X-Men: Apocalypse
First Class ile yeni üçlemeye sağlam bir şekilde giren ve ayakları yere basan bir hikaye ile karşımıza çıkan X-Men serisinin yeni filmi X-Men Apocalypse’ın basın gösteriminde filmi izleme şansına eriştik. Peki salondan mutlu ayrıldık mı?
Öncelikle Wolverine filmlerini ve ilk üçlemeyi de işin içine katarsak X-Men filmleri arasında en sevdiğim filmin First Class olduğunu söylemeliyim. Bunda muhtemelen serinin sadece bu filmini yöneten Matthew Vaughn’ın payı oldukça büyük. Kick-Ass ve Kingsman: Secret Service gibi filmlerden de hatırlayabileceğimiz yönetmen, üçlemenin ilk filminde origin hikayelerini iyi bir şekilde anlatmış ve dengeli bir aksiyon ile bu gidişatı taçlandırmıştı. Days of the Future Past’te başarılı bir filmdi ama Bryan Singer’ın hikayeyi senaryodan da kaynaklı olarak çok bölük pörçük anlattığına tanık olmuştuk. Aslında bu filmin ana problemi de bu, çünkü anlatılması gereken çok şey var ve bunları filme sığdırmak oldukça zor.
Filmin oldukça önemli olan hikayesi dışında iki önemli görevi bulunmakta. Birincisi X-Men filmlerinin geleceğini oluşturacak olan yeni kadroyu filme dahil edebilmek. İkincisi ise tabi ki Apocalypse’ı düzgün resmedebilmek. Film boyunca bu iki denge arasında gidip geliyorsunuz. Hal böyle olunca diğer filmlerden gelen karakterlerin dengesini hissederken bazı önemli karakterlerin bu denge altında biraz ezildiğini hissediyorsunuz. Bu karakterlerin başında ise tabi ki En Sabah Nur, yani Apocalypse geliyor.
Açıkçası Apocalype tek filme sığdırılması zor bir karakter. Kendi origin hikayesini anlatmaya kalktığınızda bile uzun bir süreç geçirmeniz gerekiyor. Çöle terkedilişi, güçlerini keşfetmesi, farklı beden arayışları… uzaylıları saymıyorum bile. İkinci filmin gizli sonunda ağzımıza bir parmak çalan Bryan Singer, mecburan bu yeni filmde Apocalypse’ı direk olarak oyuna dahil ediyor. X-Men evreninin en güçlü karakterlerinden biri olunca ve tabir-i caiz ise ölümsüz diyebileceğimiz Apocalypse’i “tek bir filme nasıl sığdırabiliriz?” sorusunu da net bir şekilde cevaplamaya çalışmış Bryan Singer. Hal böyle olunca karakterdeki o derinliği tam olarak hissedemiyorsunuz. X-Men serisinin ikinci üçlemesinde, özellikle First Class’ta nakış gibi işlenen Professor Xavier ve Magneto karakterlerinin derinliği karşısında eziliyor ve alalede bir kötü karakter olarak resmediliyor. Filmin başında karşılaştığımız sekans, bu karakteri bilen ya da çizgi romanları yakından takip eden izleyiciler için çok kısa bir sürede taşları yerine oturtabilir ama bilmeyenler için dediğim gibi sıradan ama çok güçlü bir kötü karakter izleniminden uzağa gidemiyor. Bu nedenle filmin ya da Apocalpyse’in sevmediğiniz noktaları olsa da belli bir noktadan sonra filme hoşgörü ile yaklaşmaya çalışıyorsunuz.
Buna rağmen X-men serisinin geleceği için temeller sağlam atılmış. Serinin geleceğini oluşturacak karakterler, yani filmin az önce de söylediğim birinci görevi başarıyla tamamlanmış diyebiliriz. Cyclops ve Nightcrawler gibi karakterler iyi yedirilmiş. Mahşerin Dört atlısında da yer alan Storm, Psylocke ve Angel biraz silik duruyor. Neyse ki Magneto’nun varlığı bu grubu da biraz toparlamaya yetiyor.
Wolverine’in kendi filmine bağlama çekildiği sahneler ile arz-ı endem eylediği filmde, ayrı bir parantezi hakeden karakterler ise Quicksilver ve Jean Grey olmuş. İkinci filmde şov yapan Quicksilver şovuna kaldığı yerden devam ediyor. Civil War filminde Örümcek Adam ya da Ant-Man filme ne kadar eğlence katıyorsa Quicksilver bunu tek başına, hem de misli misli yapıyor. Tamam ikinci filmdekine benzer bir dinamik gerçekleşiyor, bazı sahneleri saymaz isek espri havasını tek başına sırtlıyor belki ama bulunduğu sahneleri izlemekten kesinlikle bıkmıyorsunuz ve sırtındaki bu yükü başarıyla taşıyor.
Game of Thrones’ta Sansa rolü ile izlediğimiz Sophie Turner, Jean Grey rolü için duyurulduğunda ya da filmi izlemeye başladığımda üzerine yapışan Sansa rolünden dolayı sevmeyeceğimi düşünüyordum ama bu karakterin de beni ters köşeye yatırdığını itiraf etmem gerekiyor. Hem rolünün hakkını layıkıyla yerine getiriyor hem de Phoenix diyince aklınıza gelen o ihtişamı gerektiği dozda karşınıza çıkarıyor.
Aksiyon ve görsel efekt yönünden seyri bir hayli yüksek olan X-Men Apocalypse, dediğim gibi belli noktalarda gidip geliyor ama filmden kopmanıza kesinlikle izin vermiyor. Bunun yanı sıra Xavier okulundan sahneler yedirip huzur verdiği gibi aynı zamanda çizgi romanların kilit noktalarından biri olan insanoğlunun tamahkar yapısına da ucundan köşesinden değinmeye çalışıyor.
Bildiğiniz gibi bu yeni üçleme 70 ve 80’leri konu ediniyor. Yeni filmlerde 90’lara doğru yol alacak olan X-Men ekibinin bu macerası, bu havayı tam olarak yakalayamamış. İlk iki filmde bu havayı her sahnede hissetmek mümkündü ama bu filmi daha önce duymayan birine Apocalypse’in günümüzde geçtiğini söyleseniz aradaki farkı anlamayacaktır bile. Kısacası çok önemli olmasa da 80’ler teması bu filmde birazcık harcanmış diyebiliriz.
Gelelim başta sorduğum sorunun cevabına. Açıkça söylemem gerekirse ben sinema salonundan son derece eğlenmiş ve hiç ara verilmemesine rağmen sıkılmadan ayrıldığımı söylemeliyim. Yeni serinin ilk iki filmini sevdiyseniz X-Men Apocalpyse’ten de mutlu bir şekilde ayrılacaksınız. Filmin eksikleri yok mu, var elbette ama genel itibari ile baktığımızda X-Men Apocalypse’in daha açılış sahnesinden yakalamış olduğu tempoyu filmin sonuna kadar götürmeyi başardığını söyleyebilirim. Arada bir tökezliyor, kafanızı karıştırıyor ama biraz geri çekilip tablonun tamamına baktığınızda karşınızda keyif alacağınız güzel bir resim görüyorsunuz.