi olduğunu oldukça iyi anlatıyor. Loş ışıklı koridorlardan mı başlasam, yoksa muhteşem modellenmiş ve renderlanmış yaratıklardan mı. En iyisi grafiklere bir göz atalım. 

BUGÜN MAX ABİYE UĞRASAK MI ACABA?

Thing’in grafiklerini Max Payne’in grafiklerine benzettim. Ve şunu söyleyebilirim ki, The Thing’in grafikleri, Max Payne’inkilerle rahatlıkla boy ölçüşebilecek nitelikte. Ve (konfigürasyonu düşük olanlara sesleniyorum) oyunu 1024×768 çözünürlükte bile oynasanız hiçbir yavaşlama olmuyor. Gölgeler, hava koşulları, ortamlar vb. unsurlar sanki bir korku filminin içindeymişsiniz hissini veriyor(Bak sen!). Oyunda biraz ilerleyince zorunlu olarak girmeniz gereken bir tuvalet var ki tam bir felaket. Bütün fayanslar sanki fırçayla boyanmış gibi, vahşetin izini taşıyan kan izleriyle dolu. Tuvalet deliğindeki insan kafasını anlatmaya gerek bile bulmuyorum. Aynı tuvaletin içinde kopmuş kol ve bacaklar, hatta tuvaletin girişinde bel altı kısmı olmayan ve beyni yenmiş zavallı bir adama rastlamak mümkün. O adamın yerinde olmak ister miydiniz? 

Sözü geçen tuvalete tam girdiğinizde tuvalet deliğinden iki bacak ve bir kafadan oluşan küçük yaratıklar çıkıyor. Onları öldürdükten sonra tuvaletin içinde, alafranga tuvaletin olduğu başka bir bölmeyi açtığınızda “Höğeee!!” diyerekten kısaca “Hoşgeldiniz!!” diyen dost canlısı bir yaratık çıkıyor. Bu olayla ilk karşılaştığımda oturduğum sandalyeden zıplamıştım. 

Grafikler sadece ortam yaratmadaki becerileri ile değil, karakter modellemedeki muhteşemlikleriyle de göz kamaştırıyor. Ben daha önce hiçbir oyunda böylesine muhteşem karakter modellemeleri görmemiştim. Göz kirpiğinden tutun da, adamlarınızın sakalının kaç günlük olduğunu, hatta saç kesim şeklini bile rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. 

Seslere lafımız yok. Açık alanda rüzgarın sesini rahatça duyabiliyorken, kapalı bir mekana girdiğinizde o mekandaki en küçük ses efektini bile duyabiliyorsunuz. Mesela bozulmuş bir kontrol panelinin cızırdayan sesi, çatısı su geçiren bir odanın tavanından akan su damlaları falan gayet hoş ve şık. Ama grafiklerde de olduğu gibi sesleri max payne gibi yapmışlar. Mesela max payne’de bir kapıyı açtığınızda çıkan “kapı gıcırtısı” efekti oyuna birebir aktarılmış. Belki de bir rastlantıdır. Ama silah sesi efektleri max payne’le boy ölçüşemez. Mp’ye göre silah seslerinin efektleri, the thing’de çok yavan kalmış. Ayrıca, karakter modellemesinde olduğu gibi, ses konusunda da yaratıkların ses efektlerine epey bir abanmışlar. Küçük bir yaratıkla büyük bir yaratığın sesini rahatça ayırt edebiliyorsunuz. 

YARATIK ÖLDÜRMENİN YENİ TADI, YENİ BOYUTU

Uzun ve dar bir koridorda olduğunuzu düşünün. Koridorun sonunda cephaneden, medikite, silahtan, bombaya kadar bir sürü ekipman var. Büyük bir sevinçle koridorun sonuna doğru koşmaya başladınız. Makineli tüfeğiniz için ilk merminizi aldığınız anda, bir yaratık koridorun sonundaki havalandırma deliğinin kapağını kırıp üstünüze saldırdı. Ve şüphesiz yerinizden hopladınız, mouse’un kontrolünü bir süreliğine kaybettiniz ve kalbiniz hızlı atmaya başladı. The Thing’de bunun gibi bir sürü sürpriz sahneyle karşılaşıyorsunuz ve oyunun atmosferi buna dayalı. Korkuya!

Ama bazen taktik uygulamanız gereken durumlar da gerekiyor. Mesela iki katlı bir odadasınız. Üst katında siz, alt katında da bir insanın DNA’sına girip yaratık formuna girmiş iki tane canavar var. İsterseniz duvardan bir bomba sektirin, isterseniz sniper’ınızla teker teker vurun.
Bir de otomatik nişan alma mekanizması var. Böylece size sadece ateş etmek düşüyor. Etrafınızı saran iğrenç ve ürkütücü yaratıklarla boğuşurken nişan almak için panik olmak hiç çekilmezdi zaten. 

İlginçtir ki, yukarı ve aşağı bakamıyorsunuz. Bunun için sol shift tuşuna basıp fps bakış açısına geçmelisiniz. Ve yine ilginçtir, fps moduna geçtiğinizde yürüyemiyorsunuz.

Bir yaratık gördüğünüzde adamınızın otomatik nişan aldığını söylemiştim. Fakat otomatik nişan alındığında o yaratığın çevresinde bir dikdörtgen oluştuğunu söylememiştim. Bu dikdörtgen yaratığın health’ini üç renkle belli ediyor. Dikdörtgen yeşil renkteyken full health, sarı renkteyken normal health ve kırmızı renkteyken de low health. Eğer öldürmeye çalıştığınız yaratık böcek gibi küçük olan türlerdense health’i bittiğinde zaten ölüyor. Amaa, eğer yaratık orta, ya da büyük boyuttaysa health durumu low olana kadar ateş etmeli, sonra da fps bakış açısına geçip flamethrower’ınızla yakmalısınız. Yeterince iyi kızartırsanız yaratık olduğu yere yığılıverecektir.

GÜVEN SİZİ KORUYACAK

İşte oyunun en sıra dışı özelliğine geldik. Takım ruhu ve güven. Takım arkadaşlarınızın iki tane göstergesi var. Biri health, diğeri de güven. Health’i anlatmaya gerek duymuyorum. Güven meselesi son derece basit, kolay anlaşılır. Eğer takımınızdaki şahısın güven göstergesi(yeşil olan) yarının altındaysa sizin söylediğiniz şeyleri yapmıyor, elinde silah varsa size ateş ediyor, el-kol hareketi yapıyor, tespih sallıyor.
Peki adamımızın bize güvenmesi için ne yapacağız? Health, tabanca(ve tabii ki tabanca cephanesi) gibi ekipmanlar vererek adamınızın güvenini maximum düzeyde tutabilirsiniz. 

Her adamınızın farklı karakter yapısı var. Benim gözlemlerime göre, healer’lar ve engineer’lar çok tırsak. Hatta healer’lar, engineer’lere göre daha hassaslar. Mesela healer bir insan ceseti veya yaratık cesedi görürse hemen kusuyor. Halbuki mesleği icabı o kadar kan, et parçası, iç organ görüyor ama neden bu konuda çok hassas anlayamadım. Diğer adamlarınıza rağmen gunner’lar gözlerini bile kırpmadan çatışmanın içine atlıyorlar. Ama bir yaratığın salyası bulaşırsa 6 saniyeye kalmadan hemen o yaratıklardan biri oluveriyorlar. Gördüğünüz gibi her adamınızın değişik çeşitleri ve özellikleri var.

Fakat bazen adamlarınızın karakterleri random(rasgele) olarak belirlenebiliyor. Mesela bazı engineer’lara pistol(oyundaki en dandik ve en az hasar veren tabancadır kendisi)verseniz bile damarlarında gunner kanı taşıyormuşçasına coşup 6-7 tane yaratığın önüne atlayabiliyor. 

Adamlarımızın bir diğer ve en eğlenceli özelliği ise eğer orta ve büyük boydaki yaratıklarla fazla çarpışırlarsa veya sıkça yaratık görürlerse kafayı yiyebiliyorlar. Kafayı yeme olayının da üç aşaması var(Bu aşamaları “Q” tuşuna basıp, adamınızın portresine bakarak öğrenebilirsiniz). İlk aşamada adamınız sakin sakin etrafa bakıyor. Yani ilk aşamada adamınız normal. İkinci aşamada panik ve korku halinde ve hızlı bir şekilde sağa sola bakıyor. Üçüncü aşamada ise kelimenin tam anlamıyla DELİRİYOR! Deli danalar gibi başını sallıyor, bu haldeyken adam gibi nişan alamıyor, hatta verdiğiniz işi nerdeyse 1,5 dakikada yapıyor, kendi kendine bişeyler söyleniyor falan…. Eğer adamınız son aşamadayken elinden silahını&cephanesini alırsanız size olan güveni tamamen bitiyor. Endişelenmeyin. Takım arkadaşınıza “Adrenalin” şurubu şırıngalarsanız biraz olsun sakinleşiyor. 

Sıra geldi yapay zekaya. Takımınızdaki arkadaşlarınızın yapay zekası ara sıra akıllıca davransa da denyoluktan kaçınmıyor sayın okurlar. Ben, takımımın ve kendimin en az hasar alarak lazer alanını nasıl geçip de, turret’i nasıl etkisiz hale getireceğimi düşünürken, lazer alanının karşısındaki bozuk kontrol panelini tamir edecek olan yüksek IQ’lu engineerım, yüreklice davranıp lazerlerin içinden geçti, alarm çalıştı, turret zavallı engineer’ımı algıladı ve saniyesinde engineer’ım yere yığılıverdi. O andan sonra farketmeden bütün laboratuarı dağıtmışım.
Yaratıkların yapay zekasının da üzerinde uğraşılmamış belli ki. Aslında bir action oyununda pek fazla yapay zeka aramam. Ama işin içine bir parça taktik girdi mi, olay değişir.

Kabul ediyorum. Bu oyundaki yaratıklarda yapay zeka aramak aptalca olur. Fakaat, yanarsa öleceğini bilen bir yaratık, betondan alev çıkmayan yolu değil de, alev çıkan yoldan geçerse, işte o zaman kahkahalarla gülerim. Bakınız, nasıl da; hah hah haaayt!!!

KLASİK BİR SON SÖZ

The Thing TPS(ThirdPersonShooter) türüne köklü olmasa da hoş yenilikler getiren bir oyun. Aksiyon severler için farklı bir alternatif olabilir ama oyun sonlara doğru kendini tekrar etmeye başlıyor. “Bozuk kontrol panelini tamir et, takım arkadaşı bul, yaratık avla, bahçede yaratık eti barbeküsü yap, bakkaldan bi malbora kap gel” gibi görevler bir noktadan sonra sizi kusturabilir. Ama her oyunda olduğu gibi, sizi bir şeyler başarmak için uğraştırdığı ve sonunda da sizi ödüllendirdiği için tatmin edici bir deneyim haline dönüşen bir oyun. Değişik tatlar arıyorsanız pek bir yenilik içermiyor ama takım ruhu ve güven çok iyi bir şekilde lanse edilmiş. Ben de biraz yemek yiyip bulaşıkları yıkayım bari. Sonra da yatıp, TV izlerim.

Exit mobile version