Ejderdoğan – Bölüm 26
İç içe geçmiş metal daireler tüm zemini kaplıyordu. Her dairenin üzerine belli aralıklarla geniş, oval zümrüt taşları yerleştirilmişti. Muhtemelen servet değerindeydiler. Geniş boşluğa uzanan kubbenin en tepesinde yine zümrütten yapılma bir muhafaza duruyordu. Parşömen oradaydı, Aodray emindi. Çevresinde hareket edebilen bir mekanizmaya bağlı, ucunda zümrütler bulunan metal çubuklar vardı.
Parşömeni aşağıya indirmenin yolu hemen karşıda bulunan kontrol panelinden geçiyordu. Yol arkadaşıyla beraber duvar dibinde başlayan merdivenleri tırmandılar. Şimdi mekanizmanın tamamına hakim olan kontrol panelinin arkasında duruyorlardı. Panel beş bölümden oluşuyordu. En sağda panelin anahtarını kabul edecek olan Lexicon yuvası bulunuyordu. Ortada ise mekanizmanın o anki durumu belirten bir gösterge vardı. Diğer bölümler ise kontrolü sağlamak için kullanılıyor olmalıydılar.
Aodray’ın canını sıkan en sağdaki anahtar girişi olmuştu. Anahtarı yoktu, parşömeni aşağıya indirmesi imkansızdı. Sinirli bir şekilde vampire döndü.
“Parşömen muhafazası hakkında her şeyi bildiğini sanıyordum.”
“Biliyorum da.” dedi vampir soğuk bir tavırla.
Ölüm kadar beyaz ellerini cüppesinin cebine daldırdı ve ortaya kapkara bir nesne çıkarttı. Küp şeklindeydi ve tam olarak anahtar yuvasına uygun büyüklükteydi. Yaşayan Ölü, Lexicon’u yerine yerleştirdi.
Aodray büyük bir şeyler olmasını beklemişti, fakat hiçbir şey olmamıştı. Mekanizma ilk hali gibi kıpırtısızdı.
“Vay, bu epey etkileyiciydi.”
Vampir hiçbir şey söylemedi. Onunda en ez Aodray kadar yol arkadaşlıklarından şikayetçi olduğu belliydi. Panelin göstergesinin önüne geldi ve bir süre işaretleri izledi. Aodray’ın Sabri tükenmek üzereydi. Acaba mekanizmayı toptan çökertip parşömeni aşağıya indirebilir miydi?
Yaşayan Ölü kontrol tuşlarına belli bir sırayla basmaya başlamıştı. Yüzyıllardır uykuda olan paslı metaller vampirin dokunuşlarıyla uzun zaman sonra ilk defa hareket etmeye başlamışlardı. Zümrüt mercekler ışığı yansıtarak kubbe etrafında dönüyor, alt katmanlar ise kendi etraflarında çemberler çiziyorlardı. Gürültü had safhadaydı. Yaşayan ölü buhar sesleri ve mekanizmanın bağırtıları eşliğinde doğru kombinasyonu arıyordu.
Birkaç dakikalık uğraşın sonunda deneme yanılma ile sonuca ulaşmıştı. İkisi beraber hayranlıkla aşağıya inen zümrüt muhafazaya bakıyorlardı. Tamriel’in en kadim sırlarını barındıran, en büyük kehanetlerini ortaya çıkaran el yazmalarından birine çok yakındı.
Aodray doğuştan savaşçıydı. Karşısındaki insanın niyetini çok önceden hissedebilirdi. Bu sayede hep tetikte olurdu. Yaşayan ölü saniyeden bile kısa bir süre elini hançerine götürdüğünde o da kılıcını çekmişti.
“Sandığımdan daha hızlıymışsın.” dedi vampir gülerek. Etkilenmemişti.
“Bana ihanet edeceğini biliyordum, Skyrim’e ihanet edeceğini biliyordum.” diye bağırdı Aodray öfkeyle.
“Oh, demek biliyordun.” diye dalga geçti vampir. “Kuzeylilerin içinde zeki olanlar da varmış.”
“Kimse böylesine tehlikeli görevi bir hiç için yapmaz.”
“Beni şaşırtmaya devam ediyorsun Kuzeyli.”
“Vazgeç, seninle savaşmak istemiyorum.” dedi Aodray, yine de gardını düşürmemişti. “Silahını indirirsen canını bağışlarım.”
“CANIMI BAĞILAMAK MI?” diye haykırdı Yaşayan Ölü. “Suratıma iyi bak Ejderdoğan, sence ölümden korkar gibi bir halim var mı? BEN ZATEN ÖLÜYÜM APTAL KUZEYLİ! Ve inan bana ikinci kere ölmek beni rahatsız etmez.”
Aodray düşmanını şöyle bir tarttı. Elindeki hançer, kılıca göre zayıf olsa da herif silahını ustalıkla kullanıyordu. Daha kötüsü daha önce tanık olduğu üzere büyü yapmayı da hali iyi biliyordu. Sadece kılıçla saldırmak aptallık olurdu. Yine de o Ejderdoğan’dı, karşısındakinin asla vakıf olamayacağı birkaç numara biliyordu. Aklına gelen en uygun çığırışı yapmak için derin bir nefes aldı.
“FU…”
Alevlerle desteklenmiş sağlam bir yumruk olağanca şiddetiyle Aodray’ın göğüs kafesine inmişti. Eğer zırh giymiyor olsaydı çok feci yaralanabilirdi. Göğüs zırhı içeri göçmüştü ve darbenin geldiği bölgede yanıklar oluşmuştu.
Yaşayan Ölü vakit kaybetmeden hançerini savurdu. Aodray ani bir refleksle kılıcını savurdu ve hamleyi önledi. Hançer vampirin elinden fırladı ve odanın öbür ucuna uçtu. Silahsız kalan düşman hemen geri çekilmişti. Az önceki yumruk için epey büyü gücü harcamış olmalıydı. Nefes nefese kalmıştı.
“Sadece bir şansın vardı.” dedi Aodray kaşlarını çatarak. “Onu da az önce tükettin.”
Yaşayan Ölü bulunduğu pozisyonla ters düşecek biçimde sırıtmıştı. Sağ elinde mora kaçan bir anafor belirmişti. Yumruğu sıkılıydı. Aodray ikinci kez çığırışa hazırlandı.
“FUS-RO-DAH!”
Çığırış tozu dumanı bir birine katarak hedefine ilerlemişti. Lakin hiçbir etkisi olmamıştı. Çünkü ortada hedef filan yoktu. Vampir, Aodray çığırmadan hemen önce elindeki büyüyü serbest bırakmış ve görünmez olmuştu.
Ejderhalarla savaşmıştı, büyücülerle, Dikenlikalp’lerle, haydutlarla… Ama bu seferki farklıydı, hem de çok farklı.
***
Birkaç gün önce, Winterhold…
“Yabancıların içeri girmesi yasaktır.”
Aodray bıkkınlıkla gözlerini devirdi. Hoş karşılanma gibi bir beklentisi yoktu ama peşinen kapıdan kovulmakta neyin nesiydi? Günlerdir yolculuk ediyordu ve sabrı tükenme noktasındaydı. Winterhold Kolejine uzanan köprünün başında duran, kendini beğenmiş bir elfle uğraşacak hali yoktu.
Esbern, “Bakın hanımefendi.” diye daha Aodray konuşamadan araya girdi. “Adım Esbern ve bir büyücüyüm. Yanımdaki ise Ejderdoğan’ın ta kendisidir. Arşiv görevlisi Urag-gro Shub ile konuşmamız gerekiyor.”
“Ne için?” diye sordu kadın. “Amacınızı belirtin.”
“Skyrim’i ejderhalardan kurtarmak için olabilir mesela.” dedi Aodray dalga geçercesine. “Şimdi girebilir miyiz?”
“Demek Ejderdoğan sensin.” dedi kadın küçümser bir tavırla. “Tamam, girebilirsiniz fakat içeride bela çıkartmayın.”
Aodray, kadının yanından geçerken ters bir bakış fırlattı. Yüksek elflerden nefret ediyordu. Özellikle son tanıştığı elfin onu bıçakladığı göz önüne alınırsa. Kadın da aynı şekilde bakışı iade etmişti.
“Esbern hiç korkmuyor musun?”
“Nasıl yani?”
“Kadın bir Altmer.” diye açıkladı Aodray. Şimdi koleje giden yolu neredeyse yarılamışlardı.
Winterhold ile Kolejin arasında koca bir uçurum vardı ve iletişimi üzerinde bulundukları köprü sağlıyordu.
“Tharmor’un daha fazla problem olacağını sanmıyorum Aodray.”
“Sen öyle diyorsan.” diye omuz silkti Aodray.
Winterhold Koleji devasa bir kaleden ibaretti. Şehrin dışında, denizin üstündeki büyük tepenin üzerine yüzyıllar önce inşa edilmişti. Gri taş bloklar önce sütunları, sonra surları ve en sonunda Baş Büyücü’nün de yaşadığı Winterhold kulesini oluşturuyordu. Çevrede gözle görünmeyen ama şiddetli biçimde hissedilen büyük bir büyü gücü vardı. Avlulun ortasında kocaman bir büyücü heykeli ellerini açmış gökyüzüne yükseliyordu.
“Bu kim?” diye sordu Aodray heykeli göstererek
“Magnus.” dedi Esbern. “Büyünün ve büyücü gücünün tanrısı. Lakin bu başka bir konudur ve şimdi sana anlatmam uzun zaman alır.”
“Daha sonra anlatacaklarının listesi epey kabardı Esbern.” dedi Aodray kulenin kapısı açarken.
İçerisi kalabalıklı. Saçlarına kır düşmüş yaşlı bir büyücü, ana salonda öğrencilerine ders veriyordu. Tamriel ve Skyrim’in çeşitli bölgelerinden gelen farklı ırklara mensup öğrencilerin oluşturduğu büyük bir grupla çalışıyordu. Kapı açıldığında bir anlığına dikkatler Esbern ve Ejderdoğan’a çevrilmiş olsa da öğretmenlerinin uyarısıyla öğrenciler yine derslerine dönmüşlerdi. Esbern üzerinde “ARŞİVLER” yazan bir tabela bulunan kapıya yönelince Aodray da onu takip etti.
Döner merdivenlerden çıktılar ve Skyrim’in en büyük bilgi hazinesinin yer aldığı Winterhold arşivlerine adımlarını attılar.
Dört bir yanlarını Tamriel’in usta tarihçileri ve araştırmacılarının ellerinden çıkma kitaplar sarmalıyordu. Aodray başını hangi yöne çevirse kitap görüyordu. Hiç bu kadar fazla kitabı bir arada görmemişti. Etkilenmemek elde değildi. Arşiv görevlisi Urag-gro Shub tam karşıda masasında kitaplardan oluşmuş bir dağa gömülmüştü.
Urag-gro Shub bir orktu. Yeşil derisi, çarpılmış çirkin yüzü ve kocaman köpek dişleriyle yırtıcı bir hayvandan farksızdı. Gelenleri kara gözleriyle şöyle bir süzmüş sonra da işine devam etmişti.
“Yok olmuş bir tarikata hizmet eden Nord büyücü ve büyü için ejderhaları avlayan bir savaşçı. Niye buraya geldiniz?”
“Sen ne ara…”
“Haberleşme yöntemlerimiz hayli hızlıdır Ejderdoğan.” dedi ork başını kaldırarak. “Faralda’nın söylediğine göre beni görmek için gelmişsiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Esbern hemen açıklamaya koyuldu.
“Buraya en kadim sırlardan biri hakkında bilgi…”
“Kısa kes büyücü. Meşgul bir adamım ben.” dedi ork tükürürcesine.
“Bir Kadim Parşömen’i arıyoruz. Hakkında bilgiye ihtiyacımız var.” diye atıldı Aodray.
Urag-gro Shub’un ilgisini çekmeyi sonunda başarabilmişlerdi. Ork elindeki tüy kalemi masaya bıraktı ve sandalyesinde geriye yaslandı. Şimdi kaşlarını çatmış onları izliyordu.
“Kadim Parşömen veya parşömenler engin irfan ve güç kaynaklarıdır.” dedi ork. “ Lakin onları okuyabilmek için kişinin zihnini eğitmesi gerekmektedir, yoksa okuyan kişi delirtirler. Layıkıyla okunduğunda bile tanrılar genellikle okuyanın görme yetisini bir bedel olarak alırlar.”
Aodray parşömenleri n tehlikeli olabileceği biliyordu, fakat körlük ve aklını kaybetme düşündüğü tehlikeler arasında değildi. Soğuk terlerin alnında biriktiğini hissedebiliyordu
“Bu neyin bedeli?” diye sordu. Sesindeki korku tınısını zorlukla bastırabilmişti.
“Basitçe açıklamam gerekirse bilgeliğin bedeli, ama söz konusu bir Kadim Parşömen olunca hiçbir şey basitçe açıklanamaz. O, tüm olası geleceklerin ve tüm olası geçmişlerin bir yansımasıdır. Her okuyucu farklı bir yansımayı görür, bir parşömen farklı gözlerde farklı şekillerde anlam aksettirebilir. Fakat bunların hepsi doğrudur.”
“Bu parşömenleri kim yazıyor, nerede tutuyorlar?” diye sordu Aodray. Her ne kadar korkmuş olsa da bu güç hakkında her şeyi bilmesi gerekiyordu.
“Parşömenler buradalar, bizimleler, ama aynı zamanda gelecek ve geçmişteler. Öncesi ve sonrası. Bildiğimiz kadarıyla onlar tanrıların bu dünyadaki parçaları ve aynı öze sahipler.”
Aodray duyduklarını hazmetmek için bir süre bekledi. Bu çok zorlu bir görev olacaktı. Eğer başarısız olursa ejderhalarla kör ve delirmiş bir şekilde savaşmak durumunda kalacaktı.
“Tamam bu kadar tarih dersi yeter, onu nerede bulabilirim?” diye sordu Aodray.
“Üzgünüm, yeri hakkında hiç bilgim yok.” dedi ork umursamaz bir tavırla.
Aodray herifin yalan söylediğini anında anlamıştı. Kesinlikle bir şeyler biliyordu. Uzun süre uğraşıp ikna etmeye çalışabilir ve yardım etmesini sağlayabilirdi. Fakat zamanı kısıtlıydı, bir an önce parşömeni bulup Ejder-Çeken çığırışını öğrenmesi gerekiyordu.
Arşivci daha ne olduğunu bile anlamadan Aodray onu boğazından yakaladı ve masanın üzerine çekti.
“Parşömen nerede ork?”
“Beni korkutamazsın nord!” diye meydan okudu Urag. “Hiçbir şey bilmiyorum.”
“Sivri kulaklarını iyice aç ve beni dinle Urag!” dedi Aodray hırlayarak. “Ben Sahloknir ve Mirmulnir ile savaştım. Alduin Dünya-Yiyen ile yüzleştim. Ve onu durdurmam gerekiyor. Eğer hiçbir şey bilmiyorsan sorun yok ama benden bir şeyler saklıyorsan ve bunu öğrenirsem inan bedeli ağır ödersin.”
Esbern, Aodray’ın hareketlerini hayretle izliyordu. Genelde tehdit savuran bir adam değildi. Karakterindeki bu ani değişimi anlam verememişti. Araya girmek istese de çoktan orku serbest bırakmış ve çıkışa doğru ilerlemeye başlamıştı.
“Onu arayan sadece sen değilsin Ejderdoğan.” dedi Urag. Koktuğu her halinden belliydi.
“Kim?” diye sordu Aodray. Orkun yüzüne bile bakmamıştı.
“Bir vampir.” diye cevapladı Urag. “Kısa bir süredir burada yaşıyor, daha doğrusu kolejin zindanlarında yaşıyor.”
“Parşömenler hakkında neler biliyor?”
“Benden çok daha fazlasını. Söylediğine göre daha önce bir parşömen görmüş.”
“Ne yapmış?” Aodray kendine hakim olamamıştı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Nasıl olur?” Yanında Esbern’in de aynı tepkiyi verdiğine emindi. “Kim bu adam?”
“Kendine ‘Yaşayan Ölü’ diyor, ismini hiç söylemedi.” diye cevapladı Urag.
“Bunları boğazına yapışmadan önce de anlatabilirdin.”
“Anlamıyorsun Ejderdoğan, o adam en az ejderhalar kadar tehlikeli.” dedi Urag.
“Urag bize hala onun kim olduğu söylemedin.” dedi Esbern.
“Keşişler haricinde parşömenleri gören çok az kişi vardır. Zaten onlarda delirmiş haldedirler. Tamriel’in yakın tarihinde bir parşömen görmüş sadece tek bir kişi var.”
“Devam et Urag”
“Bundan iki yüz yıl önce Cyrodiil topraklarında tüm zamanların en büyük hırsızlık olayı gerçekleşti. Hırsızlar Loncası bir Kadim Parşömen’i Merkez Şehir’den çaldı.”
“Yine mi tarih derslerine başladın?” dedi Aodray bıkkınlıkla.
“Burasını kesin duymalısın Ejderdoğan.” diye karşılık verdi Urag. “Ben de gizliden gizliye parşömeni çalanın kimliğini araştırdım. Aynı kişi olmalıydı. Kaynaklarımın beni bir isme götürdü. Gölge-Ayak. Lakin Gölge-Ayak da tıpkı Yaşayan Ölü gibi sadece bir takma isimdi. Sonrada yine kaynaklarım vasıtasıyla Lonca içindeki gerçek ismini öğrendim.”
“Seni bu kadar korkutan ne Urag? Hırsızlar ile işbirliği yapılabilir sonuçta.” dedi Aodray.
Arşivci hiçbir şey söylemedi. Kütüphaneye dönüp bir şeyler aramaya başladı. Sonunda epey kirli ve eski görünümlü bir kitabı bulunduğu raftan çıkarttı ve masanın üzerine attı.
“O lanetli bir adam Ejderdoğan, lütfen ona bulaşma. Başka bir yolunu bulmalısın.”
Aodray, arşivcinin önlerine attığı kitabın kapağına baktı. Orkun neden ölesiye korktuğunu ve neden Aodray’a yardımda gönülsüz olduğunu sonunda anlamıştı. Fakat, riski göze almak zorundaydı. Esbern’in de duyması için yüksek sesle kapağı okudu.
“Karanlık Kardeşlik’in Çöküşü ve Elrin Efsanesi!