Unutulmayan Diyarlar #8
Yaşadığımız hayatta kontrol sahibi olduğumuzu düşünmek isteriz. Rasyonel insanlar olarak, çevremizde olan biten çoğu şeyi algıladığımızı ve bu konuda algılarımızın açık olduğuna inanırız.
Dünya üzerinde besin zincirinde tüm varlıklardan daha tepede olduğuna inanan insan, bunun buz dağının görünen kısmı olduğunu bilse ne gibi bir tepki verirdi dersiniz?
İnsanlar bir yalana inanmakta. Mage: The Awakening ise bu yalandan kurtulan insanların hikayesi.
İnsan ırkı uyumakta, uyanılmışlığının hayalini kurarak aslında binlerce yıldır süren çok büyük bir toplu uykunun altında. Gerçek yaşamı ise sadece bu rüyanın içinden filtrelenmiş bir şekilde görebilmekte. Dünya sanıldığından çok daha büyük fakat onu keşfedebilmek için insanoğlunun uyanması lazım.
Bir büyücünün başına gelen şey tam olarak budur, uyanır ve bilinçli bir şekilde yeni şeyleri hayal etmeye başlar, hayal ettikleri ise gerçek olur.
Zaman denizi dediğimiz şey, geçmiş uzaklaştıkça daha da çok bulanıklaşır. Mağaralarda bulunan resimler, hiyerogrifler ve geri kalan bütün geçmişin işaretçileri aslında tamamlanmamış bir hikaye anlatır. En büyük büyücüler bile geçmişin perdelerini tam olarak aralayamaz. Büyücü topluluklarının başlangıç ve sona dair bazı mitolojileri olsa bile buna rağmen gerçekliğin tahtı için savaşmak zorundadırlar. Fakat geçmişten gelen bir eko, bir yankı var, bu yankıyı uyuyan ölümlüler bile biliyor; Atlantis.
Uzak geçmişte bile ölümlüler onlardan kat kat güçlü olan ve geceyi yaşayan yaratıkların zulmüne uğramaktaydı, ruhlar tarafından kovalanan, kan emici vampirler tarafından içleri çekilen yaratıklar, insanoğlunu oldukça korkutup bazı çözümlere başvurmalarına sebep olmuştu. Her gittikleri toprak parçasında yeni bir terörle karşılaşan insanoğlu, besin zincirinde en üstte olmadığını farketmişti.
Bu korku çemberinin dışında yaşamak için bir yol bulmaları gerekiyordu.
O dönemler bazı ölümlüler, çok uzak bir toprağı görmeye başladı rüyalarında, belki de hayal ediyorlardı, uzakta, denizin kıyısında, bilinen bütün toprakların ötesinde yalnız bir ada. Bu adanın ortasından çıkan bir sarmal Kuzey Yıldızına işaret etmekteydi, hayalinde bu adayı görenler, orasının dünyanın merkezi olduğunu biliyordu fakat dikkatlerini çeken başka bir şey daha vardı. Bu sarmalın en tepesinde, merkez kısmında, dragonlar yaşıyordu
Rüyalarında bu dragonlar kalkıp spiralin çevresinde uçmaya başlayıp bilinmeyen ufuklara doğru yol alıyorlardı, nereye gittiklerini kimse bilmiyordu. Adada başka bir varlık yoktu, kimse dragonların inine girmeye cesaret etmiyordu. Rüya devam ettikçe, bu rüyayı gören insanlar dragonların asla dönmediğini farketti. Her gece bir başka ejderha adayı terkediyordu ve gittikçe sayıları azalıyordu.
Bir gün, adada kalan son ejderha da Batıya gitti ve bir daha dönmedi fakat rüya görünmeye devam etti; ada artık boştu. Rüyayı görenler biliyordu, ada onları beklemekteydi, oraya gitmeleri gerekiyordu, onları çağırıyordu.
Rüyayı gören pek çok ölümlü başka diyarlara bu adayı aramaya gitti, hepsi rüyalarında gördüğü ayrı bir vizyonun peşinden gitmekteydi. Biliyorlardı, günün birinde bu adayı bulurlarsa, geceden bir daha asla korkmadan yaşayabileceklerdi.
Günün birinde Kuzey Yıldızını takip eden insanlar adayı buldular, aynı rüyalarında gördükleri gibiydi. Bir çok başka dili konuşan bir çok başka ölümlü geldi adaya, hepsi ayrı kültürden, ayrı kimliklerden. Savaşlarını geride bırakıp adaya yerleştiler, geceden bir daha asla korkmaları gerekmeyecekti artık.
Fakat rüyalar devam ediyordu. Ada onlara yeni görüntüler gösteriyordu, potansiyellerini, güçlerini, insanoğlunun olabileceği her şeyi.
İnsanlar mağaralarına çekilip “Hesychia” denilen bir meditasyona başladı, adada yaşayanlar karanlıklarda derin bir uyku haline girip diğer ölümlülerin geçemediği astral diyarlara gidiyordu. Orada “başkaları” ile tanıştılar, kendi ruhlarının iblisleri ile, her gezginin gizli bir ikizi vardı ruhunun içinde. Bu ikizler yargıçları oldu ve onlara bu diyarlarda gezmeleri için hak etmeleri gerektiğini söyleyip meydan okudu.
Böylece insanoğlunun ruhu sınanmaya başladı, çoğu başaramadı ve gerçekliklerine geri döndü, bir daha asla rüyalarda gezememek üzere, fakat bir kısmı, başardı…
Geri dönenlerin ruhları yaratımın ateşi ile yanmaktaydı. Yaratımın onlara gizli kalmış yönlerini görebiliyorlardı, evrenin prensiplerini ve yapısını anlayabiliyorlardı. Artık görünen ve görünmeyen diyarları gezmekte özgürdüler, cennete giden yolları açıp başka diyarlara hükmedecek prensipleri öğreniyorlardı. Düşüncelerini gerçek kıldılar, hayalleri ete büründü. İnsanoğlu büyüyü keşfetmişti…
Gelecek hafta Unutulmayan Diyarlar’da Mage:The Awakening’in hikayesi devam edecek…Bu diyarda bizimle yolculuk eden herkese teşekkür ederim.