Bundan yaklaşık üç buçuk sene önce bir dosya konusu hazırlamış ve önümüzdeki dönem içerisinde piyasaya çıkması planlanan, en iyi gelecek vaat eden macera oyunlarından beş oyunluk bir liste oluşturmuştuk. Bu listede Longest Journey’in ikincisi Dreamfall’a beşinci sırada, üçüncüsü yapılmakta olan Runaway’in devam oyunu Dream of the Turtle’a dördüncü sırada, Syberia’nın yaratıcısı Benoit Sokal’ın Lost Paradise’ına üçüncü sırada ve yine şu sıralar devam oyunu yapılmakta olan, aynı zamanda Post Mortem’in de devamı olan Still Life’a ikinci sırada yer vermiştik. Bütün bu oyunlar günümüz macera oyuncularının illa ki oynaması gereken oyunlar arasındaki yerlerini aldılar ve gerek biz, gerekse de yabancı oyun severler tarafından oldukça sevildi. Buradan bu oyunlarla ilgili çok da fena bir öngörüde bulunmadığımız sonucunu kendi adımıza çıkarabiliriz, kısmen Lost Paradise’ın pek beklentileri karşılamadığını da ekleyerek. Fakat dikkat de ettiğiniz üzere bizim bu listede birincilikte değerlendirdiğimiz oyundan bahsetmedim. Eh, bunu kasten yaptığımı da fark etmişsinizdir tabii; A Vampyre Story, kendini çok ama çok geciktirerek, nazlanarak, ağırdan satarak nihayet piyasaya çıktı. Ve daha yazının başında tek bir cümle ile özetlemek gerekirse, yıllar önce o listede birinciliği verdiğimize de, onca zaman beklediğimize de değmiş.
A Vampyre Story’nin aslında çok talihsiz bir dizi gelişmeden sonra bu gününe geldiğini gözlemlemek mümkün. İlk kez 2004 yılının Haziran ayında, şu an tarih olmuş efsanevi PDF macera oyun dergisi The Inventory’de en çok beklenen macera oyunu sıfatıyla duyurulduktan sonra 2006 Halloween’inde piyasada olmak üzere söz vermişti A Vampyre Story; ki ben çok iyi hatırlıyorum, 2006 yılı nasıl gelir diye çok defa söylenmişimdir kendi kendime. Monkey Island’i kafamıza kazıyan Bill Tiller’ın oyunuydu, eski Lucas’cılarca yapılmaktaydı ve işte sırf bunlar bizi tam ayarında bir maceranın karşılayacağının kanıtıydı. Fakat 2006’ya gelene kadar özellikle yayımcısıyla gerilen ipleri yüzünden oyunun geleceği büyük bir tehlike içine girmişti. Nitekim oyun o yıl piyasaya çıkmayacaktı, yayımcısıyla sorunlarından dolayı. 2006’da Crimson Cow ile anlaşılmadan önce Bill Tiller çok düşük bir bütçe ile oyunun geliştirmeye devam ettiyse de A Vampyre Story’nin asıl gelişim gösterdiği dönemini yeni yayımcısıyla anlaştığı o günden günümüze kadar olan bölümü kapsar. Ve işte, daha uzun uzadıya anlatmaya da gerek yok bu geçmişte yaşanmış olayları; zira elimizde A Vampyre Story var ve bize sadece ne kadar iyi olduğunu övmek kalıyor.
Bir vampir hikayesi
Oyunumuz üçüncü kişi görüş açısından oynan bir Point&Click macera oyunu. Kontrolümüzde ise Mona LaFitte adında bir vampirella (Elbette sağ omzunda oturarak ona yoldaşlık eden yarasa dostu Froderick’i saymazsak olmaz) var ve oyunun konusu da Draxsylvania diye bir yerde geçiyor. Mona bir opera sarkıcısı ve Paris’e gidip orada şarkı söylemek de en büyük arzusu; fakat Shrowdy Von Kiefer adında bir vampir tarafından kaleye kapatılmış ve haliyle dışarı çıkmasına da izin yok. Fakat günün biri Shrowdy ülkedeki bazı vampir avcıları tarafından öldürülüyor ve nihayet Mona’nın da bu tutsaklıktan kurtulma vakti geliyor. Oyunumuz da tam burada başlıyor ve Mona’yı kaleden dışarıya çıkartmaya çalıştığınız bir senaryoyla işe koyuluyorsunuz.
Kahramanımız Mona bir vampir olmasının avantajlarını pek çok defa kullanıyor ve siz de oyun içerisinde buna şahit olup bunlardan faydalanıyorsunuz. Nedir bunlar? Birincisi Mona bir vampir ve aynı zamanda yarasaya dönüşebiliyor. Bu sayede Mona için aslında gidilemeyecek bir yer yok anlamı da çıkartılabilir. Fakat ne yazık ki uçabiliyor olmasına rağmen onu pencereden bile dışarı çıkartamıyoruz, çünkü bulunduğu kalenin etrafı Shrowdy tarafından bir lanetle tamamen izole edilmiş ve bu yüzden Mona’nın dışarı çıkma gibi bir şansı yok. Madem öyle siz de etraftaki bulmacaları çözerek ve diğer insanlarla konuşarak kaleden nasıl çıkılacağının, daha doğrusu öncelikle üzerinizdeki bu lanetten nasıl kurtulacağınızın yolunu arıyorsunuz. Mona’nın diğer özelliklerini sıralamaya devam ettiğimizde kendisinin çok güzel bir sese sahip olduğunu ve olaylara çok sempatik yaklaştığından söz etmek gerekir; zaten ilk birkaç dakikada hafif utangaç tavrından, mimiklerinden ve tepkilerinden bunu fark edeceksiniz. Bunda her ne kadar Froderick’in de çok çok büyük etkisi olsa da Mona gerçekten de uzun süredir bir oyunda yalnız olduğumu bana hissettirmeyen, dolu dolu bir karakter. Herhangi bir konu hakkında konuşurken yanında Froderick ile birlikte yorumlarda bulunuyorlar; tabii Froderick biraz daha lafını esirgemeyen bir tip, aralarındaki diyaloglar tekrar tekrar dinlenesi derecede zevkli. Oyunun neredeyse tamamında Mona’nın vücuduyla verdiği tepkiler ise asla birbirine tekrar etmiyor; adeta bir film gibi baştan sona kadar Mona’nın her hareketi bilinçli.Oyunun mekanlarında dolaşırken özellikle ilk dikkat edeceğiniz şey elbette ki grafikler olacaktır. A Vampyre Story’nin en büyük artılarından birini de bu oluşturuyor, ki tamamı el çizimi olan bu mekanlar oyunda inanılmaz bir atmosfer oluşturuyor. Genellikle koyu tonların hakim olduğu renklerle oluşturulmuş genel oyun dünyasında fazlasıyla bir kasvet var; fakat bu negatif bir özellik değil, aksine oyunun kendi içinde daha da bir yoğun yapıya bürünmesine sebebiyet vermiş. Grafiklerin çoğunlukla bu şekilde oluşu gözlerinizi fazla da yormuyor, zaten ekranda tıklayarak hareket ettirdiğiniz ana karakter Mona dışında bazı ufak tefek detayları da saymazsak hemen hemen her şey sabit. Sırf bu nedenle grafiklerden biraz da sade olduğu şeklinde bahsetmek de olası. Bu sadeliğin getirisi de yanınıza almanız gereken cisimleri ararken çok da zorlanmıyor olmanızdır. Her ne kadar çoğunlukla oyun dünyasının birer parçasıymış gibi görünse de yatağın altında duran bir şişe veya aynanın önündeki kutu kendini belli ediyor. Piksel avcılığı yapmıyor oluşunuz bu bakımdan büyük de bir avantaj. Kaldı ki A Vampyre Story hiç de bunu amaçlamamıştı; yapımcıların asıl yolundan çıktıkları eski Curse of the Monkey Island’den de bunu iyi biçimde hatırlıyoruz.
Oynanış olarak A Vampyre Story size genel kalıpların çok dışında bir şey sunmuyor; fakat yapılması gerekenlerin de hakkını veriyor. Oyun dünyası ile olan etkileşiminiz genel olarak sağ tık, sol tık ve space tuşu ile sağlanmış. Buna göre sol tık ile tıkladığınız bir yere, eğer kullanılabilir bir cisim veya insan değilse Mona yürüyerek gidiyor. Yürüme esnasında Space’e basarsanız anında oraya varmış oluyorsunuz. Sağ tık ise ekran geçişlerini anında gerçekleştirmek için kullanılıyor. Yürüme işinin böylesine aşırı kolaylaştırılmış olmasının en büyük nedeni Mona’nın adeta kaplumbağa hızıyla hareket ediyor olması. Bununla beraber sol tıkla bir cismin üzerine tıkladığınızda dört farklı etkileşim şıkkı çıkıyor. Bunlar aracılığıyla konuşabilir, inceleyebilir, üzerine uçabilir veya cebinize atabilirsiniz. Kullanımı kolay olsa da bir süre alışmakta zorluk çekebileceğiniz özelliğini tıkladıktan sonra parmağınızı çekerseniz bu menünün kayboluyor olması oluşturuyor.
Envanterinize alacağınız cisimlerde kısmen de olsa hoş bir yöntem izlemiş yapımcılar. Buna göre karakterimiz Mona ağır olduğunu düşündüğü veya yanında taşımak istemediği cisimleri aklının bir köşesine not ediyor ve bunu yaparken de aynı zamanda bu cisimleri envanterine işliyor. Daha sonra o cismin kullanılmasını gerektiren bir durumla karşılaştığında yarasa haline bürünüp gidip o cismi alıp geliyor ve kullanıyor. Envantere koyduğunuz cisimleri birbirleriyle kullanıp yeni cisimler elde etmeseniz bile onların farklı kullanım yanlarını ortaya çıkarıyorsunuz. Örneğin Froderick’i bazı cisimlerle kullanıp aynı anda başka yerlerdeki olayları da kontrol altında tutabiliyorsunuz. Bulmaca yapısı bakımından A Vampyre Story, kısmen kısıtlı bir ortamda fazla ama zor olmayan bir yelpazede önünüze seriliyor. Elde edeceğiniz cisimleri bir yerlerde kullanmanıza ve karşınızdakilerle konuşmanıza dayalı ilerleyiş gösteriyorlar ve, söylediğim gibi, bulmacaların sıklığı nedeniyle onları çözerek devam etmeniz gerektiği için oyun sizi özellikle zorlamamaya çalışıyor.
Sesleriyle de A Vampyre Story’nin oldukça iyi bir oyun olduğunu söylemek mümkün. En çok sesini duyduğunuz karakter olan Mona’nın seslendirmesi bir harika. Verdiği tepkiler inanılmaz. Diyaloglar zaten aşırı eğlenceli ve güldürücü. Froderick ile birlikte Mona’nın konuşmaları, bulundukları durumu değerlendiriş tarzları ve Froderick’in esprileriyle Mona’nın kıkırdaması tam anlamıyla efsanevi. İki seneden fazladır, Sam&Max’i saymazsak, bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum desem abartmam. Tek kötü yanı A Vampyre Story’nin de bölümlere bölünerek piyasaya çıkarılacak olması ve bu nedenle ilk bölümün nispeten kısa tutulması diyebilirim. Ama şu da var ki Bill Tiller ve eski LucasArts gerçekten bu işin nasıl yapılması gerektiğini hiç sulandırmadan ortaya koyan belki de yegane topluluk. A Vampyre Story ise zaten kaliteli yapımların çok nadir piyasaya çıktığı macera türünün günümüzdeki en iyi örneklerinden birisi. Hem türe ısınmak isteyenlere, hem de bu işin ustalarına (ki onlara bu oyunu önermek bile hata) kesinlikle önerdiğim, yılın uzak ara farkla en kaliteli macera oyunu.