Bir ahlak kumpanyası: Vampire

Vampire: The Masquerade – Bloodlines’ı oynadığım zamanları hatırladım geçen gün. Aslında oyuna bu kadar bağlanmamın sebebi, büyük bir World of Darkness hayranı olmam değil, vampirleri çok seviyor olmam da değil. Üzerine uzun uzun düşündüğüm zaman bunun ardında başka bir neden yattığını gördüm, biraz daha farklı bir neden.

O zaman kadar oynadığım çoğu oyun, beni öyle ya da böyle bir kahramanın yerine koyuyordu. Ahlaki olarak kötü sayılabilecek seçimler yaptığınız oyunlarda bile bir şekilde tamamen insanlık ile bağınızı kopartmanız mümkün olmuyordu. Sonuçta insan ahlaki değer skalası içerisinde yapıyordunuz yaptıklarınızı.

Vampir olmak, bunun tamamen önüne geçen bir konsept idi. Düşünün bir kere, insanlıkla ilgili en ufak bir fikriniz yok, daha önce insansanız, artık sizden geriye kalan tek şey görüntünüz (tabii bir Nosferatu değilseniz). O noktada insanların neye ihtiyacı olduğu ve nasıl düşündüğü sizi enterese etmiyor, tek gerçek tutkunuz kan ve bunun beraberinde gelen entrikalar, güç oyunları.

Bunların hiçbirinin ekseninde insan olmadığı için, Vampire, oyuncuyu çok daha “yabancı” bir bakış açısıyla tanıştırıyor. Bunu belki oyuna ilk başladığınız zaman farkedemiyorsunuz fakat ilerledikçe daha iyi anlıyorsunuz. Karakterinizin bu yeni dünya ile tanışması, bu yeni dünya üzerinde işleyişi yavaş yavaş kavraması ve bunun bir parçası haline gelmesi oyunda öyle sağlam bir şekilde veriliyor ki, Ghoul’unuz Heather ile karşılaştığınız zaman, Knox ile konuşurken falan kesinlikle empati yapmakta zorlanıyorsunuz.

Oynayanlar hatırlayacaktır, oyunun en sert bölümleri Hollywood’da geçer, özellikle Ginger Swan’ın mezarı ile başlayan snuff hikayesi, değişik noktalara dokunur. Bu noktalardan birinde vampirler ile ilgili geliştirdiği kurguyu film yapmak isteyen genç bir senarist ile tanışırız. Senarist vampirlerin varlığını öyle mantıklı bir şekilde kendi kendine çözer ki, oyunun kendisini ti’ye aldığını düşünürüz fakat biraz daha dinledikten sonra, “yalnız, gerçekten…” diye dumur oluruz.

“Oyunun ahlaki olarak bir insana en yakın karakteri Velvet idi”

İşte Vampire, sizi böyle durumlarla karşı karşıya getirebildiği için belki de türünün tek örneği denilebilir. İnsanı tamamen bambaşka bir ahlaki skala ile düşünmeye iten bir oyun. Hollywood’da geçmişinizden gelen arkadaşınızla karşılaştığınızda mesela ona durumu açıklamaya çalışıp becerememek, bunun üzerine kalan tek insanlık kırıntılarınıza tutunmaya çalışmak ama başaramamak ve onun hayatını sonlandırmak, bir de zırnık vicdan yapamamak.

İşin ilginci, yine uyduğunuz çeşitli kurallar var, Vampirlerin o ahlaki değerlerinin çevresinde dönen yasalar var ve evet vampirlerin “ahlaki” değerleri var, sadece insanları ilgilendirmeyen veya insanları eksene almayan değerler bunlar. Bu vicdansız yaratıkların dünyasında da kendi içlerinde nispeten daha “kötü” adamlar var, hani aslında hepsi şeytani varlıklar, fakat bazıları fazla “şeytani” ve vampir toplumuna tehdit oluşturuyorlar. Sabbat buna bir örnek olarak verilebilir.

Bütün bunların üzerine kafa yorduğunuz vakit aslında Vampire: The Masquerade’in oyun dünyasında denenmemişler kategorisinde şahane bir iş yaptığını görebiliyorsunuz. Bir başka durum ise, gecenin yaratığı olmanıza rağmen, Ocean House, Sewer gibi bölümlerde yine de üç buçuk atabiliyor olmanız. Aslına bakarsanız, Vampire meta içinde metalar sunarak bizlere aynı zamanda bazı sorular yöneltiyor, ya da vakti zamanında yöneltti diyebilirim.

Eğer Vampire oynamadıysanız, bence hakikatten artık daha fazla geç kalmadan oynayın, bu dediklerimin farkında olarak oynarsanız oyundan daha da bir keyif alıyorsunuz inanın, en azından benim için öyle oldu.

Exit mobile version