Wolfenstein: The Old Blood
Ben gerçekten anlamıyorum: Elinde oyun dünyasının en büyük markalarından biri var. Hem yeni nesil oyuncuları hem de Wolfenstein Kalesi’nde büyümüş oyuncuları kendine çekebilecek, onları çepeçevre sarmalayacak bir markasın. Verdiğin aksiyonun Call of Duty’lerden aşağı kalır yanı yok, hatta aksiyon söz konusuysa senle boy ölçüşemezler bile. Bir süredir özlemi çekilen II. Dünya Savaşı teması da sende. Oyuncular zaten 2005’e kadar sürüsüyle Nazi öldürüyordu, sen de bunun alası var, hatta zombi olanları var. İlginç ötesi bir konseptin var.
Bakıyorum, Wolfenstein söz konusu olunca var oğlu var. Bir oyunu, sağlam olarak tanımlayabilecek her unsura doğal yollarla sahip. Peki, niye olmuyor? Olmuyor derken yanlış anlamayın, Wolfenstein: The Old Blood da tıpkı ana oyun The New Order gibi gayet güzel bir oyun. Ama bazı markaların sadece “güzel” olması yetmez, yetmiyor. Onlardan harika olmalarını bekliyorsunuz. O markalardan oyun dünyasına yön vermelerini bekliyorsunuz.
Hem savaşta hem de görüntü de akıcı olabilmek
Wolfenstein: The Old Blood grafiksel olarak The Order’dan farklı bir şey sunmuyor. Öncelikle bunu belirtelim. Grafikleri iyi kötü tartışacağız ama göze çarpan ilk unsur The Old Blood’ın inanılmaz akıcı olması. PlayStation 4’te net, kemiksiz 60fps’i görüyorsunuz. Diğer oyunlarda hiç umurumda olmaz (2 aydır gayet 30fps Bloodborne oynuyorum, 30fps imiş, 150fps imiş hiç!) ama konu FPS oyunları olunca düşük kare/saniye oranları gerçekten de rahatsız edici olabiliyor. The Old Blood akıcı oynanışıyla bile göz atılası bir oyun.
Sorun nerde? Size söyleyeyim, hiç şaşırmayacaksınız: id Tech 5. Kendisi benim bugüne kadar gördüğüm en kötü oyun motoru olur. Megatexture, muhteşem, inanılmaz diye lanse edilen oyun motoru The New Order’da ne kadar kötüyse, burada da öyle. Uzaktan her şey mükemmel ama kaplamalara bir yaklaşıyorsunuz, “Aman Allah’ım! 2002!”. Buradaki tek sevindirici nokta, id Tech 5’e The Evil Within ile elveda dedik. Wolfenstein: The Old Blood teknik olarak yeni bir oyun olmadığı için bir kez daha bu oyun motoruna katlanmak zorunda kalıyoruz.
Ben oyunu PlayStation 4’te inceledim ama oyuna PC’de de bir göz atma şansım oldu. Evet, PC versiyonu 4K desteği filan sunuyor, konsolun aksine AA (Anti Aliasing) da var ama… Kaç yıl oldu hala o kaplamalar geç geliyor!
Bu noktada oyunun teknolojisinin böylesine kötü olması kimin suçu inanın bilmiyorum. Markayı devralan Machine Games mi, yoksa onlara id Tech 5’i dayatan Bethesda mı? Cevap iki türlü de hoşuma gitmiyor.
Oyun a dönecek olursak, The New Order’da ne varsa The Old Blood’da da aynısı var. Hatta oyunun yer yer daha da delirdiğini, kendi sınırlarını aştığını söyleyebilirim. Hem perk sistemini hem de gizliliği yine ön plana çıkartan bir yapım The Old Blood. Ana oyunda bu iki özelliği de çok güzel yapmışlardı, bir kez daha takdir ettim.
Aksiyonu yine kuvvetli ve ana oyunda bana zor anlar yaşatan vuruş hissi bir nebze kendine gelmiş. Yine tek sorun elimde iki tane taramalı varken yerden mermi toplamak zorunda bırakılmam. Daha önce bana bu konuda kızanlar olmuştu ama söylediğim şey hala geçerli. Bir özünde bir aksiyon oyunu oynuyoruz ve elimizde İKİ TARAMALI var. Bu yolla oynadığınızda bir süre sonra tırım tırım yerlerdeki mermileri aramaya başlıyorsunuz. İlla o tuşa basmam gerekmemeli. Belki kulağa önemsiz geliyor ama o saf, coşkulu aksiyonu öyle bir heba ediyor ki bu RYO kırmalığı, anlatılacak gibi değil.
Wolfenstein: The New Order’ın hikaye kısmıysa gayet tadında ve tatmin ediciydi. Bu sefer savaş daha bitmemişken William “B.J.” Blazkowicz’in hikayesinin başka bir anına konuk oluyoruz. Kaybedilen II. Dünya Savaşı’nın iki yıl öncesine dönüyor ve karanlık bir sırrın peşine düşüyoruz. Zaten ana hikaye Helga von Schabbs’ın sırrı üzerinden ilerliyor ve geri döndüğümüz Wolfenstein Kalesi’nde umutsuz bir arayışın peşine düşüyoruz.
Oyunun ilk başlarında bolca gizlenmek zorunda bırakıldığımız için biraz sıkılabilirsiniz. Hani, oyunun başları biraz fazla gizlilik gerektiriyor ve maalesef ikinci bir şans sunmuyor. Ya gizlice ilerlersiniz ya da ölürsünüz. Birkaç yerde bu çizgi kırılsa da genelde dev düşmanların arasından sıyrılarak, onların enerjilerini boşaltarak ilerlemeye çalışıyorsunuz.
Ortalama süresi 5 saat olan ek paketin ikinci saatiyle beraber elinize iki silahı alıyor ve Nazi öldürmeye kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Merak etmeyin eski mantığın bir ürünü olan The Old Blood da hem hayal gücünü zorlayan düşmanlar hem de sizi gördüğünüz anda topuklamaya itecek boss’lar var.
Peki, The Old Blood yeni bir oyun mu? Başta da söylediğim gibi hayır. Kendisi artık pek popüler olmayan Stand Alone (Tek başına çalışan) bir ek paket. Yeni oyunu oynamak için Wolfenstein: The New Order’a ihtiyacınız yok.
Teknik sorunları ve markanın sıfırlanmasından dolayı yaşanan problemler dışında, The Old Blood bekleneni veren bir ek paket. Ben eminim ki bundan sonra gelen Wolfenstein oyunu id Tech 5 kullanmayacak ve oynanışındaki ufak pürüzleri de giderecek. İşte o zaman Machine Games gerçek bir klasikle karşımızda olacak.