BAKIŞ AŞISI #14

Bring us the new “Bakış Açısı” and wipe away the debt!!!

Müzik dinlemeyi sever misiniz? Garip bir soru oldu, elbette hepimiz severiz. Müziğin ne olduğunu açıklamak, ne hissettirdiğini anlatmak gibi saçma bir derdim yok ama herkes müziğe farklı bir bakış açısıyla bakar. Benim bakmayı tercih ettiğim açı sanırsam her zaman aynı oldu, hiç değişmedi, tetiklemek.

Müziğin beni harekete geçirmesini seviyorum. Belki de bu yüzden çok uzun zamandır sözsüz olanları tercih ediyorum. Youtube’ta kendime ait listelerim vardır, ne zaman yeni bir makaleye başlasam kendimi onların ellerine bırakırım. Bugüne kadar hiç yarı yolda kalmadım, hatta birçok kez müzik beni sırtladı.

Bakış Aşısı 14, her yönüyle özel bir bölüm. Bu hafta pek çok doğrunun içinden kendimize ait olanı seçiyoruz ve ilk kez tek başıma değilim. Geçen bölümde bahsettiğim –okuyucuları da makalenin içine katmak- olayını gerçekleştiriyoruz.

Gereksiz bir iş olarak görülebilir, altta yorum kısmında zaten istediklerinizi söyleyebiliyorsunuz ki bu beni çok mutlu ediyor. Bu bölge bana ait değil, duvarlardan, insanları sınırlayan her şeyden nefret ediyorum. Dördüncü duvar bundan seneler önce Almanya’da Brecht tarafından yıkıldı, biz de bugün kendi duvarımızı yıkıyoruz. Bakış Aşısı’nı hep beraber yazıyoruz.

Aşağıda bir müzik şeysi var, ona tıklayın, öyle okumayı deneyin. Sizden tek istediğim, hayatınızdan birkaç dakikayı ben ve birkaç Merlin okuruna ayırmanız.  Çünkü size anlatmak istediğimiz çok şey var!

Anlatılmış en iyi hikayeyi arayışımıza hoş geldiniz…

Oyunlar çok uzun zamandır bize kendi öykülerini anlatıyorlar. Ticari yapıları sebebiyle belki de çok daha uzun bir süre ayrı bir sanat dalı olamayacaklar ama bu onların içi boş şeyler olduğu anlamına gelmiyor. Bazen bizi öyle bir vuruyorlar ki, uzun süre kendimize gelemiyoruz. Zamanında Half-Life sağolsun, sinematik anlatıma geçtiler ve o günden beri ayrı bir anlatım şekli olarak kendilerine yer buluyorlar.

Ama en iyi hikaye hangisiydi?  Daha doğrusu anlatılmış en iyi öykü neydi? Baştan söyleyeyim, sürpriz sonlar, bilinmez düşmanlar, şaşırtıcı olaylar benim için pek bir anlam ifade etmiyor. Elbet, spoiler vereni döverim ama Emin’in bakış açısında en iyi anlatılmış hikayenin çok ayrı detayları bulunmalı. Epik geleneği benimseyen bünyeyi etkilemek için yazılan senaryonun bir amacı, bir derdi olmalı.

“PoP: warrior within bence çok iyi bir hikaye ve kurguya sahip. Dolu dolu bir hikayesi var ve özellikle tapınaktaki maskeyi aldığımızda her şey yerine oturuyor” -Cengizhan Patan

Hayatım boyunca sadece iki oyunu başına oturduğum gibi bitirdim. Ara vermeden, pürüzsüz. İlki Quantic Dream’in hala hakkı yenen ve bence Beyond: Two Soul, Heavy Rain gibi yapımlardan en az iki gömlek üstün olan Fahrenait isimli unutmaz oyunuydu. Hem bilgisayarda hem PS2’de kaç kere bitirdiğimi bile hatırlamıyorum. Hiçbirinde ara veremedim. Bir şey beni oturduğum yere kilitledi.

İkincisiyse Uncharted 3 olmuştu. Sabah başına oturduğum oyundan gece bastırırken, son jenerik akıp giderken kalkmıştım. Mantıklı olarak, en iyi hikayeye onların sahip olması gerekiyordu.

Hayır, ikisi de değildi. İkisi de sürükleyici ve güzel yazılmış senaryolardı ama bana bir amaç sağlamıyorlardı.

“Oyun hikayeleri arasında en iyisi Batman : Arkham City ‘dir diyebilirim, çünkü bir film tadındaydı. Tabi diğer oyunlar kötü mü? Hayır! Ama Batman’deki  tadı verebilen çok az oyun var” -Halil Mayda

Son yılların en iyi oyunlarından birisi Batman: Arkham City, hatta son yılların en iyi aksiyon oyunu payesini zorlanmadan alabilir. Anlamsız süper kahraman oyunlarından sonra ilaç gibi gelmişti. Ah, o hikaye anlatımı…

Batman söz konusu olunca bahsedecek çok fazla şey var, zaten birçoğuna hakim bile değilimdir. Öldürmeye kesin bir biçimde karşı olan bir süper kahramanın bu işi ne kadar ileriye götürebileceğinin kanıtıydı Arkham serisi.

Batman Arkham City’nin bize sorgulattığı şey çok başkaydı. Geçiniz lütfen şok edici sonunu. Cevabını vermenizi istediğim soru şu:

“Joker, Batman’e hastalığı bulaştırıyor. Bunu yapmamış olsaydı, Batman onu ölüme terk eder miydi?”

Etmezdi… Cevap bu olduğu sürece Batman bir anlam kazanıyor. O son sahne bu sayede bütünlüğü sağlıyor.

Arkham City benim için toplumsal yönleri ağar basan bir eser. Suçluların bir şehre tıkılması onlar için bir ceza mıydı? Herkes kendi bölgesini kuruyor, ağır toplar sokaklarda terör estiriyor. Kuralları olmayan,  en temel hakların bile olmadığı bir dünyada yaşadığınızı düşünsenize.

Anarşiden bahsetmiyorum.

Hiç kuralları koyanları gerçek hayata uyarladınız mı? Arkam’ın kurallarını kim koyuyor? Sorgulanması gereken, Arkham City’nin aslında yaşadığımız dünyanın çarpık bir yansıması olabileceği ihtimali sadece.

Dedim ya, beni etkileyen hikayeler genelde çok farklı yönleriyle bunu başardılar. Misal Half-Life 2. İstasyona girdiğimiz ilk bölümü bir hatırlayın. Prensipleri gereği Half-Life, oyuncuyu karşına oturtup sinematik gösteren bir oyun değil. Onun kendine has eşsiz bir yöntemi var: Hikaye anlatan atmosfer.

City 17’ye adımızı attığımız anda neler olup bittiğini hissediyorduk. İşte tam da bu yüzden, milislerin Breen’in konuştuğu devasa ekranı aşağıya indirirken tarif edilemez bir anı yaşıyorduk.

Torment başka bir dönüm noktasıydı. O zaman şaşalı videolar, ara sahneler yok tabi. Oyunun hikayesini bildiğiniz kitap gibi okuyorduk. Tüm aksiyonlar ustalıkla yazılmış ve hayal gücümüzü tetiklemişti. Çıkışından yıllar sonra bile unutulmayacak bir öyküydü Planescape: Torment.

Sonra Adam Jensen sessiz sakin ortaya çıktı. Yakın gelecekten getirdiği inanılmaz hikaye oyun tarihini derinden sarstı. O kadar ön plana çıkmadı, kabul ediyorum, ama anlattığı şey, arka planda dönen dünya, uzun süre unutulmayacak.

“Teknolojinin insanları kontrol amaçlı olduğunu bizlere hatırlatan bir senaryosu vardı. Şirketlerin hükümetlerden daha güçlü olduğunu, medyanın insanlar üzerindeki etkisini anlatan ve bir takım gizli örgütlere gönderme yapan, verdiğimiz kararların da etki ettiği bir oyun olduğu için  rahatlıkla gelmiş geçmiş en iyi hikayeye sahiptir diyebilirim.” -Muammer yılmaz

Human Revolution ne kadar güçlü bir hikayeyle geleceğini daha Live-Action fragmanıyla gözler önüne sermişti. Benim gelecek senaryomda, insanların yaşadığı büyük engelleri kaldırabileceği gibi bir hayal var. Başlarına ne gelmiş olursa olsun hiçbir insan tekerli sandalyeye mahkum kalmamalı. Dünya’yı sadece bir karanlıktan ibaret olarak görmemeli.

Robotların hakim olacağı bir dünya fikrinden çok, insanların robotlaştığı bir sistem çok daha akla yatkın geliyor. Peki etik mi? İşte Adam Jensen’in hikayesi tam olarak burada devreye giriyor. Sakatlığınızdan kurtulmanın bedeli ömür boyu ödenecek bir borç ve ilaç bağımlılığı olmamalı.

“Güzel görünse de toplumda bir sınıf farklılığı baş gösteriyor; yani o benden kuvvetli, onun yapay gözü fotoğraf çekebiliyor tarzı şeyler. Ayrıca bu donanımları kullananlar ilaç da almalı ve inanılmaz pahalı olan bu ilacı almazlarsa vücutları bu donanımı taşıyamıyor.”

Toplumda augmentation sahibi insanların ön plana çıkmasını, yine böyle insanların iş gücü olarak başı çekmesini, sadece daha üstün bir bedene sahip olabilmek için ödenen servetleri ve ilacı bulamayıp hastalananları düşününce II. Rönesans hiçte güzel bir şey gibi görünmüyor.

Adam Jensen “Asla bunu istememiştim.” dediğinde, bir anda hikayede “etiği” temsil ediyor. Cesaret edenler olduğu takdirde, oyunların gerçekten harika şeyler anlatabildiğinin kanıtıdır Deus Ex.

Peki bize gerçekten de bize en iyi hikayeyi mi anlatmıştı? En iyilerden biriydi şüphesiz ama arayışımızın son noktası mıydı?

Hayır… Arayışın sonuna gelmeden önce DLC için 9.99 dinarınızı talep ediyorum. Yoksa virüs yollarım bilgisayarınıza. EA’nın editör versiyonuyum, ne sandınız?

“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz. “  – Kristof Kolomb

Anlatılmış en iyi hikaye Wounded Knee’nin yaşandığı 29 Aralık 1890’da başladı. Öldürülen yüzlerce masum insanın yükünü omuzlarında taşıyan insanlar, kendi ömürleri boyunca bunu hatırladılar. Kimi hayatlarına devam etti, kimi intihar etti. Aralarından bazılarıysa günahlarından arınmak için yeniden vaftiz olmayı seçti.

Efsanevi şehir Colombia işte böyle kuruldu, kanla. Günahlarının, suçlarının sadece basit bir dini törenle gideceğini sanan egoist bir adamın hastalıklı şehri.

Amerikan tarihini dine çeviren, insanlara kendi cennetini sunan bir adam… Comstock. Lutece’in vakıf olduğu bilgi sayesinde geleceği gördüğünü iddia eden ve kendini peygamber ilan eden hastalıklı bir zihindi

77 asla bir rastlantı değildi.

Toplumların yalanlarla ne kadar kolay elde edilebileceği kanıtladı.  Irkçılık, sınıf ayrılıkları, dünyanın geri kalanından üstün bir halk.

Elizabeth’le tanışmamız bir rastlantı değildi.

Bioshock sadece bir söz öbeğinin hikayesiydi. En başından, en sonuna kadar.


“Etraftaki ses kayıtlarından hikayeyi çözmeye çalışırken bir bakıyorsunuz Elizabeth yaşlanmış. Ne oluyoruz? Sonundaysa resmen -afedersiniz ama- “mindf*ck” denilen olay. İnanılmaz bir senaryo ve anlatım kesinlikle Bioshock İnfinite.”
-Yusuf Cengiz

Efsanevi sonu haricinde anlattığı şeylerin, başka boyutlarda, farklı hayatlarda yeşermesinin hikayesiydi Bioshock.

Arayış sona ermedi, merak etmeyin. Rica edersem (Would you kindly?) siz de unutamadığınız öyküleri bizimle paylaşır mısınız?

Exit mobile version